Hayatıyla ve eseriyle beslendiğim bir âlim olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin Meşrutiyet günlerinde ortaya koyduğu tavır, benim nazarımda, âlimin alması gereken tutum ve durması gereken yere dair bir örneklik teşkil eder. Bugünlerde çokça gözümüze çarpan, sıfır sorunlu başka bir gezegende veya paralel bir evrende yaşıyor izlenimi bırakan ‘âlim’ figürüne denk düşer bir tavır değildir onunkisi. Üsttenci bir psikolojiyle kürsüye oturup yargı dağıtır üslupla konuşan ‘âlim’lerinkine benzer bir tutum da değildir. Doğup büyüdüğü Kürdistan’da nicedir ‘Bediüzzaman’ unvanıyla anılan genç bir âlim, memleketi için gördüğü bir ihtiyaca cevap olarak geliştirdiği ‘Medresetüzzehra’ projesini tatbike koyabilmek için İstanbul’a kadar gelmiş; ama Mâbeyn’den öteye bir türlü geçememiştir. İstibdadın bütünüyle toplum ve her bir insan aleyhine sonuçları bir yana, en tepedeki yöneticiyi dahi nasıl bir gönüllü hapsin mahkûmu kıldığını bizzat müşahede ettiği o şartlarda Bediüzzaman, insaniyet için de, ‘insaniyet-i kübra’ olarak tanımladığı İslâmiyet için de ‘öldürücü bir zehir’ olarak gördüğü istibdada karşı, açıkça Meşrutiyetin lehine bir duruş sergiler. O şartlarda söylediği “Şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimâne tahakkümü mahvetsin” sözü onun istibdada karşı takındığı tutumun gerekçesi niteliğindedir. “Meşrutiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim” sözü ise, asırlardır Müslüman dünyaya egemen olduğu için saltanatı ‘İslâmî’leştirip, şimdilerde Batı üzerinden geldiği için anayasal rejimleri ‘gayri İslâmî’ görenlere karşı onun Meşrutiyete neden ve nasıl sahip çıktığının bir izahıdır.
Bizzat bu tutumu takınmakla kalmaz Bediüzzaman. O tarihte İstanbul’da bilhassa limanlarda hamal olarak çalışan yirmi bine yakın Kürdün, kendi ifadesiyle ‘gafil ve safdil olduklarından’ istibdat yanlıları tarafından kandırılıp Meşrutiyet aleyhine bir hareketlenme için kullanılacakları endişesi, onu bu hamallarla bire bir konuşmaya sevkeder. Âlimin görevini medresede ders vermekle yahut camideki vaaz kürsüsünde cemaate hitapla yahut oturup kitap telif etmekle kısıtlı görmediği için, hamal kahvelerini ve onların toplandığı başkaca yerleri dolaşır ve kendilerine meşrutiyetin gerekliliğini anlatıp, Batı üzerinden geldiği için meşrutiyeti kötüleyerek istibdada geri dönüş için onları tahrike kalkışacak olanlara karşı uyanık olmalarını öğütler. 31 Mart sonrasında, ayaklanmada dahli olduğu gerekçesiyle çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesinde yaptığı savunmada anlattığı üzere, kendi ifadesiyle, durum şu şekildedir:
“İstanbul’da yirmi bine yakın Kürtler hamal ve gafil ve safdil olduklarından, müstebidlerin onları iğfal ile Kürt kavmini lekedar etmelerinden korktum. Kürtlerin umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları bir tarikle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde: ‘İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaât etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaât edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet ve zarûret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz. San’at, mârifet, ittifak silâhıyla!.. Ama komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup, hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur…’” (bkz. Divan-ı Harb-i Örfî, 1911)
Bu cümleleri de içeren uzun savunması sonucu beraatini takiben, ondan umdukları ile onda buldukları arasındaki keskin ayrımı dile getiren bir sitemle İstanbul’dan ayrılan Bediüzzaman’ı, doğup büyüdüğü diyarda dağ bayır demeden dolaşarak bu kez aşiretlere meşrutiyeti anlatır halde görürüz. Aylar boyu Kürt aşiretleri arasında yaptığı seyahatlerde, yerleşik veya göçebe ayırmaksızın, Kürt aşiretlerine ‘İstanbul’dan getirdiği müjde’ olarak meşrutiyet idealini anlatır. Uygulamadaki sorunların farkında, dahası mağdurudur; ama bu, bir müddet bulanıp aktıktan sonra asıl rengini bulacağını umduğu meşrutiyet için çaba göstermekten onu alıkoymaz. 1909’da çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesindeki savunması ile aynı tarihte, 1911’de neşrettiği Münazarat, meşrutiyet ve istibdad denkleminde münazaralar ile başlayıp ilerleyen bir eser olarak, aşiretlerle yaptığı bu görüşmeleri içerir. Burada yine istibdadın insaniyete de, İslâmiyete de aykırılığını ısrarla ve tekrarla vurgular Bediüzzaman. Meşrutiyetin ise ‘meşruiyetini’ delillendirir.
