AK Partili 45 milletvekilinin imzasıyla geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) verilen “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi”nin TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeleri sürüyor.
Bu kanun teklifi, kamuoyunun farklı kesimlerinden büyük tepki çekti. İslami kesimden sol-sosyalist kesime kadar çeşitli STK’lar kanunun aleyhinde açıklamalar yaptı, protesto gösterileri düzenledi. Siz 24 Aralık’ta yaptığınız basın açıklamasında bu kanun teklifini “Meclis Gündemindeki Sivil Toplumu Ezme İle İlgili Kanun Teklifi” olarak nitelendirdiniz.
Bu yasa teklifi TBMM’den geçerse Türkiye’deki yerel ve uluslararası STK’lar hangi somut problemlerle karşılaşacak?
Öncelikle belirtmek gerekir ki söz konusu yasa teklifi ile, evrensel ilkeler gereğince özgür ve serbest bir şekilde faaliyetlerini icra edebilmeleri gereken STK’lar üzerinde büyük bir iktidar baskısı oluşturulmasına zemin hazırlanmaktadır. Kanun teklifi bir bütün olarak değerlendirildiğinde, mülkiyet hakkı ve örgütlenme özgürlüğünün keyfi, ölçüsüz ve belirsiz ifadelerle sınırlandırıldığı görülmektedir. Bu sınırlamalar anayasaya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de (AİHS) aykırıdır. Ancak özelde STK’lara yönelik örtülü bir baskı mekanizması kuran kanun teklifinin üzerine, Külliye’de uzun bir zaman kafa yorulduğu anlaşılmaktadır.
Kanun teklifi Genel Kurul’a geldiği haliyle, İçişleri Bakanının STK’lara yönelik baskısını daha da artıracak. Öte yandan Bakana STK’ların faaliyetlerini kısıtlayacak geniş yetkiler verdiğini görüyoruz. Teklifle, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını tanımayan, hukuku da ayak bağı olarak gören bir bakana STK yöneticilerini mahkûmiyet kararı olmaksızın görevden alma yetkisi veriliyor. Bu yeterli olmazsa STK’lara kayyım atanması ve geçici faaliyetten alıkonulması da kapsama alınıyor. Merkezi yurt dışında olan vakıflar da İçişleri Bakanlığı denetimine tâbi tutuluyor. Derneklere yönelik İçişleri Bakanlığının denetimi “risk denetimi” altında daha da sıkılaştırılıyor. Yurtiçinde veya yurtdışında bulunan dernek ve vakıflar, Türkiye’deki faaliyetleri kapsamındaki fon ve hibeleri İçişleri Bakanlığı’na bildirmekle yükümlü tutuluyor. Demokratik ülkelerde örneği olmayan düzenlemeler bunlar. İçişleri Bakanı sivil toplum kuruluşları üzerine vesayet kuruyor.
Söz konusu teklifle Yardım Toplama Kanunu kapsamında yapılacak değişikler doğrultusunda, yardım toplama faaliyetleri çok daha sıkı denetime tâbi tutulacak ve yüksek ihtimalle STK’lara çok daha ağır yaptırımlar uygulanacak. Nitekim, internet üzerinden toplanacak yardımların dahi aynı hukuki rejime, yani izne tâbi tutulması neticesinde derneklerin yardım toplayabilmesi ve hattâ yurt dışına yardım yapabilmeleri ciddi biçimde engellenecektir.
Yani özetle, şu an Genel Kurul’da sivil toplumu adeta İçişleri Bakanının keyfi tasarrufuna teslim eden bir kanun teklifi görüşülüyor. 28 Şubatçıların hayal bile edemediği bir düzenleme ile sivil toplumun üzerinde devamlı İçişleri Bakanının kılıcı sallanacak. Özellikle insan hakları kuruluşları ağır bedellerle karşı karşıya kalacak. Çünkü muğlak ve keyfi değerlendirmeye açık terör suçları sebebiyle her yıl ortalama 300 bin kişi soruşturuluyor. Bunların arasında özellikle insan hakları aktivistleri, gazeteciler, siyasetçiler ve sendikacılar aleyhinde yürütülen terör soruşturmaları dikkat çekiyor. Böyle bir ortamda, Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde hakkında soruşturma açılan bir kişi sebebiyle dahi bir derneğin yönetimine el konulması mümkün olacak.
Siz Almanya’da uzun yıllar sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevler yaptınız. Daha sonra Türkiye’ye gelip siyasete girdiniz. Sizin perspektifinizden, iktidarın sivil topluma bakışı Türkiye’de nasıl?
