[24.4.2019] Dün 23 Nisan’dı (1920), bugün 24 Nisan (1915). Bir başka yıldönümü.
Ne Türkçüyüm, ne Ermenici, ne de başka bir şucu veya bucu. Tarihte tuttuğum hiçbir takım yok. İster millî, ister ideolojik, ister sınıfsal anlamda. Bir ara vardı ama kalmadı. Hayli de oluyor kalmayalı. 1 Mayıs 1977 tartışmalarında, güldüm geçtim her şeyde bir “fayda” arayıp, ifşa ettiklerim için “şimdi bunu söylemenin sırası mıydı” diye bana bozulanlara. Gerçeğin sırası diye bir şey yok. Ben de çoktandır geldiğim yerde, sadece gerçeklere bağlı bir tarihçiyim. Benim için mesleğimin icapları başlı başına bir ahlâk. Yanılabilirim, ama yalan söyleyemem, bile bile çarpıtamam. Bundan 73 yıl önce Fuat Köprülü de anlatmış ve çok güzel anlatmış zaten: “… tarihî realiteyi ararken, her şeyden evvel ilmî bir hakikatin hizmetkârı olduğumu unutamam… Esasen tarihi hakikat de, Türk milletinin hakikî menfaatine asla mugayir olamaz” (W. Barthold’un İslâm Medeniyeti Tarihi’nin 1946 edisyonuna giriş notları).
Osmanlı İmparatorluğu’nun nihaî çöküş ve dağılma sürecinde, farklı ve zıt milliyetçilikler arasında karşılıklı boğazlaşmalar başgösterdi. Herkes, şiddet yoluyla “öteki”lerin varlığından arındırılmış birer teritoryalite arayışına girdi. 19. yüzyıldan itibaren, önce Rumeli’de, (benim ailemin kaçıp geldiği) Girit’te, sonra Doğu Karadeniz (Pontus) bölgesinde ve Doğu Anadolu’da, yerel ölçekli ve düşük yoğunluklu etnik savaşlar zuhur etti. Düşman taraflar kendi çetelerini örgütledi ve birbirine karşı terör estirmeye koyuldu. Köy basmak, ekinleri ateşe vermek, ahırları ve hayvanları yakmak, erkekleri öldürmek, kadınların ırzına geçmek… O karanlık çağda hepsi yaptı, “hepimiz” yaptık bunu. Sizlerin ailelerinizde, bu anlamda katiller var mı? Benim var. Muhacir ağzıyla “dobra dobra” söyledim ve söylüyorum. Başka kimlerin kileri veya merdiven altında hangi hayaletlerin saklandığını bilemem. Olabilir de, olmayabilir de. Çoğunlukla telâffuz edilmez böyle şeyler. Tabii bir de, başkasının kahramanının bizim canavarımız, ya da bizim kahramanımızın başkasının canavarı olması durumları var. İşleri büsbütün karıştırıyor. İlk taşı kim attı? Tabii “onlar başlattı, biz kendimizi savunduk.” Problem şu ki, herkes bu iddiada. Konuşma ve yüzleşmeyi çok zor, neredeyse imkânsız kılıyor.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (eski tarihle Doksanüç Harbi) bozgunla sonuçlandığında, Makedonya önce Ayastefanos Antlaşmasıyla Bulgaristan’a, sonra aynı yıl içindeki Berlin Antlaşmasıyla gerisin geri Osmanlı devletine verildi. Ve derhal, rakip Bulgar, Sırp ve Yunan komita’ları ile “eşkiya takibi”ne çıkan Osmanlı jandarması arasında dörtlü bir mücadele alanı haline geldi. Her hücresinden kan ve irin fışkırır oldu. Uzantısında, Balkan Savaşları patlak verdi. Özellikle Bulgar milliyetçiliği, monarşik ulus-devleti ve ordusu, kazandığı topraklarda yerli Türk-Müslüman nüfusa çok zulmetti. Büyük vahşetlerin müsebbibi oldu.
Balkan bozgunu, aynı zamanda 1908’de Hürriyet sloganıyla yola çıkan İttihatçıların, “ittihad-ı anâsır” politikalarını tamamen terkedip Osmanlıcılıktan Türkçülüğe kaymasına yol açtı. Bu yeni, hırslı ve aynı zamanda endişeli Türk milliyetçilerinin gözünde, 1913’te ne kadar gayrimüslim nüfus kaldıysa hepsini toptan şüpheli kıldı. “Bugün değilse yarın ayaklanacak ve bizi arkadan vuracaklar.” Teşkilât-ı Mahsusa tetikçileriyle gerçekleştirdikleri 1913 Babıâli Baskını’ndan, yani darbe içindeki darbeden sonra ülkeyi Mebusan Meclisi’ndeki çoğunluklarına sırt dayamış bir askerî diktatörlükle yöneten Enver-Talât-Cemal triumviri, Ermeni milliyetçiliğinin doğu eyaletlerindeki faaliyetine olsun, İstanbul’daki intelligentsia’sının taleplerine olsun bu gözle bakmaya başladı. Büyük Devletlerin, en başta Rus Çarlığının baskı ve müdahalesi de devreye girdi. Ermeni nüfusun yoğun olduğu vilayetlerde reform talepleri, bu müdahalenin giderek tırmanacağı ve meselâ Girit’in ardından Batı Ermenistanı’nın da önce özerklik, sonra bağımsızlık, sonra Rusya’ya ilhak yolunu izleyeceğinin işareti sayıldı.
