Üstümüzden bir büyükelçiler krizi geçti. On ülkenin büyükelçisi Osman Kavala’nın İnsan Hakları Mahkemesi kararına uygun olarak serbest bırakılmasını istedi, Erdoğan ve Bahçeli onları diplomatik açıdan ‘istenmeyen adam’ ilanıyla sınır dışı etmekle tehdit etti, derken büyükelçiler ve Batılı devletler bu isteklerinin Türkiye’nin iç işlerine karışmak olmadığını söylediler, bizim iktidar da teskin oldu. En azından görüntü böyle…
Eğlenceli bir durum, çünkü Türkiye’nin imzacısı olduğu İnsan Hakları Sözleşmesi insan haklarının ülkelerin iç işleri olmadığını söylüyor. Diğer deyişle on büyükelçi bu Sözleşme açısından ‘kusur’ işlemiş, Türkiye’ye müdahil olmuş değiller. Nitekim bu nedenle, Türkiye İkinci Dünya Savaşı yıllarına dönüp 1941 tarihli Viyana Sözleşmesindeki ‘büyükelçiler bulundukları ülkenin iç işlerine karışamaz” mealindeki maddeye atıfta bulunuyor. Ama Batılılar buna da aynı cevabı veriyor: “Bu hareketimiz zaten iç işlerinize müdahale değil…” İktidar ise bunu hiç duymuyor ve Batının geri adım attığını söyleyerek kendince vaziyeti kurtarıyor.
Sonuçta değişen bir şey yok. Kavala belirsiz bir süre daha hapiste kalacak ve muhtemelen bu olay nedeniyle mahkûmiyeti iktidar açısından daha da ‘siyasi’ bir mesele olarak sunulacak. Uyduruk bir davalar silsilesi üzerinden hukukun bir kişiyi sırf hapiste tutmak üzere açıkça çarpıtıldığı bu utanç süreci iktidarı da aşarak ülkeye yapışıp kalıyor, ama engellenemiyor.
Bu olay Kavala’nın durumunu iyileştirmedi… Aksine, hukukun bir argüman olarak tümüyle baypas edilmesine yol açabilecek bir darboğaz yarattı.
Dolayısıyla niçin böyle davranıldı diye sormamız lazım…
Batı Türkiye türü ülkeleri anlamakta her zaman zorlandı. Siyasetin toplumu layıkıyla temsil ettiğine inandıkları için toplumsal değişimi göremediler. Siyaset karşısında ise (kaba kuvvet veya açık şantaj uygulayabildikleri durumlar dışında) çaresiz kaldılar. İlkesel pozisyona geri çekilerek vicdanlarını rahatlattılar.
Durum değişmiş değil… Büyükelçiler girişimini iyi niyete ve idealizme yorabileceğimiz gibi, cehalete de yorabiliriz. Öte yandan Batılı devletlerin ortak hareketi ‘düşünülmüş’ bir eylemin göstergesi. Ne ummuş olabilirler? Türkiye’de iktidarın etkileneceğini ve Kavala’yı serbest bırakacağını mı? Büyükelçilerin bulundukları ülkeyi tanıdığı ve nasıl tepkiler alacaklarını öngörebileceği varsayılır. Böyle bir girişimin iktidara dış politika çıtasını yükseltme ve böylece demokrasi çıtasını düşürme fırsatı sağlayacağını öngörmemiş olmaları mümkün mü? Belki de bunu istiyorlar ve şimdi Türkiye’yi daha da zorlayacaklar… O halde ya Türkiye’nin Rusya’ya yanaşmayacağından çok eminler, ya da iyi niyetli bir beklenti ile Türkiye’de seçmenin ya da ‘kurumsal yapının’ böyle bir durumda iktidarı değiştireceğini düşünüyorlar. Her iki ihtimal de fazlasıyla spekülatif. Bu noktadan sonra aynı yönde zorlamaya devam etseler bir türlü, etmeseler bir türlü… Her iki halde de bizlere Cumhur İttifakının ‘dik duruşuna’ ilişkin bir başarı öyküsü anlatılacak.
