Adanmışlık tavrının karşısına ne yerleştirilebilir diye düşünsek…
Hedonizm’i çoğumuz biliriz kavram olarak. Kişisel hazzın peşinde olmayı temel amaç sayan bir felsefi tutumu anlatır. İlk Çağ Yunan felsefecilerinden Sokrates’in öğrencisi Aristippos’un kurucusu olduğu Kirene okulunun öğretisi. Galiba en çok o yakışıyor adanmışlığın ters kutbuna.
Post modern bireyi “hedonist tüketici” olarak özetleyen görüşler çok yaygın. Hiç haksız değiller…
Metropoller hiç durmaksızın, geleneksel toplumun sıkı ağlarından kopmuş; başarı/ kazanma/ tüketme hırsıyla yüklü, özerk, akışkan, uçucu, yüzeysel kimlikler üretiyor. Topluma karşı sorumlu olmak, ötekinin halini içtenlikle önemsemek, çağrı beklemeden el uzatabilmek, başkasını korumak gerektiği zaman kendi isteklerini askıya alabilmek; karşılık aramamak, ne elde ettim sorusuna yüz vermemek…Bunlar, varoluşumuzu ne zaman terk ettiler farkında bile değiliz. Kişisel hazlarımızı sınırlandıracak, bizden zaman, para, emek isteyebilecek dostları yük olarak görmek; oralardan ayaklarının ucuna basarak sıvışmak, zorlukları, kötülükleri görmezden, duymazdan gelmek. Şimdi hayatları bu tutumlar işgal etti. Her koyun kendi bacağını uzatıyor kasaba, buna da birey olmak deniyor.
İnsandan özdeşlik talep eden; kendisini toplam yapıya adamasını isteyen cemaatsal ilişkilere methiye düzdüğüm sanılmasın. Oralara uğradık, o tecrübeyi yaşadık. Zaten seksenlerden sonra “keşfedilen” bireyin bu günkü aşırılığında, hazmedilmemişliğinde; o cemaatsal boğulmanın, kendi referanslarını kuramamış olmanın günahı da var kanımca.
Varlığını sürdürebilmek için hiyerarşik homojen bir bütünlük oluşturabilmenin; rekabette tekniğin, bilginin yerine insan gücünün esas olduğu evreler geride kaldı yeryüzünün büyük kısmında. Modernlik başka bir hayat yarattı. İnsan; bilgi, beceri ve teknikle ilişkili yeni bir bilinçle bakmaya başladı hayata. Geleneksel toplumda kimlik, kişinin içine doğduğu aileden devraldığı bir şeydi. Modernitede insan, gayreti, üretimdeki yeri, bilgi ve becerisiyle kendi inşa etmeye başladı kimliğini. Modernite aynı zamanda birey toplum ilişkilerinde yeni bir kurgu oluşturdu. Ulusa aidiyetle tanışıldı. Büyük idealler, kurtuluş ideolojileri, geniş insan topluluklarını heyecanlandırdı, birleştirdi.
Şimdiyse artık post modern dediğimiz çağdayız. İmajların, sembollerin, modaların hükümranlığı boy gösterdi. Hiçbir şey kalıcı ve bütünlüklü değil. Kimlikler de öyle. Üretimdeki yerin değil tüketim tarzın anlatıyor kim olduğunu- daha doğrusu kim ve ne olmayı arzuladığını…
Hayır tutkusuz değiliz. Tüketme arzusuyla yanıp tutuşuyoruz. Hiçbir nesne, karşılaması gerektiği düz ihtiyacı karşılamak için tüketilmiyor bu çağda. Nesnelerin üzerinden anlam üretiyoruz, statü belirliyoruz. Nerede oturuyoruz, ne yiyor ne içiyoruz… Hangi kafe, hangi mutfak, hangi ayakkabı, çanta, gömlek, araba, hatta ne cins bir kedi ya da köpek (veya hamster mı yoksa) bizim kendimizi iyi hissedeceğimiz kimliğe uygun düşer, sembolize eder? Bu kimlik gerçek mi, hayal mi kim soruyor bunu? Bunların arasındaki sınırın nereden geçtiğini hangimiz biliyoruz? İmajın kendisi çoktan biricik gerçeğimize, arzularımıza dönüşmedi mi? Peki bu kimliğin ömrü ne kadar? Her imaj rüzgarı bırakın varoşları, bir arka sokağa ulaştığında ilk dokunanlar için eskimiyor mu?