Münazarat’ta onun dikkat çektiği bir husus, tek adamın iradesine dayalı otokrat rejimlerin zayıflığıdır. Bir kişinin düşüncesini değiştirmek ve iradesiyle oynamak kolaydır. Dolayısıyla, herşeyin bir tek adamın iki dudağı arasına sıkıştırıldığı bir rejim ‘bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid’ haldedir. Zayıf, dayanaksız, dayanıksız ve istikrarsız. Buna karşılık, hem karar alma hem de alınan kararı uygulama sürecinde kamuoyunun katılım ve denetimini mümkün kılan rejimler, ‘bir demir direk gibi’ sağlam, bir elmas kılıç kadar dayanıklıdırlar. Burada belki de en dikkat çekici husus, Bediüzzaman’ın meşrutiyeti salt seçime indirgememesi, bilakis hem karar alma hem alınan kararları uygulama aşamasında kamuoyu denetimini onun bir alâmet-i farikası olarak resmetmesidir. Bu, demokrasiyi sandığa indirgeyen, ‘çoğulcu’luğu tehdit olarak algılayıp ‘çoğunlukçu’luk üzerinden kendisine meşruiyet devşirmeye çalışan ‘demokrat’ görünümlü ‘otokratlıklar’a karşı da uyanık olma davetiyesi niteliğindedir esasında.
Sözün tam da burasında, istibdat ile meşrutiyet arasındaki farkı, karar alma ve uygulama sürecinde kamuoyunun katılım ve denetiminin varlığı ile yokluğunun sonuçlarına dair bir örnekleme üzerinden anlatır Bediüzzaman. “Avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim” der (ki bu tavır, ‘halk anlamıyor’ kolaycılığındaki elitist tutumlara da bir mukabele niteliğindedir. Herkes hakikatin müşterisidir, mesele insanların anlayacağı usulü ve üslubu bulabilmektir).
Aşiret mensubu avâma, “Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır” diyerek, iki doktor misali üzerinden istibdat ile meşrutiyet (bugüne uyarlarsak: otokrasi ile demokrasi) arasındaki farkı anlatmaya şu şekilde başlar Bediüzzaman: “Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var.” İstibdat bir ‘doktor’ olsa, böyle bir durumda şu tablo ortaya çıkacaktır: Çadırdan dışarı çıkmadığı için, hastalıkları bizzat ve doğru şekilde teşhis yeteneğinden mahrum. Hastalıklar hakkındaki bilgiyi de, etrafını sarmış dalkavuk ve yalancılardan topluyor. Peki, bu durumdaki bir doktor, gitmediği köylerdeki tanımadığı bir hastalık için görmediği bir hastaya gönderdiği ‘reçetesiz, mizansız’ bir ilaçla neye yol açar? Onun gönderdiği ilaçla hastalar şifa mı bulur, yoksa ölüm mü onları bulur? Meselâ, açlıktan kaynaklanan bir karın ağrısını, hastayı ve içinde bulunduğu şartları görmediği ve dalkavukların getirdiği ‘bilgi’ye dayanarak bunu tokluktan kaynaklanan bir ağrı olarak tanımladığı için ‘istibdad’ isimli doktor tarafından bu hastalığın tedavisi adına hazım ilacı yazıldığında, bu gerçekten tedavi midir? Hayır, bu ancak ve ancak, ‘melekü’l-mevt’e, yani ölüm meleğine yardım etmektir. Nitekim, Abdülhamid’in istibdat rejimi esnasında vuku bulan şey budur. Millet açlıktan kıvranırken, devletin harcamaları veya borçları için sürekli yeni vergi koymak veya mevcut vergi oranlarını arttırmak; yahut ‘eşkıyalık ve husumet derdiyle’ iltihap kapmış bir bünye için, aşiretler arasındaki o husumeti daha da arttıracak şekilde ‘Hamidiye alayları’nı devreye sokmak ve benzeri uygulamalar, karar alma sürecinde kamuoyuna danışmayan ve dayanmayan, uygulamasını da kamuoyu denetiminden azade kılan istibdat rejimlerinin ‘tedavi için’ öne sürdüğü tedbirlerin dahi nasıl öldürücü bir zehir olabildiğinin birer örneğidir.
