Kendisini kusursuz bir ben olarak inşa ettiği derecede takdire şayan olacağını zanneder kimileri. Ama benim gözümde en ziyade takdire değer kişiler, hatadan öğrenenlerdir. Bakışı, görüşü, bilgisi ve düşünüşü kısıtlı bir varlıktır insan; ne bilgisiyle, ne gücüyle herşeyi kavrayıp kuşatabilir; o yüzden hata yapmaya müsait ve yanılmaya açıktır. Hatadır insanî olan; kusursuzluk değil. İnsan hatasız bir varlık değildir; öğrenen bir varlıktır. Dener, yanılır insanlar; bu yanılgıdan öğreneni de olur, öğrenmeyeni de. Denemezse, yanılmaz; ama öğrenmez de. Öğreten bir deneme-yanılma, şımartan bir başarıdan daha mühim gözükür bana. Öğretmeyen, dahası ret ve inkâr edilen bir yanılgıdan üstünlüğü ise tartışmasızdır.
Bu yüzden, insanların hayat hikâyelerini, özellikle de birinci elden yazılmış otobiyografileri okurken, “neler başardım” anlatıları değil de, “nerede hata yaptım, bu hata bana neyi öğretti, nasıl bir ders çıkardım ve bundan sonra hayatım nasıl biçimlendi” kısmı daha değerli gözükür bana. Elbette, eğer böyle bir kısmı varsa… Böyle anlatıları olmayan bir otobiyografi ise gözümde değersizdir, çünkü asıl büyük yanılgı olan ‘yalan’ ile mâlul demektir, çünkü hatasızlık bir insanlık durumu değildir.
Gelin görün ki, ister kitabî anlatımlarda, ister şifahî temaslarda, kusursuz benlik inşaları çıkar sıklıkla karşımıza. Yarım kalmış, ruhsatsız inşalar. Gökdelen niyetine başlayıp çökmüş ontolojik enkazlar… En garibi, bin türlü hatasıyla nice insana zararı dokunmuş kişilerin, hatasıyla öğrendiği için kendisini en fazla geliştiren ve başkalarına da en ziyade faydası dokunan insanların ortaya koyduğu özeleştirinin binde birini bile kendinden esirgeyişidir.
Lâkin bu ülkede özeleştiri sevilmez, kusurunu bilmek ve hele ki ikrar etmek sevilmez; acizlik görülür bu. “Biz hiç hata yapmadık” diyene açılan krediden, “Çok hatalarımız oldu” diyenin pek nasibi olmaz. Hatayı kabul etmek eziklik, kabul etmemek meziyettir. O yüzden, “Bildiğin gibi değil,” “Bir sor bakalım, niye öyle yaptım?” gibi sözlerin bu ülkede yaşanan hayatların en sık tekrarlanan repliklerinden olması tesadüf değildir. Ortada açık bir hata varsa bile, bu başka bir adrese ihale edilmelidir.
Bu duruma bakınca, ‘hatadan öğrenemeyenlerin ülkesi’ diyorum bu ülke için. Hatadan öğrenemeyenlerin ülkesi, çünkü sözümona ‘hiç hata yapmayanların’ ülkesi. Muhakkak bir izahı var olup bitenin, suçun ve kabahatin havale edileceği bir başkası var muhakkak. Evlerdeki konuşmalardan iş toplantılarına, akademik oturumlardan siyaset meydanlarına kadar her alanda tekrar tekrar karşımıza çıkan bir olgudur bu. “Şurada yanlış yaptım, burada hatalıyım, bu söylediğim yanlıştı, bunu böyle söylememeliydim” makuliyetini gerekli kılan o kadar şey vardır ki hayatımızda; ama her hal ve şartta kendini haklılaştırma nedense daha makbul gözükür hep.
Bu, sadece tek tek kişilerle ilgili bir durum da değil. Hatasızlık iddiası, dolayısıyla hatadan öğrenememek, yazık ki kollektif bir özelliğimiz. Bir tür, ‘millî sporumuz’ da diyebiliriz onun için. Hiç yanlış yapmayan, hep kendisine yanlış yapılan bir topluluğuz neticede!
Bu kollektif veçhe, en çok da, tarihe ve tarihî kişiliklere dair söylemlerimizde kendini ifşa ediyor. Evde zaman zaman çocuklara sorarım: “Kendi zamanım için ben hatırlamıyorum da, siz hiç hatırlıyor musunuz, bir ders kitabında ‘Burada da biz haksızdık, şurada bizim yaptığımız yanlıştı’ diye yazdığını ve sınıfınızda böyle bir müzakerede bulunduğunuzu?”
Bilakis, evde, işte, okulda, yolda, sokakta, kürsüde, meydanda; kısacası her yerde ve her zaman hep biz haklıyız, hep onlar haksız, hep birileri bize yanlış yapıyor, bizim yanlış yaptığımız söyleniyorsa bilin bakalım o işin aslı ne… kalıbı üzerinden ilerliyor sözler, kelimeler… Sahada kazansak da masada kaybediyoruz, onlar yenildiği için biz yenilmiş kabul ediliyoruz, herkes bize düşman, dört tarafı düşmanla çevrili, yedi düvel, bütün dünya… diye uzayıp giden, söyleyenin söylemekten, duyanın işitmekten bıkmadığı replikler ise, işte bu zeminden beslendiği için habire tekrarlanıyor. ‘Biz’ hep masum ve mağdur; hep başkalarından sâdır oluyor hatalar, yanlışlar ve kötülükler…
Bir de, söylenmeyen yanlışlar var. Konuşulması teklif dahi edilemez yanlışlar. Sözünü etmenin bile ihanete eşdeğer tutulduğu yanlışlar. Nice fiilî yenilgiler, nice ahlâkî mağlubiyetler, nice haksızlıklar, hatta nice cana kıymalar… Konuşulsa, hatasız benlikler ve hatasız kollektif kimlikler inşası zarar görecek çünkü; o sahte karton kule çabucak çözülüverecek, o temelsiz kusursuzluk gökdeleni çöküverecek.
Sonuçta, hep haklı olduğu, hiç hata yapmadığı için öğreneceği birşey, çıkaracağı bir ders de edinmeden geçip gidiyor hayatlar. Öğrenemediği ve ders çıkarmadığı için de, hata yapmaya devam ediyor kişiler ve topluluklar…
Bir yıl kadar önceydi, bir psikiyatrist arkadaşımızla narsisizm üzerine konuşurken, narsisti tanımak için şöyle bir ayırıcı özellik söylemişti bize: “Narsistin hiç kusuru olmaz, hep açıklaması olur.”
Bu ölçek, bireysel narsisizmlerden öte, bir toplumsal narsisizm illetiyle mâlul olduğumuzu söylüyor bize.
‘Hata yapmayanların ülkesi’ olduğumuz, örttüğümüz yanlışları yok sayıp aşikâr her yanlışa bir açıklama geliştirdiğimiz için de, ‘hatadan öğrenemeyenlerin ülkesi’ olarak kalıyoruz sürekli.
Halbuki, hatadan öğrenerek iyileşeceğiz.
Hatadan öğrenmenin yolu ise, hatalarını kabul etmek ve onlarla yüzleşmekten geçiyor.
İnkâr, yansıtma yahut tevilden değil…