Ortak anlam, büyük anlatı, ötekine karşı sorumluluk, hepimiz için iyi… Post modern dünyada bu kavramlar pek yok. Hobi var. “Kişisel gelişim” var. “Pozitif enerjiye koş, negatif enerjiden kaç” var. Sevmek yok “like” yapmak var. Başkası için derinden kederlenmek endişelenmek yok, bunun da bir emojisi var tıklarsın olur biter. Gezmek, hissetmek, yaşadığın o anı içine çekmek yok, derhal instagramlamak var. Akıllı telefonlar, ruhsuz insanlar çağındayız. Sahte, korkak, bencil, yalnız varlıklar olmaktayız giderek; benden söylemesi. Bu yzı bu ruhla giderse hızımı alamayıp pencereden havaya ateş açacağım, durayım:)
Buradan bakınca da geçen yazıdaki “adanmışlığı” arıyor neredeyse insan değil mi? Ama yok. Bu işlerin bir makulü olmalı.
Şu notu düşmeden bitmemeli bu yazı: Post moderniteyi, tezahürleriyle gözler ve tartışırken tek yönlü bir kötülemeyi, karamsarlığı da sevmiyorum. Her şey kötüye gidiyor, ahlak çözüldü, toplum dağılıyor, her yer kaos kokuyor yakınmaları, aslında geçmişte de hiç yaşanmamış bir “altın çağ” özlemi, boş bir nostaljik sayıklama gibi geliyor bana.
Daha önemlisi de şu: Tarihten gelen hiçbir kimlik kendi başına bu post modern değişimin alternatifi ve şifacısı değil. Ne kurtuluş fantezisi üzerinden gidip iyice kirlenmiş komünizan ideolojiler, ne kendilerini muhafazakâr kodlarla tanımladıklarını öne sürenler, ne dindarlığa tutunduklarını ifade edenler… Bütün kimlikler post modern dönüşümden paylarını alıyorlar.
Evet bu işlerin bir makulü olmalı. Var da zaten. Bu çağda da insanlar tek tip değil. Tersine, bütün zamanlardan çok daha fazla çeşitlendi insan türü bugün. Bakın göreceksiniz siz de benim gibi; ötekine duyarlı, kötülüklerin, ayrımcılıkların, acıların farkında olan, ses veren, yaşadığı çevreyle ilişkisini kendi ömrüyle sınırlı görmeyen, gelecek kuşaklara borçlu olduğunu bilen, savaş karşısında kederlenen, savaşın mahvettiği hayatlarla dayanışma sorumluluğu üstlenen, ince zevkleri, anlamlı fikirleri önemseyen, usta işi kalemden çıkmış bir roman karşısında Louis Vuitton çantadan daha çok heyecan duyan velhasıl yukarıda katır kutur giriştiğim insan hallerinden farklı yaşayanların olduğunu…
Varlar ve her zaman da var olacaklar…
Zira, insan bütün çağlarda ahlak üretme kapasitesine sahiptir; buna mecburdur.
Umberto Eco’nun Kardinale laik ahlakın mutlak temellerini açıklarken söylediği gibi, ahlak “öteki” sahne aldığı andan itibaren vardır. Bugün “öteki”lere doğal çevre, hayvanlar da katıldı. Sonuçta insan ötekinin hakkını tanıyıp korumadıkça varlığını sürdüremeyeceğini biliyor.