Ben Orhun Yazıt.
101 yaşımdayım. Yaşımı duyanlar en fazla 95 gösterdiğime yemin ediyor, bazı zevzek üniversiteli çocuklar ise bana Orhun 101 diyerek eğleniyor. Komik mi?
Onlar neyse de, 1940’lı hatunların bana amca demesi gücüme gidiyor. 1960’lara kadar bunu anlayışla karşıladım da, yeter yahu.
Her neyse. Yıllar süren suskunluğun ardından neden şimdi yazmaya karar verdiğimi anlatayım.
Kısaca özetlersek; hayatımın ilk elli senesini kendimi geliştirmeye adadım. Son elli sene ise, doğrusu, artık bir ayağım çukurda düşüncesiyle genellikle evde oturup sudoku çözdüm. Geçtiğimiz günlerde rahmetli hanımım dünyadaki bütün sudokuları çözdüğümü söyleyince dehşete düştüm. Zira kendisi 30 yıl önce bu dünyadan göçmüştü, daha fenası ise artık bütün gün ne yapacağımı bilmiyordum.
Kendime meşgale ararken, neden bunca yıllık birikimimle toplumu aydınlatmıyorum diye düşündüm ve burada yazmaya karar verdim. Bir yerden başlamak lazım.
Peki kimdir Orhun Yazıt?
Beni tanımak için söyleşiler, paneller, hızlandırılmış kurslar yapalım desek, bugün başlasak yıllarımızı alır. O yüzden zamana bırakalım. Orhun Yazıt’ı bu süreç içinde zaten tanıyacaksınız. Daha doğrusu tanıdığınızı zannedeceksiniz. Bir bakacaksınız, hop, hiç tanımamışsınız aslında.
Yine de kendim hakkında birkaç ipucu verebilirim. Kalamış’ta harikulade bir yalıda muhteşem bir bahar günü dünyaya gelmişim. Hemşireler ilk doğduğum anda ağlamadığımı, bunun yerine baş parmağım şakağımda, hımmm sesleri çıkararak etrafı gözlemlediğimi söylüyor. Benden beklenir.
Henüz bir yaşındayken okumayı, iki yaşındayken yazmayı öğrenmişim; hatırlamıyorum. Sekiz yaşındayken dünyada artık öğrenecek çok bir şeyim kalmadığını fark edip kabuğuma çekildiğim ise hafızamda duruyor. Ben bazıları gibi fikir değiştiren, değişen biri olmadım. Sekiz yaşındayken ne düşünüyorsam, bugün de o.
Babam, büyükbabam, onun babası da böyleymiş. Hepsi toplumun en önünde, en bilgili, en aydın insanlar olmuş. Bir kişi hariç…
Bir milyon yıl önce yaşamış büyük büyük dedem.
Kendisi ailemizin tarihinde bir utanç anıtı gibi durmaktadır. İçinde yaşadığı maymunumsu primat toplumunda insanlaşmaya karşı çıkmasıyla bugün bile yüzümüzü kızartmakta.
Büyük büyük dedem ağaçtan inen, iki ayak üstünde yürümeye çalışan tipleri uyarmaya çalışıyormuş… “Bu gittiğiniz yol, yol değil” diyormuş onlara. Onlarsa büyük büyük dedeme ceviz gibi çeşitli kabuklu yemişler fırlatarak, büyük büyük dedemin hareketlerini küçük düşürücü figürlerle taklit ederek, kendi aralarında gülüşerek, aşağılayıcı bakışlarla karşılık vermişler. Büyük büyük dedemin söylediği özetle şuymuş: “İki ayak üstünde durmak bize göre değil, bütün gün muz yemekten şikâyet etmek anlamsız, kişi bir kere insan oldu mu bir daha maymun olamaz, aman dikkat…”
Onlar ise mevcut halin tam bir ilkellik olduğunu, gelişmek istediklerini belirtmişler. “İnsan olursak çok daha farklı şeyler yapabiliriz. İlkel ve vahşi bir maymun olarak kalmak zorunda değiliz” diyorlarmış.
