Fenerbahçe – Olimpiyakos maçı sonrası CHP Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi, avukat Tuba Torun iddialı bir tivit atarak, Fenerbahçe stadının şehrin içinde olmasını eleştirmişti. Stadın şehrin merkezinde olmasını ‘Erkek akıl ürünü bir ilkellik’ olarak niteleyen Torun’un attığı tivite linçe varan tepkiler geldi. Ne de olsa ‘linç‘ bizim ata sporumuzdu ve her fani öyle ya da böyle bu linçten nasibini alıyordu. Torun, gelen tepkiler üzerine paylaşımlarını silip hesabını kapattı. Fakat statların yeri konusunda açtığı tartışma önemli.
İstanbul’da özellikle son yıllarda asla olmaması gereken yapılaşmalar birbirini izlerken, statların şehir dışına alınmasını ortaya atmak, bana çok akıllıca gelmiyor. Hele o statların arazilerine dikilecek yüksek katlı rezidansları, AVM’leri düşündükçe hiç gelmiyor. Benim gençliğimin mabedi olan Ali Sami Yen stadının başına gelenlerin başka statların başına gelmesini asla istemem.
Şehrin içinde yer alan bir stat sadece maç oynanan bir yer değildir, aynı zamanda yaşadığınız yere aidiyetinizi sağlayan unsurlardan biridir. Tuba Torun’un tepkisi bana köyde evlerin arasında yol üstündeki taşlık arazide top oynarken bir anda ortaya çıkan rahmetli dedemi hatırlattı. Dedem maçın en heyecanlı yerinde aniden ortaya çıkar, “Ula kopeliler, kafami şişirdunuz keseceğim topunuzi…” diyerek bizi kovalardı. Nadiren de olsa yakaladığı topu belinde devamlı taşıdığı bıçakla elleri titreyerek keserdi.
Çocukluğum, Rize Şehir stadının çevresinde geçti. Şehrin merkezinde olan stat yaşam alanımızdı adeta. Stadın yanında bulunan liselerin toprak sahasında gün boyu top oynar, devamını da hemen arkasındaki kapalı spor salonunda masa tenisiyle getirirdik. Etrafında bulunan meyve bahçelerinde dolaşıp, mandalina, portakal, hurma ile beslenirdik. Maç günleri abilerden yardım isteyerek stada kaçak girmeye çalışır, çoğunlukla da başarılı olurduk. O statta sadece Rizespor’un maçlarını izlemedim, liseler arası turnuvalarda bolca top da oynadım. Şehir büyüdükçe değerlenen arazisine yakın zamanda AVM ve rezidans yapıldı, stat şehrin hemen dışına, deniz kıyısına taşındı. 15 bin kişilik güzel, kutu gibi bir stat. Fakat yaşamdan koparıldığı için sadece maç günlerinde ziyaret ediliyor, aidiyet duygusu sağlamadığı için maçlara giden seyirci sayısı da giderek azalıyor. Maçtan maça hatırlanan bir yalnızlığa terk edilmişlik…
Fenerbahçe stadı sadece maç oynanan bir yer değildir
30 yılı aşkın bir süre Kadıköy’de Fenerbahçe stadına yakın bir yerde yaşadım. Bir Galatasaraylı olarak maç günlerinin bana zaman zaman ızdırap verdiğini itiraf etmeliyim. Hele Fenerbahçe-Galatasaray derbilerinin olduğu gün mutlaka Kadıköy dışına kaçardım. Fakat oluşturulan kültüre, maç bahanesiyle insanların şenlik havasında bir araya gelişlerine imrendiğimi söylemeliyim.
İnsanlar önce Söğütlüçeşme’de bulunan stadın çevresinde toplanmaya başlar. Fakat onun dışında insanlar Kızıltoprak’tan başlayıp Kalamış’a, Fenerbahçe’ye ve Bostancı’ya kadar uzanan geniş bir hatta, maç bahanesiyle parklarda kafelerde buluşurlar, sohbet edip eğlenirler. Diğer tarafta Kadıköy çarşı içi, Moda ve Yoğurtçu parklarında dolaşılır. Herkes bütçesi ölçüsünde kendine bir yer bulur, mekânlar dolar, çoğunluğu İstanbul’un diğer iki takımı Galatasaray ve Beşiktaş üzerine üretilmiş eril dilli ‘maniler’ yüksek sesle söylenilir. Buradaki asıl duygu, maç izlemekten alınacak hazdan ziyade birlikte olma duygusudur. Tribün tanışıklıkları o masalarda, parklarda pekiştirilir.
O stadı yıkıp daha modernini mesela Samandıra’ya yapabilirsiniz. Hatta değerli arazisi üzerine Ali Sami Yen’de olduğu gibi rezidanslar, iş merkezleri yapabilir, mevcut stadın elde ettiği gelirin çok daha fazlasını kasanıza atarsınız. Fakat Fenerbahçeli olma duygusunu kaybettirirsiniz insanlara. Kadıköy demek biraz da Fenerbahçe stadı demektir. Maç günleri yaşanılan trafik sıkışıklığı, gürültü vb olumsuzluklar bir stadı şehrin dışına göndermenin bahanesi olamaz. Kentin merkezinde yaşamanın günlük akış içinde nasıl bir bedeli varsa bunu da öyle görmeli insanlar.
