Geçtiğimiz haftalarda Serbestiyet’te, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefet partilerini “dörtlü çete” diye adlandırmasının ve genel olarak kullandığı dilin “bekâ sorunu yaşayan bir ülkede toplumsal dayanışma açısından sıkıntılı sonuçlara yol açabileceği”ne dair bir yazı yazmıştım. (“Cumhurbaşkanı, Genel Başkan da olunca…”, 26 Şubat 2019) Bu yazı üzerine, Alper Görmüş de 11 Mart günü bu yazıdaki bazı yaklaşımları sorgular nitelikte bir yazı kaleme aldı. (“Liderlerin ‘bekâ’ya gerçekten inanmadıklarının başlıca göstergeleri”, 11 Mart 2019)
Her iki yazının konusu da gündemden düşmeyen ‘bekâ tartışmaları’. Alper Görmüş ile mutâbık olduğumuz noktayı şu şekilde özetlemek herhalde yanlış olmaz: Bekâ kaygısı varsa, böyle zamanlarda liderler halka yönelik mesajlarında kuşatıcı bir dil kullanırlar. Normal olan budur. Ayrıldığımız noktaysa, Alper Görmüş’ün buradan hareketle şu tespite varması: “Türkiye gerçek bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Devlet Bahçeli’nin ülkenin yarısını dışlayan, iten bir dil tutturmaları eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Yalnız bu bile ‘bekâ’ söyleminin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunu göstermeye yeter.”
Bu sebepten bu sonuç çıkmaz
‘Eğer bekâ tehdidi mevcut olsaydı, liderler böyle konuşmazdı; demek ki yok!’ diye özetlenebilecek bu mantığın durumu fazla basite indirgemek olduğunu düşünüyorum. 31 Mart seçim sürecinde bu konunun sık sık propaganda malzemesi yapıldığı, ‘siyasi hedefler doğrultusunda bir araç’ haline getirildiği doğrudur. Ama bu durum, o tehdidin mevcûdiyetini ortadan kaldırmaz, mevcut olmadığına delâlet etmez. Zira ‘bekâ tehdidi’nin mevcûdiyetiyle onun araçsallaştırılması birbirinden ayrı şeylerdir.
Kaldı ki, ‘eğer böyle bir tehdit olsaydı liderler herkesi kucaklardı’ varsayımı fazla idealist bir yaklaşım. Bu mantık, siyasetçilerin belirli bir riskli durum karşısında en doğru, en makûl tavrı alacakları önermesini içeriyor ki; siyasette hayat hiç de öyle akmıyor. İyisi ile kötüsü arasındaki farkın en az olduğu insanlar kimlerdir diye soracak olsanız, herhalde siyasetçiler ilk sırayı kimseye kaptırmazlar.
Bekâ tehdidi varsayımlara mı olgulara mı dayanıyor?
Alper Görmüş yazısında, Türkiye’nin bekâ meselesi söyleminin “olgusal” değil, “varsayımsal” karakterde olduğunu iddia ediyor. Şöyle diyor: “Türkiye’nin bekâ sorununun izahını yapanlar, bir dizi tespite ve onlara dayalı varsayımlara dayanıyorlar. Hepsinin birleştiği ortak nokta da şu: Küresel güçler Türkiye’nin güneyinde bir ‘proje Kürt devleti’ kuracak, o devletin Akdeniz’e erişimi sağlanacak, sonra da Türkiye’yi parçalama işine girişilecek…”
Alper Görmüş’ün ‘varsayım’ dediği şeylerin dayandığı ‘tespitlere’ bir bakalım:
1. Gözümüzün önünde Türkiye’ye komşu iki ülke (Irak ve Suriye) son on yıl (2003-2013) içinde târumar edildi. Bu ülkeler artık başkentlerinden yönetilemez hale geldi ve devlet olma vasıflarını yitirdiler. Sonuç, Türkiye’ye bir taş atımı mesafesindeki yerlerde yüz binlerce ölü ve yaralı, “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük mülteci dramı.”
