Göçle şekillenen insanlık tarihinde dünya bir kez daha kitlesel göçlerle çalkalanıyor. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi tarafından bu yılın başında yayımlanan “Uluslararası Göç 2020 Raporu”na göre göçmen sayısı 281 milyona kişiye ulaştı. Bu sayı, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 3,5’ini oluşturuyor. Raporda uluslararası göçün son yirmi yılda rekor düzeyde arttığına da dikkat çekiliyor. Yine Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin haziran ayında yayımladığı bir başka rapor 2020’de savaşlar, çatışmalar, uzun süreli krizler, şiddet, ayrımcılık ve zulüm nedeniyle küresel çapta yerinden edilenlerin sayısının 82,4 milyonu bulduğunu söylüyor. Bir başka ifadeyle sadece geçen yıl insanlığın yüzde biri ülkesini terk etmek zorunda kalarak mülteci, sığınmacı hâline geldi.
ABD’nin çekilmesi ve Taliban’ın yönetimi ele geçirmesiyle Afganistan, bugünlerde yeni göç dalgasının kaynağı. Zaten yıllardır göç veren ülke, vatandaşlarının bir kez daha can havliyle kaçtığı ülke durumunda. Afganların her şeyi göze alarak çıktıkları uzun ve tehlikeli göç yolculuğunda asıl rota Avrupa ülkeleri olsa da ulaşabildikleri ülkelerden biri Türkiye. Çok sayıda Afgan için İstanbul yeni adres.
Suriyelilerin ardından yaşanan en büyük uluslararası göç krizinin mağdurları olan Afganlar, yıllar önce İstanbul’a gelen ve kente bir şekilde sığıp varlıklarını kabul ettirenler kadar şanslı değil. Hayatları, devletler arası pazarlıklarla şekillenecek olan bu insanlar, göç dalgasıyla birlikte yükselen ırkçılığın da hedefinde.
Afganistan’dan dünyaya doğru giden bir tramvayda…
Dünya içinde sürekli hareket hâlinde insan. Bir tek kareye hemen her ülkeden insan sığabiliyor artık. Kim yabancı, kime göre yabancı, kim neye göre yabancı? Sınır nerede başlıyor, kimin için başlıyor? Göç İdaresi Genel Müdürlüğü “yabancı”yı resmî olarak “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlık bağı bulunmayan kişi” diye tanımlıyor.
Yabancının tek tanımı olsa da gördüğü muamele muhtelif ve eşitsiz. “Batı”dan gelen bir turistse ya da gelinen ülkenin gelir düzeyi yüksekse, makbul bir “yabancı” olarak sınırı geçmek kolay ve normal. Bunların dışında bir ülkeden, üstüne bir de yoksul ve krizli bir yerden gelenin “istenmeyen” bir yabancıya, sınırın da “namus”a dönüşmesi an meselesi. Tıpkı bugünlerde Taliban’dan ve şiddetten kaçıp, sığınmak için Türkiye’ye gelen Afganlar gibi. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de düzensiz göçmenlere ilişkin uyruk dağılımını yayımladığı tabloda Afganlar ilk sırada yer alıyor. Tabloya göre 26 Ağustos itibariyle, bu yılın ilk 8 ayında 38 bin 341 Afgan yakalandı. Sayı Temmuz başında 25 bindi. Ne onlar için göç yeni bir şey ne de Türkiye için onlar yeni göçmen.
50 yıldır iç savaş, işgaller, dış müdahaleler nedeniyle krizin, yıkımın, şiddetin, yoksulluğun ve insani dramın her türlüsünü görmüş, istikrarın asla sağlanamadığı parçalanmış bir ülke Afganistan. Afgan olmak da dağılmış, paramparça bir hayat demek, tekrar tekrar kurulmaya çalışılan, her defasında denenen… Göç, göçmenlik; sürekli yer değiştiren bir halk için on yıllardır hayatlarına eşlik eden kavramlar. 40 milyonluk ülkenin insanları son göç dalgasıyla yine dünyanın pek çok yerine dağılırken, yıllar önce İstanbul’a gelerek Zeytinburnu’nda tutunup kalmış Afganların oluşturduğu mahallede göçün izini sürüyoruz.
