Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve referanduma sunulan Anayasa değişikliklerinin hazırlanmasında rol almış hukukçu Mehmet Uçum, Sabah gazetesine bir mülakat vermiş. Siyasi alanda gündem oluşturan sistem tartışmalarına ilişkin görüşlerini paylaşmış.
Mülakatta, Cumhurbaşkanlığı Hükümet modeliyle, parlamenter rejimin yol açtığı “hantallığın, çok başlılığın, parçalılığın” aşıldığı; süreçlere tepki veren değil, ön alan; uyumlu ve kolektif çalışan; “en iyi” kararları üretebilen dinamik bir sistem elde edildiği ileri sürülüyor. Üstelik bu “verimlilik” iddiasına pandemide gösterilen performans ve ekonomide alınan kararlar kanıt olarak sunuluyor.
İnsanın bunları okurken gözlerine inanması zor. Neden bu argümanlara başvurdu anlamadım gerçekten. Maske satışını alelacele yasaklayan ama vatandaşlarına taahhüt ettiği maskeyi ulaştırmayı günlerce başaramayan; futbol karşılaşmaları, camiler, toplu taşıma araçları, günlük hayatın kısıtlanması ve kapanma konularında bocalayan ve geciken; gece saat 10’da gece yarısından sonra sokağa çıkma yasağı getirildiğini açıklayıp insanları sokaklara döken; “vaka” değil “hasta” sayısı açıklamayı dünyada ilk akıl edip ülkesinden ve dünyadan bilgi saklayan; kamuoyuna duyurduğu 50 milyon dozun sadece 3 milyonunu, o da duyurduğu tarihten neredeyse bir ay sonra getirebilen bir yönetimden söz ediyoruz. İşler merkezde böyle yürür, aslında yürümezken yerel yönetimlerin yardım ve dayanışma kampanyalarını yasaklayan bir “performans”!
Ekonomide ise, parlamenter iktidar döneminde biriktirdiği 130 milyar doları faiz ve büyüme saplantısı yüzünden kuru tutabilmek için saçıp savuran; Merkez Bankası’nın yedek akçesine el koyup tüketen; dünya para basar, evine çekilmek zorunda kalan insanlara karşılıksız ödemeler yaparken, IBAN numarasıyla vatandaşından para toplamaya çalışan; evet, olabilecek en kolay halkla ilişkiler operasyonuyla afet bölgelerine bakanlarını gönderip fakat “deprem fonları nerede” sorusunu cevapsız bırakan bir yönetim bu…
AK Parti ve Erdoğan’ın “çok başlı, hantal, parçalı” parlamenter sistem döneminde yaptıklarıyla “proaktif, kolektif, dinamik” başkanlık rejimi yıllarında yaptıklarını kıyaslayın bakalım. Ekonomik büyüme, kişi başı gelir, Merkez Bankası’nın kasası, döviz rezervi, istihdam… Sağlık, konut, ulaştırma, sosyal yardımlara erişimde gerçekleştirilen iyileştirmeler… Bütün bu başlıklar miting meydanlarının değişmez konularıydı. Erdoğan sayılar vermeye, dinleyenler alkışlamaya doymazlardı. Ne zamandan beri bu konuların konuşmalarda hiç yer almadığına dikkat ettiniz mi? Bugün dünyada o günlerde olanın iki katından fazla para stoku var. Sıfır faizle fonlarda yatıyor, akacak kanal arıyor. Geçmiş yıllarda milyarlarca dolarlık yatırımı bu topraklara çekmeyi başaran iktidar şimdi en yüksek faizi veriyor ve istediği kaynağı bulamıyor. Nedeni üzerinde düşünmeye değmez mi?
Gerçekleri bükmenin de bir sınırı var.
Adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dediğimiz bu Türk usulü yerli ve milli rejim asla “proaktif, kolektif, dinamik” bir yönetim üretmedi. Evet, doğru, merkezi çok güçlendirdi. Her türlü hukuki ve siyasi denetimin dışına çıkardı. Keyfiliği sınırsızlaştırdı. Halkın seçtiği vekilleri işlevsizleştirdi. Yargıçları siyasi baskıya açık hale getirdi. “Hayır öyle olmadı” diyebilir misiniz? Yasalar Cumhurbaşkanlığı sarayında hazırlanmıyor; hakimlerimiz özgürce, tarafsız ve bağımsız karar veriyor; Anayasa ve yasalar asla çiğnenmiyor diyebilir misiniz? Gerçi, “ekonomi ve pandemi çok iyi yönetildi” denilebiliyorsa bu sorulara da böyle cevaplar verilebilir günümüz Türkiye’sinde.