Batı 2016 sonrası Türkiye demokrasisinin düzeyi ile ilgilenmedi. Erdoğan üzerindeki etkisi azaldıkça iç politikaya ilişmemeye çalıştı, Rusya ile yakınlaşmadan tedirgin olduğu ölçüde dış politikada sınırlayıcı bir güç olarak davrandı. Biden sonrası insan hakları üzerinden ‘nihayet’ Türkiye üzerindeki baskıların artacağını düşünenler artmıştı. Batılılar da böyle bir niyet taşıyor olabilir. Ama sonuç onların beklediği gibi olmayacak… Batı’dan yansıyan her baskı geri tepecek ve iktidarı güçlendirecek.
Çünkü Batı’nın bu türden zorlayıcı tutumunun Türkiye’de demokrasi açısından olumlu netice vermesinin zorunlu bir koşulu var: Muhalefetin ideolojik özgürleşmesi…
Türkiye’de dış politika ve onun dayandığı ‘Batılı’ algısı millileşmiş bir konu. Söz konusu millileşmenin köklerini 19. yüzyıl son çeyreğine kadar götürmek mümkün, ama asıl ‘kurumsallaşması’ İttihatçı korkular ile Mustafa Kemal’e atfedilen başarı mitinin birleşmesi sayesinde oldu. Devlet dış politika alanında tüm bilgiye sahip, ülke çıkarlarını saptama konusunda kompetan, ilk ve son sözü söyleme hakkına sahip bir özne olarak, sorgulanamaz bir konuma oturdu.
Toplum bunu ‘doğal ve normal’, hatta ‘olması gereken’ bir durum olarak kabullendi. Dolayısıyla devlet adına konuşan kim olursa olsun, onun değerlendirme ve tercihlerinin ‘milli’ bir ağırlığı oldu. Öyle ki dış politikada alternatif yaklaşımlar üzerine kafa yormak giderek tehlikeli bulundu. Çünkü birlik beraberliği zedeleyerek yabancılar karşısında ‘bizi’ güçsüz gösterebilirdi.
Bu özgüven eksikliği halen muhalefetin üzerinde gezinen ağır bir gölge… İç politikada tamamen zıt konumları savunanlar bile iş dış politikaya geldiğinde ‘milli’ çıkarların ardında durma baskısı altında veya gayreti içindeler. Ama hepsi değil… Örneğin HDP’nin farklılığı açık… Çünkü bu parti Türk kimliğini temsil etmiyor.
Aslında toplumsal çoğunluğu temsil eden partilerin kimliksel değil, ideolojik tutumları olması beklenir. Ama Türkiye’de böyle değil ve muhalefet partileri sanki kendilerini bir büyük otorite karşısında kanıtlama, olası endişeleri giderme gayreti içindeler. Sanki Türklüğü yeterince ve meşru olarak taşıdıklarından çok emin değiller.
Çünkü bu ülkede ‘millilik’ Türklük üzerinden konumlanıyor ve Türklük de devlete ait bir kimlik. İnsanlar kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlasalar bile, bu ‘Türklüğün’ ne olduğu, nasıl yaşanması gerektiğini ‘bilmek’ için devlete bakıyor. Devlet Türkler için sadece neyin doğru olduğunu biliyor değil, Türklerin tarihi üzerinde mukayesesiz bir otorite olduğu gibi, eğitim yoluyla da vatandaşları ‘doğru’ kalıpta tutuyor.
Türkiye’de devlet hangi konuların ‘milli’ olduğuna karar veriyor ve her konuyu istediğinde ‘millileştirebiliyor’. Toplumda bunu onaylayan bir ‘hassasiyet’ olduğu varsayılıyor ve bütün siyasi aktörler söz konusu hassasiyete uyum çabası içinde oluyor.