1914’e gelindiğinde, çok bilenmiş bir İttihatçı intikamcılığı söz konusuydu artık. Belki henüz net bir plan yoktu, ama buna çok yatkın bir mentalite vardı. Ömer Seyfettin’in Balkan hikâyeleri, özellikle Primo ve Beyaz Lâle, bu bir buçukuncu nesil Türk milliyetçiliğinin, bilimperestliği ve dolayısıyla her türlü sahte-bilime inanmaya yatkınlığı içinde, ne kadar Sosyal Darwinci bir “kuvvet haktır” ve “sadece en güçlüler hayatta kalır” havasına girmiş olduğunu fazlasıyla yansıtır. Madalyonun diğer yüzünde, hemen bütün Rumeli yitirilmiş ve elde avuçta sadece şu fakir ve yoksul Küçük Asya kalmıştı. İstanbul da düşecek olsa (ki 1877-78 ve sonra 1912’de ramak kalmıştı), herhalde son çare Anadolu’da direnmek olacaktı. Ama orası da emin değildi ki. Zira çok sayıda Rum ve Ermeniyi barındırıyordu.
Savaşın patlak vermesi, bu açıdan üçlü savaş ağalığının lehine oldu. Gerek İngiltere ve Fransa, gerekse Rusya düşman tarafta kaldı. Bu da Ermeni milliyetçi partileri ve aydınları izole etti, Büyük Devletlerin olası himayesinden yoksun bıraktı. Ve bu ortamda, pre-emptif (önleyici) bir eylem kararı alındı. O hınçlı, korkulu, güvensiz İttihatçı milliyetçiliğinin bütün birikmiş öfkesi, gelip Osmanlı Ermenilerinin tepesine patladı.
İşte bu, artık yerel, yatay ve düşük yoğunluklu bir etnik savaş değil, dikey bir devlet müdahalesiydi. Ne yaptılar, nasıl yaptılar? Burası çok detaylı operasyonel tarif ve açıklamaların yeri değil. Geçmişte çok yazdım zaten. Başkaları da yazdı; delindi sessizlik ve inkâr duvarı. Bir tek alıntı yapacağım: anlamı ve önemi tartışılmaz bir birincil kaynaktan; özbeöz yerli ve millî bir kaynaktan — sapına kadar İttihatçı ve hattâ İttihatçıların Meclis-i Mebusan reisliğine getirdiği, siyasî kadroları arasında dördüncü adam denebilecek Halil Menteşe’nın hatırâtından (bkz İsmail Arar, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları [Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986]). Savaş patladığında Halil Bey Almanya’dadır. İki ay kalır ve döner; gerisini s. 215-216’dan aktarıyorum:
“Tren Ayastefanos [Yeşilköy] istasyonunda durunca orada beklemekte olan Talât merhum vagonuma geldi. ‘Anlat bakalım Halilciğim, şu Ermeni tehciri için Berlin’d eneler konuştun?’ dedi. Alman ricalile bu mesele hakkındaki muhaverelerimizi nakledince gülerek dizime vurdu: ‘Halilciğim ben senin günahını aldım. Halil gelirse maneviyatım üzerinde tesir yapar, şu işi bitireyim, ondan sonra gelsin, kararımı verdim, meğer yanlış yapmışım’ dedi.
“İstanbul’da, bir gün Yerebatan’da oturduğu eve gittim. Talât’ı telefon başında buldum. Halinde normal bir vaziyet gördüm. Yüzü simsiyah, gözleri kan çanağına dönmüş. ‘Aman Talatçığım ne oldun? Pek anormal bir hal içinde görüyorum’ dedim. ‘Sorma. Tahsin’den (Erzurum Valisi) Ermenilere dair bir takım telgraflar aldım, sinirlerim bozuldu. Sabaha kadar uyuyamadım. İnsan yüreğinin dayanacağı bir şey değil, fakat ben onlara yapmasaydım, onlar benimkine yapacaktılar. Nitekim yapmaya da başlamışlardı. Millî mevcudiyet kavgası’ dedi.”
Üç yerdeki siyahlar bana ait. Şimdi sıra, lisans, hattâ lise düzeyinde basit bazı metin analizi sorularında. Sizce (1) Talât Paşa, Halil Beyin “maneviyatı üzerinde” nasıl bir tesir yapacağından endişe etmiş olabilir? Niçin “şu işi” Halil gelmeden “bitirmeye” kalkmıştır?
(2) “Onlar benimkine yapacaktılar” diyor. Biraz önce kullandığım pre-emptif(önleyici) eylem deyimi yerini buluyor mu? (3) “Ben onlara yapmasaydım” diyor. Sizce Talât Paşa, Ermenilere “insan yüreğinin dayanamayacağı” türden ne/ler yapmıştır? (4) “Millî mevcudiyet kavgası” ifadesinin Sosyal Darwincilikle ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? (5) Keza bu ifade, (a) 1915’te Ermenilere ne amaçla bir şeyler yapılmış olabileceğine ve (b) sonucun ne olduğuna, en azından ne olmasının istendiğine, nasıl bir ışık tutmaktadır?
Sonucu biliyoruz ama gene de söyleyeyim, sadece o kadarını. Talât Paşa amacına ulaştı. Osmanlı Ermenilerinin “millî mevcudiyeti” sona erdi. 1915 başlarında Osmanlı tâbiyetinde 1.5 milyon dolayında Ermeni yaşıyordu. Yokoldular. Geriye birkaç bin kaldı. Adına ne derseniz deyin. İster etnik temizlik (ethnic cleansing). İster imha (extermination, annihilation). İster katliam (massacre). İster kitlesel cinayet (mass murder, Völkermord). İster Büyük Felâket (Medz Yeghern). İster soykırım (genocide).
Kelimelere takılmayalım. Tarihsel anlayışımız bakımından, çok şey farkediyor mu?