2. Irak ve Suriye’nin bu hale gelmesinde en önemli rolü oynayan Amerika, şimdi de Türkiye’nin öteki komşusu İran’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. (İran’dan sonra sıranın hangi ülkeye geleceğinden, ‘varsayımların’ alanına girer diye hiç bahsetmiyorum.)
3. Dünyanın en büyük gücü Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin 35 yıldır savaştığı bir örgütle ‘ittifak ilişkisi’ne geçmiş ve örgütü 2014 Ekim ayından beri silahlandırıyor. 2014 Ekim’inden bu yana resmî rakamlarla 23 bin tır silah örgüte aktarılmış.
4. Suriye’deki savaş şartlarından yararlanarak bu ülkenin Türkiye sınırı boyunca, kuzey bölgelerinde, doğuda Kamışlı’dan batıda Cerablus’a kadar 400 kilometre uzunluğundaki bir alan etnik Kürt milliyetçiliği peşinde koşan ve bu zeminde Türkiye ile savaşan bir örgütün kontrolüne verilmiş durumda.
5. Amerika, bu örgütü ‘müttefiki’ ilân edip silahlandırırken Türkiye, 15 Temmuz 2016 günü talimatı yine Amerika’dan verilmiş bir askerî darbe girişimine mâruz kaldı. Bu vesileyle, Türk ordusundaki generallerin yarısının Amerika’da mûkim Fethullah Gülen’den talimat aldıklarını, onun kontrolünde olduklarını öğrendik. Bu generallere, Türkiye’nin Suriye sahasındaki özel kuvvetlerinin başındaki isim de dâhildi.
Şimdi soralım, bunlar ‘olgu’ değil mi?
Peki bu olgular bize bir şey anlatmıyor mu?
“Bekâ tehdidi”nden ne anlamalıyız?
Eğer “bekâ tehdidi”nden devletin tarih sahnesinden silinmesini anlıyorsak, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehlike bu değildir.
Peki nedir?
Bize göre Türkiye için “bekâ kaygısı”nın iki boyutu var: Birincisi ülkenin toprak bütünlüğüne, iç savaş riskini de barındıracak şekilde yöneltilmiş, Amerika’nın PKK/PYD’ye siyasi ve askeri desteğiyle stratejik boyut da kazanmış tehdittir. İkincisi ise, Türkiye’nin, şu veya bu yollarla tahripkâr bir istikrarsızlık (destabilizasyon) sürecine sürüklenerek yeniden ‘kontrol edilebilir’ bir ülke haline getirilmesi… 15 Temmuz darbesi başarılı olsaydı, Türkiye işte öyle ‘kolu kanadı kırılmış bir parya memlekete’ dönüşecekti.
“Hayır, dönüşmeyecekti” diyebilen var mı?
15 Temmuz gecesi Türkiye için bekâ kaygısının, hem de hiç beklemediği bir zamanda zirveye çıktığı ‘an’ idi. Türkiye, 15 Temmuz hamlesini akâmete uğratarak bağımsızlık bildirisini yeniden ilân etmiş oldu.
‘Halkın hissetmediği’ bekâ tehlikesi olur mu?
Elbette olur.
“Bekâ tehdidi” denilen hâlin halk tarafından ‘vakitlice’ hissedileni de var, ‘iş işten geçtikten sonra’ fark edileni de. (Zaten bu sebeple “bekâ tehdidi”ni farketmek halktan önce devletin, kanaat önderlerinin, aydınların sorumluluğundadır.)
Tarihimizde bu iki hâle de misaller vermek mümkün.
Hem Alper Görmüş hem de ben, Görmüş’ün ifadesiyle, “Mustafa Kemal’i yazılarımıza davet ettik”; o minvalde devam edelim. Önce bir soru: Mustafa Kemal Osmanlı Devleti’nin bir “bekâ tehdidi”yle karşı karşıya olduğunu ilk ne zaman fark etmişti? Bu sorunun cevabını Ali Fuat Cebesoy, ‘Sınıf Arkadaşım Atatürk’ kitabında veriyor. Mustafa Kemal, daha İkinci Meşrutiyet’ten (1908) önce Selanik’te bir İttihat ve Terakki üyesiyken arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Onlara (mealen) söylediği şudur: “Devlet, bugün bir tasfiye tehlikesiyle karşı karşıya. Bize bir hayat hakkı tanımayacakları ortada. Bu tasfiyeyi en hafif zararla atlatabilmemiz için bunu düşmanlarımızın değil, bizim yapmamız lazımdır.” (Mustafa Kemal’in yaptığı, o gün için ihanet, bugün için vizyon olarak görülebilecek bir değerlendirmeydi ve esasen Misâk-ı Millî’nin de taslak haritasını çıkartmıştı.)