Bir göçün anatomisi: Kaçmak, sığınmak, yerleşmek ya da sınırlar arasında sıkışıp kalmak
Zeytinburnu’nun “yerli” halkı da aslında göçmen. Bulgaristan, eski Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dan gelip buraya yerleşmişler. Sonraki yıllarda ise iç göçle Karadenizliler ekleniyor nüfusa. İlerleyen yıllarda bu kez Asya’dan göç başlıyor. Uygurlar, doğrudan Türkî Cumhuriyetlerden gelenler ve onlara eklenen Afganistan’ın Türk kökenli etnik gruplarından Türkmenler, Özbekler ve Taciklerle, Zeytinburnu bugün İstanbul’un en yoğun göçmen nüfusa sahip ilçesi.
Zeytinburnu’nda birbirine komşu Yeşiltepe ve Sümer mahalleleri ağırlıklı olarak Afganların yaşadığı iki mahalle. Kimin göçmen olduğunu anlamak zor değil ama hangi ülkeden geldiğini ilk bakışta tahmin etmek güç. Her iki mahallenin de açıldığı Bulvar caddesinde biraz yürüyünce göze çarpan tabelalar, dükkânlar göçmenlerin hayatının kısmen yerleşik yüzünü gösteriyor.
Caddede hem konumu hem iki kanatlı yapısıyla dikkat çeken “Amerikanca Kültür” adlı yabancı dil kursu.
Cadde boyunca ilerlerken kucağında çocukla gelen bir kişiye selam veriyorum, maskelerin arkasından zor olsa da konuşmak, geri çevirmiyor, ayaküstü söyleşiyoruz: Adı Hudey Nazar, 64 yaşında, Özbek asıllı Afgan. Kucağındaki torunu Mina. 11 yıl önce savaştan kaçarak gelmişler. 9 nüfuslu bir aile, aynı evde yaşıyor hepsi.
”Taliban çok zulüm yaptı Özbeklere” diyor Hudey Nazar.
Caddeyi bitirip sokağa iniyorum. Caddede pek fazla yer bulamayan Afganların dükkânları sokak içlerinde kendini göstermeye başlıyor.
Birine giriyorum, gayet nazik bir şekilde karşılandıktan sonra sahibiyle sohbet etmeye başlıyoruz. Türkçesi kendini anlatmaya yeterli. O şanslı olanlardan, çünkü kendi ifadesiyle tüccar ve Dubai’den buraya gelmiş. Afganistan-Dubai arası yaptığı ticaret Taliban nedeniyle sekteye uğrayınca İstanbul’a gelip “store”unu burada açmış. Her şey var, yok yok. Geleneksel Afgan kıyafetlerinden kuru gıdaya, kozmetikten meyveye, kuruyemişten içeceklere kadar sayısız ürün satıyor. Ticaret Odasına kayıtlı, vergi levhası da var. Telefonlar sürekli çalıyor, geleni gideni çok.
Oradan ayrılıp karşısındaki dükkâna geçiyorum. Burası küçük bir dükkân. Yanında da bir başka Afganın iş yeri. Afganların iş yerleri de ilişkileri gibi. Bir yerde kümelenmişler ve birbirlerine yakınlar.