“İşte mâhiyet-i istibdadın timsâli budur. Zira, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükûmetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz.”
Yani, kendini saraya hapsedip toplumu, hayatı ve dünyayı kendini hapsettiği o saraydan okuyan bir yönetici milletin halini zaten anlayamaz. Anlamasını sağlayacak bir bilgi etrafındaki dalkavuk ve yalancıları aşıp bir şekilde ona ulaşsa dahi, bu kez ‘zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim’ ile anlamak istemez; bu kendisine hata yakıştıracak bir durum olduğu için, olayı başka türlü açıklamaya girişir. Yahut, olup biteni kendi hevesi, hesabı veya endişesi üzerinden okumaya yatkın olan ben-merkezli tabiatı, gerçeğin onun tarafından olduğu gibi anlaşılmasına izin ve imkân vermez.
İstibdat ‘doktoru’nun tedaviye değil hastalığın şiddetlenmesine sebep olan ve son tahlilde hayata değil ölüme hizmet eden bu haline karşılık, meşrutiyet ‘doktoru’nun durumu ise şuna benzer: Her köyü ve köylerdeki her evi dolaşmış, oralardaki çeşit çeşit hastalıkları yerinde görmüş ve teşhis etmiş ehil adamlar, hastalığı da, sebebini de doğru şekilde çadırdaki baş doktora arzederler: Şurada, cehalet hastalığından kaynaklanan baş ağrısı var. Şurada, zaaf-ı diyanet kaynaklı kalb zaafı var. Şurada husumet hastalığından neş’et eden ihtilal sıtması var… Kendisine ulaşan, engellenmeyen ve filtrelenmeyen doğru bilgi ile köyler ve evlerdeki çeşit çeşit hastalığın doğru teşhis ve tarifine bu şekilde kolayca ulaşan ‘meşrutiyet doktoru,’ elbette tedavi için doğru ilaçları yazacaktır. Misal, ilki için fen ilacı, ikincisi için ‘fünunun maarif-i İslâmiye ile mezci,’ üçüncüsü için ‘aynı bütünün farklı parçaları olduğunun idrakiyle birlikte, aralarında adalet ve muhabbetin mezci’ yazacaktır reçeteye… Meşrutiyet, onun ifadesiyle, “işte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahânesinde biçare etfâli helâktan halâs eder.”
Bediüzzaman’ın bir önceki yıl aşiretler arasında yaptığı seyahatte meşrutiyet ve hürriyet üzerine münazaralarını biraraya getirdiği 1911 tarihli Münazarat’ında, ‘kamuoyu katılımı ve denetimi’ni istibdat ile meşrutiyet, bugünün diliyle konuşursak otokratlık ile demokratlık arasındaki en temel farklardan biri olarak tesbit etmesi nicedir dikkatimi çekiyor.
O sebeple, ne zaman kamuoyunun katılımından uzak tutulan veya kamuoyunu manipüle etme taktiklerine yaslanan bir ‘karar alma süreci’yle karşılaşsam ve ne zaman yönetici kadroların uygulamalarının kamuoyu denetiminden kaçırılması gayreti ile yüz yüze gelsem, onun aşiretlere verdiği bu misal üzerinden, bir büyük endişe beni kuşatıyor.
Yazık ki, her defasında, olup biten ile ve en sonunda gelinen yer ile bir kez daha doğruladığı bir büyük endişe…
Ve senelerdir, bu ülke ‘her derde deva’ diye sunulan bir tek adam rejiminin içinde, tam da bu durumda yaşıyor. Her defasında yanlış teşhis ve yanlış tedavi… Siyasal, sosyal, ekonomik, akademik, kültürel, beynelmilel; hangi alanla ilgili olursa olsun, yanlış teşhis, yanlış tedavi… Bu ise durumu iyileştirmiyor, giderek şiddetlendiriyor.
Başka zamanlarda ‘hamaset’in kapattığı açıkları ve arızaları çıplak biçimde gösteren birer makyaj çözücü olarak yaşanan musibetlerin ifşa ettiği ‘kötü yönetim’ -daha doğrusu, ‘yönetememe’- durumu karşısında bizzat musibet mahallerinde vuku bulan ‘çay atma ritüeli’ manzaralarını, yüz on sene önceki şu misal ve şu eser üzerinden okumaya ne dersiniz?
İki doktorun hikâyesi üzerinden yani.
Temsilde iki doktor var gerçi; ama yalnızca biri tedaviye muktedir olabiliyor…