Yargı, Türkiye’de her dönem iktidarın egemenlik aygıtlarından biri olmuştur.
Cumhuriyetin başındaki “Üç Aliler Divanı” adıyla anılan İstiklal Mahkemeleri;
Ardından ikide bir ilan edilen “Örfi İdarelerin” gerekleri için kurulan “Örfi İdare Mahkemeleri”;
Örfi idarelerin Türkçeleştirmesiyle ilan edilen Sıkıyönetimlerin gereği için kurulan Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri;
27 Mayıs 1960 yılında ilan edilen kimine göre Devrim, kimine göre Darbe olan rejimin mahkemesi “Yüksek Adalet Divanı”;
Ardından gelen 12 Eylül 1980 darbesiyle oluşan Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri;
Nispi olarak 90’larda sona eren Sıkıyönetim Mahkemelerinin hemen ardından kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri;
Bu mahkemelerin bitiminden hemen sonra toplumda FETÖ Mahkemeleri adıyla anılan Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri;
“Hocaefendi hazretleri”nin aslında FETÖ olduğunun anlaşılmasından hemen sonra; yani bu günlerin yargısının oluşması için kurulan, işi yalnızca insan tutuklamak olan Sulh Ceza Hakimlikleri ile birlikte çalışan ve adalet yerine zulüm saçan bugünün “Fiili İhtisas Ağır Ceza Mahkemeleri.”
Rejim, rejim değil, adeta sigaraları uç uca ekleyerek içen bir azılı sigara tiryakisi; biri biterken ondan sonra gelecek olanın alt yapısı hazırlanıyor ve hiç ara vermeden şiddetini bazen sabit tutarak bazen ise arttırarak devam ettiriyor.
Yukarıdaki mahkemelerin hepsinin ortak bir noktası var. Devlet denen yapının baskı aygıtı olması.
Devletimiz toplumuna o tarih itibariyle nasıl bakıyorsa bu mahkemeler de o bakışın değneği oluyor.
Bir de şu savunma olmasa!
Her şey iyi güzel de şu savunmayı ne yapacağız? Karar hazır cepteyken bir avukat savunma diye ortaya çıkıp itiraz ediyor ve sular bulanıyor.
Yukarıdaki devlet/mahkeme ikilisinin planlarını bozmaya çalışan avukatlar her dönem bu mahkemelerin, dolayısıyla siyasi iktidarın hışmına uğrar. İktidar ve onun oluşturduğu yargı hemen her dönem savunmayı ortadan kaldırmak, o da olmazsa zayıflatmak ister.
Bu devlet faaliyetinin son örneği olan “çoklu baro” ucubesi ile yeni tanıştık. Şahikalara ulaştık.
İşte İstiklal Mahkemelerinden bu güne Türk yargı pratiği budur.
Ve bu pratiğini en veciz şekilde dile getiren de “Üç Aliler Divanının” yargıcı Ali Çetinkaya’dır. Ali Çetinkaya’nın öbür Ali’lere yargılamalar sırasında sık sık söylediği “Gel de asma Ali Bey” cümlesi konuya aşina olan birçok kişinin aklından hiç çıkmaz:
“Ankara İstiklal Mahkemesi’nde sanıklara suikastla ilgileri hiç sorulmaz, yaptıkları muhalefetin hesabını vermeleri istenir. Mahkemenin 26 Ağustos 1926’da verdiği kararla Cavit Bey, Dr. Nazım, Filibeli Hilmi ve Yenibahçeli Nail Beyler idam edildi.
‘Bu mahkemelerde sanıkların avukat tutmalarına izin verilmez hatta İzmir Suikastı davasında avukat tutmak isteyen milletvekili Şükrü Bey, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya tarafından, ‘İstiklal mahkemeleri dava vekillerinin cambazlığına gelmez’ diye azarlanır. Bu mahkemelere ilişkin bizzat mahkeme başkanlarından Lütfi Müfit Bey, “Bizim belli bir amacımız vardır ona varmak için ara sıra kanunun üstüne de çıkarız” der. (Liberteryan.org. İstiklal Mahkemeleri)
Savunmayı “cambazlık” sayan yargıç tipi, inişlerle, çıkışlarla bugüne kadar gelmiştir.