Dünyada sivil toplumun özgürlük alanı, demokratik toplum bilinci sayesinde gün geçtikçe genişlemektedir. Esas anlayış sivil toplumun katılımcı demokrasiyi ayakta tuttuğudur. Bu yüzden demokratik ülkeler sivil toplum kuruluşlarına üye olan vatandaş sayılarıyla övünürler. Aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya’da 600 binin üzerinde sivil toplum kuruluşu bulunmakta, ülkemizde ise bu sayı 121 bin civarında, yani bizde 6 kat daha az. Buna rağmen bu kanun teklifi milyonlarca insanı doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendirmekte.
Maalesef iktidar, ifade özgürlüğüne ve basın özgürlüğüne tahammül edemiyor, özgür basını ve düşünceleri açıkça kendisine yönelik tehdit olarak görüyor. Sivil topluma yönelik baskılar zaten uzun zamandan beri artmakta.
Sivil toplum kuruluşları, manevi bir motivasyonla sorumluluk üstlenen, insanların mutluluğuna hizmet eden, yaşama anlam katan fertleri bir araya getiriyor, insanların sosyalleşmesini sağlıyor; böyle bir amme hizmetine aslında devletin her türlü desteği vermesi ve özgürlük alanı açması gerekir. Çünkü STK sayısı ne kadar fazlaysa, o kadar az sosyal sorun ve o kadar güçlü toplum ve güçlü demokrasi olur. Bizde tabii maalesef tam tersi bir süreç işliyor. Örneğin en değerli oluşumlar olan, insan hakları mücadelesi veren ve toplumsal çoğulculuğu savunan sivil toplum kuruluşları, yasal ve yapısal baskılara uğramalarının yanında mali kaynak bulmakta da zorlanıyor. Özellikle bu yıl çıkarılan, derneklerin yeni üyelerinin kimlik bilgilerinin dernekler birimine bildirilme yükümlülüğüyle berabe, katılımlarda ciddi oranda azalma olduğunu düşünüyorum. Yani iktidarın son yıllarda her alana nüfuz etme isteği kendini sivil toplum alanında da ağır bir biçimde göstermiştir.
Öte yandan Türkiye’de sivil toplum hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız değildi zaten. Siyasi etki her zaman etkili olmuştur maalesef. Eski iktidarların da sivil topluma bakış açısı hiçbir zaman özgürlükçü olmamıştır, ağır baskı dönemleri yaşanmıştır. Son 40 yıla baktığımızda 80 darbesi sonrasında ve özellikle 28 Şubat döneminde ciddi baskılar yaşanmıştır. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası da devletin yaşadığı ağır travma karşısında orantısız müdahaleler gerçekleşmiş, ciddi haksızlıklar olmuştur. Aynı sorunlu bakış açısı -yani toplumun kendi haline bırakılamayacağı ve güdülmesi gerektiğine dair otoriter devlet anlayışı- bugün katlanarak devam etmektedir. İktidarın özgür alana tahammülü yok, özgür ve politik insanlardan da korkuyor. Bu sebeple sivil alanda herkesin iktidar gücünün gölgesini hissetmesini istiyor, izlemediğim hiçbir köşe kalmasın diyor. Hem sivil topluma mali destek olunmasını engelliyor, hem de STK’ların kolayca kapatılmasının önünü açıyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) kararlarına uyum için yapıldığı söylenen bu düzenlemenin içeriği, BM’nin talepleriyle orantılı mı? BMGK gerçekten bunu mu istiyor?
Öncelikle belirtmek gerekir ki Birleşmiş Milletler, kara para aklama ve terörizmin finansmanına ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesine ilişkin olarak ülkelere birtakım yükümlülükler getirmektedir. Birleşmiş Milletler Mali Eylem Görev Gücü, ancak tüm ülkeler tarafından gerekli tedbirlerin alınması halinde etkili bir mücadele gerçekleştirilebileceğini göz önünde bulundurarak, 40 adet tavsiye kararı yayımlamıştır. Nitekim, ülkelerin söz konusu kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadeledeki durumları Birleşmiş Milletler Mali Eylem Görev Gücü tarafından gözetim altında tutulmakta ve bu doğrultuda raporlar hazırlanmaktadır. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler, 1617 (2005) sayılı karar ile tüm BM üyesi ülkeleri, Birleşmiş Milletler Mali Eylem Gücü tarafından kapsamlı olarak geliştirilen uluslararası standartlara uymaya davet etmiştir.
Kanun teklifinde OECD ve BM Güvenlik Konseyi tavsiye kararlarının iç hukuka uyarlanması genel gerekçe olarak belirtiliyor. BM bu kararlar gereğince devletlere bir takım yükümlülükler getiriyor.