“Bizim millet azad istiyor, serbestlik istiyor”
“Pardes, gurbet demek” diyor, ben kaldırımda dükkânı incelerken yanıma gelen Özbek kökenli Afgan. Biraz sonra iki genç Afgan çıkıyor içeriden. Ellerinde birtakım belgeler, hararetle anlatıyorlar. Merak edip soruyorum, yanıt vermek istemiyorlar, fotoğraflarının çekilmesini de. Afganistan’da yaşananlara kayıtsız kalamıyorlar anlaşılan, konuşuyor biri: “Amerika gitti, Taliban’ı bıraktı, o öldürmezse onun yerine DAİŞ öldürür. Hepsini Amerika getiriyor.”
Ardından devam ediyor anlatmaya: “Üç yıldır burdayız ama biz şimdi gidiyoruz Afganistan’a. Orda anne var, baba var, ne yapayım. Burada kalıp ne yapayım. Biz nerede çalışmak, oraya gidiyoruz. Şimdi iş var, sıkıntı yok. Bizim millet ne istiyor biliyon mu, bizim millet azad istiyor, serbestlik istiyor. O adam (Taliban) vermiyor, diyor yok. Orda bu telefon yok, kapat, müzik yok, sadece Kuran.”
Nasıl geri döneceksiniz, diye soruyorum, “bir hafta sonra hepsi rahat” yanıtını veriyor ve hızla ilerleyip sokakta kayboluyor.
Yeşiltepe mahallesinde sokakları adımlamaya devam ediyorum. Çok sayıda market, bakkal benzeri küçüklü, büyüklü Afganlara ait iş yeri var.
Girdiğim birçok iş yerinde konuşmaktan kaçınıyorlar. Sahibi Afgan olan bir marketin yanında mobilya mağazası bulunan Türk kadınla sohbet ediyoruz biraz. Başta çekingen davranıyor ama sonra açılıyor. Görüyorsunuz işte, diyor, her yerde Afganlar var, Suriyeliler var. Mahalleyi anlatırken Afganlardan daha olumlu bahsediyor, en azından yıllardır burada olanları ayrı tutuyor ve devam ediyor: “Yanımdaki dükkânın sahibi Afgan 20 yıldır burada. Allah için çok iyi insanlar. Bugüne kadar hiç sorun yaşamadık. Ama çok geliyorlar artık. Bize iş kalmıyor.” Mağazasının bulunduğu binanın en üst katını gösterip “Geçen hafta bir grup genç Afgan geldi, taşındı. Kalabalıklar. 7-8 kişi. Kimdir bilmiyoruz. Gündüz hiç evden çıkmıyorlar. Sadece akşamları dışarı çıkıyorlar. Kaçak gelmişler ve korkuyorlar yakalanmaktan. Ama biz de onlardan korkuyoruz” diyor.
“İstiyorlar ki Peştun gibi davransınlar, bu dili konuşsunlar, onlar gibi inansınlar. Hiçbir farklılığa anlayış yok”
Mahalle içinde dolaşmaya devam ediyorum. Bir halı mağazasına rastlayıp içeri giriyorum.
Genç biri duruyor tezgâhta. Haber yapmak istediğimi söyleyince biraz tedirgin oluyor ama sorularımı yanıtsız bırakmıyor. Konuğu gibi davranıp zafaran (safran) çayı ikram ediyor. Uzun uzun anlatıyor hayatını. Bölük pörçük bir hikâye, Pakistan’da başlayıp Afganistan’da devam eden ve ardından İstanbul’a taşınan. Gerisini ondan dinleyelim, 21 yaşındaki Özbek kökenli Afgan Serajeddin’den: “Pakistan’da doğdum, 29 Kasım 2000. Ben doğma büyüme Pakistan’daydım. Orada yaşadım, eğitim aldım. Dini eğitim de var, normal eğitim de var, okul tercih edebiliyorsun. Ben din eğitimi de aldım ama babam tacir olduğu için özel okula gittim. Eğitim İngilizceydi. Pakistan bizi sıkmaya başlamıştı. Biz de ailece 2015’te Afganistan’a döndük, Kabil’e. İşimiz oradaydı. Okula devam edemedim, karışıklıklardan dolayı, babam izin vermedi, açıktan okudum, liseyi bitirdim, ondan sonra 2018’de Türkiye’ye geldik ailemle. Bir sene Türkçe okudum hazırlık. Türkçe okumak için abim beni burda bir yurt var, Süleymancılar yurdu var, oraya götürdü. Fatih’te kaldım yurtta, ondan sonra ayrıldım. Ondan sonra yabancı sınavı var üniversite için, ona katıldım, kazandım Edirne Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler’i. İki ay devam ettim, işte korona başladı, geri geldim. Belki İstanbul’da devam ederim, özel bir üniversitede, babam yardımcı olursa.”
