Dünya Kupası elemelerinde Letonya maçının 90+9. dakikasında Burak Yılmaz’ın attığı penaltı golü Kuntz’u göz yaşlarına boğdu. Türk Milli takımının başında ikinci maçına çıkan Stefan Kuntz’un maçın son dakikasında gelen golle duygu patlaması yaşayarak gözyaşlarına boğulması, bir Almandan çok buralılara özgü bir davranış gibi görünse de Türk Milli takımının başında bulunduğu bir aylık süreçte ne kadar baskı altına alındığının göstergesi aynı zamanda… O golle damarlarını dolduran, hücrelerine yerleşen baskıdan kurtuldu. Dünya kupasına gitme ihtimali çok zayıf olsa da umudun sürmesi soğukkanlı Almanı gözyaşlarına boğdu. Belli ki o golü, atıldığı cadı kazanından kurtulmak olarak görmüştü.
Kuntz nasıl gözyaşlarına boğulmasın ki. Türkiye’ye geldiği andan itibaren futbol ulemalarının burun büktüğü, ‘Bula bula bunu mu buldunuz’ dediği biriydi. Öyle ya, Türkiye antrenör yetiştirme konusunda dünyanın en iyi ülkelerinden biriydi. Türk antrenörler Avrupa’nın ve dünyanın en önemli kulüplerinden teklif alsalar da onlar, sahip oldukları yüksek milli duygular nedeniyle turnike sistemi uygulayıp dönerli olarak Türkiye ligindeki takımları yönetmeyi tercih ediyordu. Süper Lig’in 8. haftası sonunda 9 antrenör ‘karşılıklı konuşarak’ çalıştırdığı takımla ‘yollarını ayırmıştı…’
Buradaki sihirli cümle, ”karşılıklı konuşarak yolları ayırma…” Çünkü, bir takımın başarısızlığından ötürü kovulan antrenörün, kısa bir süre sonra başka bir takımın başına ‘kurtarıcı olarak’ geçebilmesi için cümlenin böyle kurulması gerekiyor.
Yıllar yılı futbolun bütün hücrelerine sinen bu dönme dolap sistemi, pekâlâ Türk Milli takımına da uygulanabilir; her maçta takımın başına ‘yerli ve milli’ duyguları güçlü yeni bir çalıştırıcı getirilebilirdi. Fakat federasyon, bu mükemmel formül yerine tuttu yedi yıl süreyle Alman Milli takımı alt yapılarında çalışan Stefan Kuntz’u getirdi. Oysa bizim asıl sistemimiz sistemsizlikti ve başarılarımızı buna borçluyduk.
Hangisi futbol
Pazar ve Pazartesi gecesi bir gün arayla oynanan iki futbol maçı izledim. Fransa ile İspanya arasında oynanan Avrupa Uluslar Kupası finali ile Letonya-Türkiye eleme maçı. İlkinde ne hissettiysem ikinci maçta tam tersini hissettim: Eğer Fransa-İspanya finali bir futbol karşılaşması ise bir gün sonra oynanan Letonya-Türkiye maçı neydi? İlk maçta futbol adına olabilecek her türlü güzellik yaşanırken, ikinci maçta sahada insanı futboldan soğutacak her şey vardı.
Önce futbolu her şeye rağmen hâlâ sevebilmemizi sağlayan maçların sonuncusuyla başlayalım. İspanya, son Avrupa Şampiyonu İtalya’nın kendi evindeki 37 maçlık yenilmezliğine son vererek finale yükseldi. Bu takıma bakınca yine ve yeniden “yeniden yapılanmak suretiyle futbola uzun bir süreliğine damga basmaya hazır” bir İspanya görüyoruz. İspanya böyle: Önemli başarılardan sonra girilen durgunluk dönemi-yeniden yapılanma ve gençleşme-yeni bir başarı dönemi…
İspanya futbolunu baştan aşağı yenileme görevi bu defa Luis Enrique’ye verildi. Enrique, üst düzey futbol kariyerinden sonra uzun yıllar Barcelona alt yapılarında antrenörlük yapmış bir teknik direktör. İspanya’nın alışılagelmiş oyuncuları yerine genç bir takımla geldi Avrupa Şampiyonası’na ve takımı ışıldayan futboluyla geleceğe kendi ülkesi adına umut verdi.