Zaten bizim ve muhalefetin öbür unsurlarının karşı çıktığı düzenlemeler asıl olarak bunlar değil. Kanun teklifi 43 maddeden ibaret, ancak sadece 6 madde bu amaca yönelik, son iki madde yürürlük ve yürütmeye dair, 35 maddenin ise kanunun genel gerekçesi ile hiç alâkası yok.
Elbette ülkemiz terörün finansmanı ve uyuşturucu ticareti ile etkin mücadele etmek zorunda. Bu maddeleri desteklememek mümkün değil zaten. Ancak keyfiliğin önlenmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması esas olmalı. Zaten belirttiğim gibi kanun teklifinin sadece ilk altı maddesi doğrudan bu konuya ayrılmış. Ne yazık ki madde içeriklerinde de mülkiyet hakkını doğrudan ihlal eden düzenlemeler mevcut.
Ayrıca Mali Eylem Görev Gücü’nün 12. tavsiye kararında siyasi nüfuz sahibi kişiler kapsamında üst düzey kamu görevlileri ve üst düzey siyasilerin yolsuzlukları bakımından gerekli olan makul kararların alınması isteniyor. Oysa bizdeki kanun teklifi buna hiç değinmiyor. Bu demek oluyor ki, uyum için gerekli asıl adımlardan biri olan; üst düzey yöneticilerin yolsuzluk ve rüşvet gibi suçlarda kara para aklaması ile mücadele edilmek istenmiyor. Oysa ülkemiz işte tam bu sebeple, keyfilikler ve yolsuzluklar ülkesi haline gelmiştir.
Öte yandan yapılmak istenen değişiklikler dikkatle incelendiğinde görülecektir ki söz konusu kanun teklifi Cumhurbaşkanı ile İçişleri Bakanı ve Hazine ve Maliye Bakanına, “makul sebeplerin varlığı” gibi hukuk tekniği bakımından bir karşılığı olmayan, ucu açık ve kapsamı önceden tespit edilemeyecek bir gerekçeyle kişi ve kurumların malvarlıklarını dondurma yetkisi vermektedir.
Anlaşılan o ki hükümet, Birleşmiş Milletler tavsiye kararlarına uyum sağlanması izlenimi altında, daha doğrusu bunu fırsat bilerek, “makul bir sebep” gördüğü durumlarda kişi ve kurumların malvarlıklarını dondurabilmeyi hedeflemektedir.
Bu “BM uyum yasası” diğer ülkelerde de bu şekilde mi kanunlaştı?
Tabii ki hayır. BM söz konusu faaliyetlerle mücadele kapsamında genel olarak hedefleri belirlemekte ve bu hedeflere ulaşmak için yapılması gerekenler hususunda tavsiyelere yer vermektedir. Ancak, bu tavsiyelerin iç hukuka uyarlanması konusunda ülkeler serbest. BM, ülkelerin bu tavsiyelere ve kararlara uyumu noktasında ne aşamada olduğuna ilişkin raporlar hazırlamaktadır. Bu kapsamda her ülke ilgili tavsiye ve kararları iç hukukuna kendi usulüne göre uyarlamaktadır.
Ancak malvarlıklarının dondurulması gibi, en temel haklardan olan mülkiyet hakkına bu derece müdahale imkânının doğrudan iktidarın inisiyatifine bırakılması, AİHS’ne açıkça aykırıdır.
Öte yandan, Mali Eylem Görev Gücü’ne üye 37 Avrupa Konseyi ülkesi ile ABD’nin mevzuatlarında, Kanun Teklifinde yer alan sivil toplumu tek tipleştirmeye çalışan düzenlemeler bulunmuyor. Örneğin en son 2020 yılında Finlandiya’da bu kapsamda çıkarılan kanunda, büyük ölçekli olmayan yardım toplama faaliyetleri için izin almak gerekmiyor. Derneklerin yardım toplamasında izin alma yükümlülüğü, tavsiye kararlarına uyum kapsamında değil. Şahsen yıllarca Avrupa ülkelerinde sivil toplum kuruluşlarında görev aldım. Almanya’da yardım toplamanın veya başka derneklere desteğin izne tâbi tutulması düşünülemez bile.
Kaldı ki eminim, bu 37 ülkenin hiçbirisinde, böyle bir teklifin meclise sunulması ile Genel Kurula gelmesi arasında sadece bir hafta bulunmaz. Kanunlaştırma sürecine sivil toplum dahil edilir ve aylarca tartışılır. Bizde ise komisyonda kanun teklifinin anayasaya uygunluğu dahi bilinçli olarak göz ardı edilmiştir.