Ali Sami Yen’in başına gelenler…
Çocukluğum nasıl Rize Şehir stadı çevresinde geçtiyse, gençliğim ve orta yaş yıllarım Ali Sami Yen tribünlerinde geçti. Üniversite yıllarımda Galatasaray’da toplanır arkadaşlarla yürüyerek stada gelirdik. Mecidiyeköy’de arka sokaklarda bulunan birahanelerde ucuz biramızı içer, stada girmeden önce son köfteleri gömerdik. E-5 tarafındaki kale arkasında olurduk genelde, paramız ona yeterdi. Maçta alınan skora göre ya yürüyerek Beyoğlu’na geri döner ya da sessizce, kalp kırıklığıyla evlere dağılırdık. Bu buluşmalar, maç izlemekten çok daha fazlasıydı bizler için. Stadın ulaşılabilir olması, öncesindeki buluşmalar önemliydi. Yıllar sonra stat taraftarın hatta Galatasaray’ın elinden alındı bir şekilde. Seyrantepe’de çok görkemli bir stat yapıldı. Karşılığında Ali Sami Yen’in değerli arazisi üzerine alışveriş merkezleri, rezidanslar yapıldı. Bu takastan elbet birileri çok kârlı çıktı çıkmasına da bunun Galatasaray ve taraftarı olmadığı kesin. Seyrantepe’de birçok Galatasaray maçı izledim, hatta şampiyonluk kutlamasına da katıldım. Ama hiçbiri bana Mecidiyeköy’deki statta izlediğim sıradan bir maçın güzelliğini sunamadı. Hâlâ Mecidiyeköy’den geçerken stadın olduğu yere bakamam, içim acır çünkü. Birçok Galatasaraylı da öyle hisseder…
Şehrin dışında bir yalnız stat
İstanbul’un dışında, 80 bin kapasiteli Olimpiyat stadı var. Görünüşü görkemli… Fakat ülkenin milli takımının bile maçlarını oynamak için tercih etmediği stada izleyici maç izlemeye gitmeyi neden tercih etsin? Şehir dışındaki, kendi yalnızlığına terk edilen bu stadı oyunun içine sokmaya çalışıyor futbolu yönetenler. Bu amaçla iki yıldır Şampiyonlar Ligi finalinin burada oynanması için çaba harcandı. İki maç da pandemi nedeniyle oynanamadı. Diyelim ki pandemi yok, beş yılda bir uluslararası bir final maçı oynandı Olimpiyat’ta, bunun için değer miydi onca masrafa ve emeğe. Kaldı ki İstanbul’da uluslararası maçların oynanacağı harika statlar var şehrin merkezinde. Bu maçları izlemek için yurtdışından gelecek futbol izleyicisi için hangisi caziptir: Şehrin merkezinde bulunan stadın etrafında bulunan yerleri gezip eğlendikten sonra maç izlemek mi, yoksa ‘tüm engelleri aşarak’ şehrin dışında bulunan statta maç izlemek mi? Futbol sadece statlarda izlenen bir oyun değil, bunun öncesi ve sonrası var. Statlarda bayraklarıyla, formalarıyla maç izlemeye giden insanlar da ‘o an’ bir araya gelen kalabalıklardan oluşmuyor. Maça, statta oynanan 90 dakikayı izlemek için gidilmez. Mmaçın oynandığı 90 dakikanın öncesi ve sonrası maçtan çok daha anlamlıdır. O nedenledir ki ne kadar yatırım yapılırsa Olimpiyat stadı yalnızlığa mahkûm bir stat olarak kalacak…
Avrupa’da durum ne
Avrupa’da birçok statta maç izleme şansına sahip oldum. Bunların hiçbiri öyle şehrin dışına atılmış, maçtan maça hatırlanan statlar değildi. Aksine, etrafındaki oyun alanlarıyla, kafeleriyle, restoranlarıyla, maç olsun olmasın şehrin insanlarının zaman geçirecekleri alanlar olarak tasarlanmıştı. Bayern Münih’in yeni stadı Alianz Arena nispeten şehrin dışında gibi görünse de trenle 20 dakikalık mesafede. Stadın etrafında ise başta bira bahçeleri olmak üzere bir sürü tesis var. Münih’te yaşayanların maçlardan bağımsız olarak sürekli yararlandığı bir yaşam ve buluşma alanı. Avrupa’daki birçok kulüp bu statlardan sadece maç günleri değil yılın 365 günü gelir elde ediyor. Sadece gelir elde etmekle kalmıyor, kulübe aidiyet duygusunu pekiştiriyorlar.
Barcelona bu işi en iyi yapan kulüplerden biri. Şehre gelen her futbol sevicisinin yolu bir şekilde şehrin merkezinde yer alan Camp Nou’a düşüyor. Benim de stadı gezme şansım oldu. 50 euro karşılığında bilet alıp stadı gezebiliyor, müzesini ziyaret edebiliyorsunuz. Gittiğimde maç kuyruğu vardı stadın çevresinde. İçeri alınan insanlar stat müzesini gezebiliyor, çevresinde bulunan mağazalardan alış veriş edebiliyor, Barcelona’ya özgü sokak lezzetlerini tattığı gibi restoranlarında yemek yiyebiliyordu. Barcelona’ya benzer bir futbol oluşumunu Türkiye’de Fenerbahçe’nin kurabileceği kanaatindeyim. Çünkü, stadın çevresi ve yeri buna çok müsait. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; dünyada ikinci bir Barcelona yok.