Sonuçta bir kere daha gördük ki “güç” ile “iyi yönetim” aynı şey değil. Ne kadar gücü elinizde toplarsanız o kadar çözüm üretirsiniz diye bir ilke yok. Evet ortada bir güç var ama ülkenin hiçbir temel sorununa çözüm üretemiyor. Bu güç, elinde tuttuğu baskı aygıtlarıyla kendisini korumaya çalışıyor.
Toplumun yarısının düşmanlaştırılması, her muhalifin terör işbirlikçisi ilan edilmesi; muhalefet liderine linç girişimi yapılırken, sokak ortasında parti yöneticileri, gazeteciler organize saldırılara uğrarken güçlendirmekle övündüğümüz başkanın sessiz kalması, performans mı?
Böyle bir yönetimi yarıdan fazla oy aldı diye aklayamazsınız. Her şeyden önce, milli irade dediğiniz, elle tutulmazlığına sığındığınız kavram, ulusun bütün fertlerini kapsar. Çok parçalı bir yapıdır toplum. Toplumun yarısına yaslanıp diğer yarısını gayrı milli ilan edemezsiniz; iradesini yok sayamazsınız, temel haklarına dokunamazsınız. Ne kadar sert olursa olsun eleştiriye, milli çıkarları sizden farklı tanımlama özgürlüğüne, şiddet dışı, meşru, adil siyasi rekabete katlanmak zorundasınız. Bunlar ortak medeni yaşantının temelini oluşturur. Biz büyük davanın insanlarıyız, muhalefet küçük çıkarların çamurunda oyalanıyor mugalatasını da bırakmak lazım artık.
Yönetimler meşruiyetini yalnız çoğunluğun desteğinden almazlar; meşruiyetin kaynağı hukuktan, kuralların herkesi bağlıyor olduğunun kabulünden, dokunulmaz hakların tanınmasından geçer. Bu ilkeler, içi boşaltılmış, eskitilmiş klişeler gibi geliyor kimi insanlarımıza belki. Oysa arkasında çok acılı bir tarih yatıyor. İnsanlık büyük yıkımlardan, kaoslardan geçerek ulaştı bu değerlere. Kafa göz yararak kuruldu medeni hayat.
Özetle, bu sistem ve bu sistemi yaratan zihniyetin yüceltilecek bir yanı yok.
Yasama, yürütme ve yargının birbirinden net çizgilerle ayrıldığı; hukukun tarafsız ve bağımsız işletilerek herkesi bağladığı, denge ve denetleme mekanizmalarının incelikle tasarlandığı, temel hakların güvenceye alındığı bir sisteme ihtiyacımız var. Yani, yeni ve büyük bir uzlaşmaya.
Çok önemli bir temsil gücünü elinde tutan Erdoğan’ın tercihleri ülkenin kaderi üzerinde etkili olacak kuşkusuz. Ondan bir rota değişikliği bekleyenlere şimdilik umut veren bir tutumu olmadığı açık. Ancak, muhalefetin göstereceği performansa bağlı olarak, bu yolda direnip seçimleri kaybetmekle makul bir uzlaşma arasında bir tercihle karşı karşıya kalabilir. Değişen küresel dinamiklerin de vereceği kararların üzerinde etkisi olması beklenebilir.
Umalım ki bugünkü rejim ve zihniyette ısrar etmesin, uzlaşıcı bir çizgiye yönelsin.
Bu tür sağduyu çağrılarının, bugünün kutuplaşmış, hınçlı Türkiye’sinde çok az kulağa hitap ettiğinin farkındayım elbette. Fakat sokağa kadar inme belirtileri veren bu çatışma ve toplumsal kopuşun kimseye hayır getirmeyeceği de çok açık.
Heyecanlı alkışların değil, sakin aklın peşine düşmek gerek.