Şu anda içeride bulunan avukat sayısının ne olduğu Adalet Bakanına sorulmuş, bildiğim kadarıyla yanıt hala gelmemiştir.
Haklarında hiçbir kanıt bulunmadığını benim bildiğim Çağdaş Hukukçular Derneği’nin yöneticileri onlarca yıllık hapis cezaları ile “eza evlerinde” tutuluyorlar.
İmha edilen savunma!
Dediğim gibi Türk yargı tarihi savunmadan hep korkmuştur da imha edilen savunma dünyada pek görülmemiştir.
Geçtiğimiz hafta, tam beş taşınmadan artakalan evdeki arşivimi bürodaki arşivimle birleştirmeye karar verdim. Ayıklama faaliyeti sırasında yıllar önce Yassıada Yargılamalarını konu alan bir çalışma nedeniyle tuttuğum klasörü tam yerine yerleştirirken, o davada yapılmış olan avukat savunmasının bir de ekinin olduğunu gördüm. Bir dergi formatında basılmıştı ve 18 sayfadan ibaretti. Kabında “MÜDAFAA EKİ” yazılıydı.
Tam asıl savunmanın yanında dosyalıyordum ki; ikinci sayfasında şu ibareyi gördüm:
“HER HAKKI MAHFUZDUR
MEHAZ GÖSTERİLEREK
DAHİ İKTİBAS OLUNAMAZ”
Şaşırdım!
İlk kez bir savunma metninde böyle bir ibare görmüştüm. Böyle bir ibare olsa olsa akademik yayınlarda olabilir. Hele de mehaz bile göstererek iktibas olunamayacağına daha çok şaşırdım ve incelemeye başladım.
Ve son sayfanın iç tarafında gördüğüm ibretlik paragraf bugüne kadar kimsenin dikkatine çarpmaksızın öyle duruyordu:
“Gerek müdafaanın aslı gerek bu eki resmi ve mesleki ihtiyaç nispetinde, Örfi İdare makamlarının nezareti altında 625 adet basılmış ve baskıyı müteakip kurşun kalıplar İstanbul emniyet mensupları huzurunda imha edilerek keyfiyet zabıtla tesbit olunmuştur.”
Anlaşılan darbeciler yaptıkları hukuk cinayetinin farkında. Konuyu akıllarına göre Yassıada’nın içinde tutmak istiyorlar. Savunma, mahkemenin dışında yaygınlaşırsa yaşanan ve yaşatılan rezalet de yaygınlaşacak.
Savunmanın daktilo ile yapılmasını yasaklayıp matbaa yolunu seçtirmişler. Kalıpları imha ettikten sonra hala ortalarda dolaştırıldığı anlaşılırsa büyük bir ihtimalle avukatları sorumlu tutacaklar.
Savunmayı kaleme alanların kendilerini sıkıyönetimin hışmından korumak için “Her hakkı mahfuzdur. Mehaz gösterilerek dahi iktibas olunamaz” uyarısı bu pasajdan sonra yerli yerine oturuyordu.
Yassıada avukatlarının çilesi bununla bitmiyor, arkasından zamanın İstanbul Barosu geliyor.
Nasıl oluyor diyeceksiniz değil mi?
O zaman okuyun!
‘‘Sabık iktidarın zaman-ı idaresinde hukuka aykırı fiil ve hareketleri ika veya bunlara iştirak sebebiyle haklarında açılacak davalarda maznun ve davalıların müdafiliğinin İstanbul Barosu’na mensup avukatlar tarafından deruhte edilme(me)sine ve keyfiyetin Türkiye Baroları’na temenni suretiyle teklifine, keyfiyetin umumi heyete arzına ittifakla…’’ (Yücel Sayman’la söyleşi. Hürriyet Gündem. Zor davaların avukatları. 7 Mart 1999).
İstanbul Barosu en zor zamanlarda avukatların yanında yerini almaya çalışmıştır. Ama her kurumun kötü zamanları da vardır. İşte darbeden 4 gün sonra İstanbul Barosu’nun tarihindeki kara bir leke.
İşte Türkiye işte avukatlık.