Dış politika ise zaten ‘milli konu’ olarak tasavvur edilmeye çok müsait. En basit dış politika meselesi bile korkuları, tehditleri, özgüven eksikliğini, Türklük ‘bilincini’ ve nihayet devletin tartışılmaz rehberliğini tetikliyor. Erdoğan da bu durumu kullanıyor…
Cumhur İttifakı bir dizi formel devlet organları ve enformel devletçi ağlarla ilişki içinde yürüyor. 2016 sonrası Erdoğan’ın çok güçlendiği, ama 2019 itibariyle devlet kanadının dengeyi yeniden kurduğu bir ilişki bu. Erdoğan ekonomide ve sosyal alanda başarısız oldukça devlet kanadının ittifak içindeki hareket alanı genişliyor. Seçimlere gidilirken Erdoğan’ın önünde kısa bir süre ve sınırlı fırsatlar var. Dış politika bunların başında… Hele Batılılar kendi elleriyle bu fırsatı verirse…
Dolayısıyla Erdoğan’ın büyükelçi girişimine olan tepkisi bu ülke için en ‘doğal ve normal’ olanıydı. Bu tepkinin Batı’dan kopma ile herhangi bir ilgisi yok. Erdoğan ve Türkiye devleti için ‘doğru’ politika, Batı’dan hiç kopmadan ama kopacakmış gibi süreyi uzatmaktan ibaret.
Buradaki ‘süreyi uzatma’ iktidarla ilgili değil. Ülkenin kendisi ile ilgili… Türkiye sorun çözmeyen, onları ertelemeyi marifet gören, kendini kandırmaya çok eğilimli ve de bu ruh halini devlete yaslanarak geçiştirmeye çalışan bir ülke.
Muhalefet her dönemde bu kısır döngünün yapı taşlarından biri olarak işlevselleşiyor. O nedenle demokratik reformları savunan partiler bile dış politikanın ‘gerekleri’ ile karşılaştıklarında utangaçlaşıyor ve paralize oluyorlar.
Muhalefet bu ülkenin kuruluşunda tabulaştırılan ideolojik esaretten kurtulmadıkça demokrasi gerçekçi olmayan bir tasavvur olarak kalmaya devam edecek. Kimlik tahakkümünden sıyrılarak kendimize bakmak, hiçbir konunun ‘millileştirilemeyeceği’ öncülünden hareket etmek gerekiyor.
Çünkü doğruluğu apaçık gözüken bir konunun bile ‘millileşmesi’ nihayette demokrasinin sınırlanması veya çarpıtılması için kullanışlı bir zemin oluşturabiliyor. Muhalefetin neyin ‘milli’ olup olmadığına değil, doğrudan ‘millileşme’ fikrine karşı çıkmasında yarar var. Aksi halde topluma bir başka ‘sakatlanmış’ demokrasi teklifinden öte gidilemeyebilir…
Bu durumda Batı’dan yansıyan ilkeli duruş davetleri de son büyükelçiler girişimi gibi, kof bir iktidarın uyduruk yanıtlarını bile aşmakta zorlanır ve niyetinin tam tersine o iktidara malzeme oluşturabilir.
Ama kendimizi düzeltmek için Batılıların farklı davranmasını bekleyecek halimiz yok. Muhalefetin en azından bir bölümünün kimliği Türklüğe sıkıştıran ideolojik tahakkümden özgürleşmesi, dış politikadan başlayarak millileştirme girişimlerine direnmesi ve bu ülkeye alternatif bir ‘var oluş hali’ önermesi lazım.
Çünkü açık ki muhalefetin tümünün böyle bir perspektifte buluşması zor. Cumhur iktidarını devirmek için bir araya gelme zorunluluğu ise muhalefetin iktidara benzeme riskini pekiştiriyor.
Dolayısıyla belki de muhalefet için doğrusu, anlaşabileceği dar bir zeminde buluşmak uğruna önemli konuları kenara itmek değil, farklılıkları şimdiden ortaya koyarak o farklılıklara rağmen demokratik bir değişimin ilk birkaç adımında anlaşmaya çalışmak ve toplumu bu ‘yeni’ geleceğe davet etmektir… CHP’nin Suriye tezkeresine ‘hayır’ demesi (gerekçe olarak siyasi olmayan sebepler öne sürülmüş olsa da) olumlu bir başlangıç…
Erdoğan’ın ‘devrilmesi’ cazip ve rahatlatıcı bir hedef. Ama değişmesi gereken herhalde (ne kadar güçlü olursa olsun) sadece basit birkaç insan değil…