Fransa ise son dünya şampiyonu olmanın ötesinde kadrosunda mevkilerinde dünyanın en iyilerini barındıran bir takım. Messi ve Ronaldo sonrasının en büyük yıldızı gözüyle bakılan Mbappe de bu takımda.
Maçın başlarında sürekli pas yapan ve bunu yaparken de çok hızlı oynayan bir İspanya ile onu Benzema gibi, Griezmann gibi yıldız oyuncularının bile defans yaparak durdurmaya çalıştığı bir Fransa vardı sahada. Fransa, yıldızlarının defansa yardımıyla İspanya’nın baş döndürücü pas trafiğini önlemeye çalıştı. Oyun o kadar hızlı oynanıyordu ki, gözünüzü ekrandan alamıyordunuz. İkinci yarı Fransa, ileri çıkmaya ve gol aramaya başlayınca, oyun masa tenisine benzer oldu. Top bir o kalede bir öbür kaledeydi. Fransa’nın topu direkten döndükten sonra, İspanya karşı atakta golü buldu. Fransa santra yaptıktan sonra Benzema’nın muhteşem vuruşuyla beraberliği sağladı. Bunların hepsi, direkten dönen top dahil iki dakika içinde olmuştu. Sahadaki futbol maçtan çok bir resitali andırıyordu. Mbappe ile öne geçen Fransa, genç oyunculardan kurulu İspanya ataklarını önlemekte güçlük çekti. Tribündeki ve televizyondaki izleyiciler maçın bitmesini istemiyordu. Fakat daha önemlisi, sarf ettikleri onca efora ve yorgunluğa rağmen futbolcular da istemiyor gibiydi.
Fransa kazanmıştı ama İspanya’nın gençleri de alkışı en az onlar kadar hak etmişti. Nitekim, kupa töreninde Fransız oyuncular koridor oluşturarak kendileriyle birlikte izleyicilere muhteşem bir futbol şöleni sunan genç İspanyol oyuncularını alkışladı.
Letonya-Türkiye maçını işte bu şölenden 24 saat sonra izledim. Kendimi futbol adına kandırılmış hissettim. Hatta bir ara “keşke izlemeseydim, futbolun tadı damağımda kalsın” diye düşündüm. Sahada dünya kupasına gitme umutlarını son maçlara taşımak isteyen bir takımdan çok ne yaptığını bilmeyen, yavaş, sürekli hatalı pas yapan oyunculardan kurulu bir takım vardı. Kendi takımlarında başarılı olan bu oyuncuların beş metreye hatalı pas atıklarına tanık olduk. Letonya’yı zaten en son 1924 yılında yenmişti Türk Milli takımı. Son yıllarda oynanan altı maçın beşini berabere bitirmiş, birinde ise mağlup olmuştu.
Sahada insana kurdeşen döktürecek kadar kötü futbolu biraz da mecburiyetten izlerken, Letonya’nın golü geldi. Sonrasında Türk Milli takımında yapılan değişiklikler ve ‘olmak ya da olmamak’ oyunu. Türkiye’nin maç süresince ayakta kalan tek oyuncusu sayılabilecek Cengiz Ünder’in ortası sonrası atılan beraberlik golü. Maçın devamında bir kör döğüşü halleri. Son dakikada kaleci Uğurcan’ın topu kaleden uzaklaştırırken vurduğu uzun top sonrası Burak Yılmaz’ın itilmesiyle kazanılan penaltı. İnsanın yazarken bile sıkıldığı maçı kazanan bir Türkiye ve Kuntz’un göz yaşları. O göz yaşlarını, “Kuntz bize benzedi” diye övgü konusu yapan, bunun sevincini yaşayan ‘futbol otoriteleri’ var Türkiye’de. Keşke benzemese…