Acaba Mustafa Kemal, o gün o “bekâ kaygısı”nı dile getirir ve çareler ararken Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘ahâli’nin kaçta kaçı vaziyetin bu kadar vahim olduğunun farkındaydı?
Bir başka örneği İttihatçıların devirmeye çalıştığı Sultan Hamid’den verelim. Acaba Sultan Hamid başında bulunduğu devletin ağır bir ‘bekâ tehdidi’ ile karşı karşıya bulunduğunu ilk ne zaman anlamıştı? Bu sorunun cevabı da bellidir: Cihan Harbi’nin patlak verdiği 1914’ten çok önce; yani İngiltere ile Rusya’yı birbirlerine karşı oynayarak yürüttüğü denge siyasetini artık sürdüremeyeceğini anladığı anda. (Sürdüremezdi, zira İngiltere, Avrupa’da yükselen ‘Alman tehdidi’ karşısında Rusya’yla pazarlığa oturmuştu ve Rus çarına bu destek karşılığında istediği şeyi vermeye hazırdı. O şey İstanbul ve Boğazlar’dı.)
Soralım şimdi: Sultan Hamid, bu tablo karşısında “bekâ tehdidi”ni iliklerine kadar yaşamaya başlamışken, bırakın imparatorluğu, İstanbul’un Türk halkı, hatta onun da yarısı, başa gelecek felâketin farkında mıydı acaba? (İngiliz ve Rus imparatorlarının en meşhur pazarlık masalarından biri olan ‘Reval Buluşması’nın tarihi Haziran 1908’dir; Cihan Harbi’nin başlamasına daha 6 yıl var.)
Bekâ tehlikesinin halk tarafından hızlıca fark edildiği zamanlar yok mudur? Vardır. Türkiye’nin tarihinde bunun da örnekleri var. Elbette Alper Görmüş’ün yazdığı gibi, İstiklâl Harbi’nde insanlar Mustafa Kemal’in liderliğinde bir kurtuluş mücadelesine girerken nasıl bir “bekâ tehdidi”yle karşı karşıya olduklarının artık farkındaydı.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi orduları Balkanlara inerken de; savaştan sonra Sovyetler Birliği, Boğazların denetiminde ortaklık ve Kars’la Ardahan’ı talep ederken de bekâ tehdidi yaşamıştır. O muhataralı zamanlarda tehlikeyi halk da devletle aynı zaman diliminde etinde kemiğinde hissetmişti. (Alper Görmüş’ün yazısında belirttiği gibi, tıpkı Hitler’in Avrupa’yı işgale kalktığında oradaki halkların bu tehdidi yakıcı şekilde hissetmiş olduğu gibi.)
Ama tekrar soralım: 15 Temmuz’da Türk ordusunun yönetiminin Fethullah Gülen’in kontrolüne girmesi Türkiye için “bekâ tehdidi” değil midir? Hem devlet hem millet bu tehdidi ne zaman fark etti? Başlarına bombalar yağmaya başladığı zaman!
Velhasıl, bugün Türkiye’de ‘varsayımlar’ değil ‘olgular’ üzerine kurulu bir bekâ sorunu vardır; süreçlere ‘alıcı’ gözle bakan herkes bunu görür.
“Bekâ tehdidi”ni seçim sürecinde propaganda malzemesi olarak kullananlara gelince… Onların bu seçimde seçmenden sağlam bir Osmanlı tokadı yemesi, nasıl olsa hükümetten ayrılmayacakları da düşünülürse, ülkenin bekâsına bırakın zarar vermeyi, fayda bile getirebilir.