Serajeddin’in 9 kişilik ailesi bir evde yaşıyor. Biz alışığız, diyor kalabalık yaşamaya, öyle bir kültürümüz var yani. Biraz sonra babası geliyor, o da katılıyor sohbete. Şeker ikram ediyor bir yandan. Adı Abdülkudus, 63 yaşında.
Neden kaçıyor insanlar Afganistan’dan, diye soruyorum kendisine, Taliban ile başlayan cümleler kuruyor: “Erkeğe sakalını şöyle kes diyor Taliban, hanımlara kapan diyor, hiç af yok. Müslüman müslümandan kaçıyor. Bir de Taliban Peştun. Türkçe konuşsun istemiyorlar. İstiyorlar ki Peştun gibi davransınlar, bu dili konuşsunlar, onlar gibi inansınlar. Hiçbir farklılığa anlayış yok.”
Abdülkudus’un torunları Habibullah 7, Abdullah 9 yaşında. Anne ve babaları Afganistan’da kalmış. Ne zaman bir araya gelecekleri belli değil.
Halı dükkânı Afganların buluşma yeri gibi. Sürekli birileri geliyor, oturuyor, konuşuyor, gidiyorlar. Durumu iyi olmayanlara para desteği veriyorlar, birbirleriyle dayanışma içindeler. İçeriye ağlamaklı hâlde bir kadın giriyor. Adı Melike, 60 yaşında. Afganistan’ın Tacikistan sınırındaki Takhar vilayetinden 4 ay önce kaçak olarak gelmişler; iki oğul, bir kız, bir gelin ve 5 torun ile. 15 gün sürmüş ölümü göze alarak çıktıkları yolculuk. Bazen arabalarla ama daha çok yürüyerek İran üzerinden Türkiye’ye girmişler, ardından İstanbul. Asker olan kocasını Taliban öldürmüş. Bir oğlu yakın zamanda İstanbul’da yakalanmış, geri gönderme merkezine götürülmüş.
Yaşlılar sohbette, kadınlar evde, gençler işte
Dükkânda tanıştığım ve beni evine davet eden 77 yaşındaki Hacı Abdurrahman 11 yıl önce gelmiş İstanbul’a ama ailenin göç tarihi 100 yıl önceye dayanıyor.
Babası Buhara’dan Afganistan’a gelmiş, onlar yıllar sonra Afganistan’ın Bağlan vilayetinden Pakistan’a göç etmiş. Pakistan’dan tekrar Afganistan ve son olarak Türkiye. Oturma izinleri var, henüz Türkiye vatandaşı olmamışlar. “Özbek olduğumuz için biz çok tez kabul gördük” diyor, ayrımcılığa uğradınız mı hiç, soruma karşılık; ama o da yeni gelenler için hayatın kolay olmadığının farkında, İstanbul’da da. “O zamanlar kolaydı, şimdi biraz sıkıntı var. Yollar, her tarafta sıkıntı var. Kiralar pahalı oldu burada. Afganistan karıştı, ondan insanlar çok geliyor buraya. O zamanlar biz rahat geldik.”
8 kız ve 1 erkek çocuğu var Hacı Abdurrahman’ın. Afganistan’da doğan 11 yaşındaki kızı Ayşe zihinsel ve bedensel engelli. Koronadan dolayı tedavisi yarım kalmış, en büyük üzüntüleri o.