Büyük büyük dedemin, ömrünü adadığı bu çabası sonuç vermemiş. Maymunumsu atalarımız birer birer insan olma yolunda ilerlemiş.
Aile meclislerimizde zaman zaman anlatılan bir hikâye var. Büyük büyük dedemin en küçük oğlu insan olmaya aşırı heves etmiş. Büyük büyük dedem ise bunu bir gençlik hezeyanı görmüş, aldırmamış. Yıllar geçmiş, insana dönüşen atalarımız kendileriyle maymunlar arasında net bir fark olduğunu belirtmek için hayvanat bahçeleri yapmışlar. Büyük büyük dedem de onlardan farklı olduğu için tehdit oluşturduğu gerekçesiyle hayvanat bahçesine kapatılmış. Bir rivayete göre ise onu izlemeyi eğlenceli buluyorlarmış.
Hikâye şu:
Bir gün büyük büyük dedemin kapatıldığı hayvanat bahçesine bir ziyaretçi gelmiş… İki ayak üstünde yürüyen, belki de bu sebeple incinmiş sırtının ağrısından zaman zaman yüzü buruşan bir genç, büyük büyük dedemin bambu parmaklıklarla çevrelenmiş bölmesinin tam önünde durmuş.
“Baba,” demiş, “beni hatırladın mı?”
“Sen oğlumsun,” demiş büyük büyük dedem.
Genç insan şaşırmış. “Nereden anladın?” diye sormuş…
“Baba dedin çünkü” diye yanıtlamış büyük büyük dedem.
Genç insan birkaç saniye sonra “Doğru ya,” demiş. Henüz beyni yeterince gelişmemişmiş.
Sonra kendini toplamış, sırtını dikleştirmiş. Acıyla yüzü buruşsa da diyeceğini demiş:
“Bak baba, ben insan oldum.”
Büyük büyük dedem müstehzi gülümsemiş.
“Ben sana insan olamazsın demedim ki,” demiş, “şey olamazsın dedim…”
Ama lafın devamını getirememiş. Zihninin bir tarafında çok güzel iğneleyici bir laf varmış, ama beyninin buna yetmeyeceğini bildiğinden susmuş ve bölmesine atılan muzlardan yemeye devam etmiş.
Ne zaman bu olay anlatılsa ailecek güleriz, bir yandan da utanç içinde başımızı iki yana sallarız.
Büyük büyük dedem ne kadar yanıldığını maalesef göremedi. Bugün geldiğimiz noktada o ilkellikten tamamen uzaklaştık. Büyük büyük dedemler yaşadıkları yerin etrafını afedersiniz işeyerek belli ederken (şu ilkelliğe bakar mısınız), bugün duvarlar, tel örgüler yapıyoruz. Bizden olmayanı ısırmak yerine aşağılama, hakaret ve hayatı dar etme gibi yöntemlerle topraklarımızdan kovuyoruz. Bu medeniyettir.
Hatta Yunanistanlı insan dostlarımız bu yabaniler duvarı aşmasınlar diye üzerlerine kaynar su döktü (1 milyon yıl önce suyu kaynatacak zekayâ sahip değildik), kimyasal böcek ilaçları sıktılar (bilimsel gelişmeye dikkat), botlarını batırdılar (bu, o primatların aklına bile gelmezdi).
Milyonlarca yıllık sürecin ardından şu geldiğimiz noktayı görseydi, büyük büyük dedem herhalde utanırdı.
Bir sonraki yazıda, hâlâ hayatta olursam, bizden olmayan yabanilerle nasıl daha etkili mücadele edeceğimizle ilgili çözüm önerilerimi okuyacaksınız.
Küçüklerimin gözlerinden öperim. Görüşmek üzere.