Geniş aile için evleri küçük olsa da yetersiz değil. Yerler kıpkırmızı Afgan halılarıyla kaplı. Eşya yok denecek kadar az.
Hacı Abdurrahman’ın eşi Zermina Ulas 52 yaşında. 9 çocuklarından en büyüğü 25 yaşındaki Sıdıka 7 yıllık evli. O Afganistan’da doğmuş, bir kızı ve bir oğlu ise İstanbul’da. Onların evi ayrı. Fotoğraf çekmemi istemedikleri için soru sormakla yetiniyorum. Alıştınız mı buraya, diyorum, alıştık, şimdi ikamet aldık ama vatandaşlık alsak daha iyi olacak, diyor Sıdıka. Afganistan’ı özlüyor musunuz diye soruyorum, orada savaş var, n’apalım mecbur burada, yanıtını alıyorum.
Baba Hacı Abdurrahman ekliyor: “Yok, Afganistan’a gitmek yok artık.” Zermina Ulas da “Türkiye bizim vatanımız, vatanımız burası” diyor ama Sıdıka bazı insanların “Yabancısınız, niye memleketinize gitmiyorsunuz” sorularına maruz kaldıklarını söylüyor: “Onlar da haklı, onlara da hak veriyoruz, çünkü burda da yabancı çok… Dilimiz farklı, vatanımız farklı, onun için bir şey demiyoruz, onlar da haklı diye susuyoruz.”
Diğer kardeşleri Sabera 18, Naile 15 yaşında. İkisi de tekstil atölyesinde çalışıyor. Evin geçimi onların üstünde. Evlenene kadar böyle sürecek. Yaşlı Afganlar ayrımcılık için “hiç görmedik” diyerek geçiştirse de yeni kuşak yaşadıklarını anlatmaktan çekinmiyor. Öyle ki 15 yaşındaki Naile, ilkokuldan mezun olduktan sonra bu nedenle okula devam etmemiş, zaten ekonomik durumları da tüm kardeşlerin okuması için yetersiz. “Irk ayrımcılığından bıktık. En çok okulda, hastanede ve markette yaşıyoruz. Bize ‘niye geldiniz, ülkenize dönün’ diyorlar. Hastanede bakmak istemiyorlar. Okulda para götürmeyince kızıyorlar, kötü davranıyorlar” sözleriyle anlatıyor Naile, kimi Pakistan’da, kimi Afganistan’da, kimi İstanbul’da doğmuş ailesinin göçmen olarak karşılaştığı davranışları. Sabera yeni adım attığı gençliğine rağmen umutsuz ve karamsar konuşuyor: “Hiçbir amacım, hedefim yok, hayalim yok. Mutlu değilim. Sadece çalışıyorum. Ölmekten farklı değil yaşamak benim için.”
Zorluklarla, sıkıntılarla dolu evden çıkıp tekrar mahalle içinde yürüyorum. Apartmanların altı tekstil atölyeleriyle, atölyeler göçmenlerle, duvarlar iş ilanlarıyla dolu.
Sokaklar daha kalabalıklaşmış, çocuklar oyunda; gençler işte, yaşlılar dükkânların, marketlerin önünde sohbette, kadınlar alışverişte… Afganların hayatının özeti kuşaktan kuşağa geçen göçmenlik; hayatlarındaki tek istikrar bu. Tutunmaya çalıştıkları İstanbul’un hengamesinde var-yok gibiler. Çalıştıkları sürece varlar, vatandaşlık alana kadar yok.
5 yıl önce İstanbul’a geldiklerini söyleyen 10 yaşındaki Rıdah (sağda) mahalledeki Türk arkadaşıyla.
’Özbek ve Tacik asıllı iki Afgan, birinin oturma izni, diğerinin vatandaşlığı var.