Afganistan dendiğinde aklıma gelen birkaç şey var: toprağına inanılmaz şekilde bağlı insanların bitmeyen çilesi, bizim İç Anadolu’dakilere benzettiğim köyleri, bitmeyen işgalleri, darbeler ve karışıklıkların yarattığı sefaleti, vaktiyle Anadolu’nun küçücük evlerindeki sohbetlere konu olan mücahitlerin büyük mücadeleleri, Afgan ekmeği, Malatya’daki Afgan evleri, Khaled Hossaini kitapları ve bir de Olivier Roy’un Kayıp Şark’ın Peşinde’si.
Bu benim çok şey öğrendiğim bir kitap. Yalnızca Afganistan’a dair değil aynı zamanda bir saha uzmanı olmanın nasıl olduğunu, sahada çalışmanın ne demek olduğunu öğrendiğim, bana göre denenmiş derslerle yüklü bir metin. Roy’un kendini konumlandırmasına, oryantalizme göz kırpan tavırlarına getirdiğim eleştiriler de yok değil ama nihayetinde her konumlanma -şu an benimki de dahil olmak üzere!- noksan ve sorunludur. Esas önemli olan tutulan konumun, kendi penceresinden görünenleri doğru resmetmeyi engelleyip engellemediğidir. Ve her doğru konumlanma, insanın önce dönüp kendine bakmasına neden olur. Tam da bu yüzden Roy kitabın Önsöz’ünde işe kendini sorgulayarak başlar: “Nihayet bu kitap Şark üzerine bir kitap da değil, zira onun var olmadığını hep biliyordum. Kültür üzerine bir soru bu kitap. Önce benim içinden geldiğim kültür üzerine. Ülkemdeki eski bir azınlık geleneğinden, yaşamış olduğu zulümlerin anılarıyla beslenen bir gelenekten çıkmış olan ben kimim kâh Katolik kâh Jakoben ama daima otoriter olan hakim kültürle nasıl özdeşleşebilirim?” (s.13). Böyle bakınca kitabın değeri aşikâr.
Kitabın başlığının Kayıp Şark’ın Peşinde olmasının nedeni, Batılıların kafasında kurdukları şarkın artık olmadığına bir gönderme; yok öyle bir Şark mesajı. Karısı Şırnaklı Süryani Roy için Şark öncelikle Türkiye’dir ama elbette yeryüzünde hiçbir yer Afganistan kadar Şark değildir. Bu benim için de hep böyle olmuştur. Afganistan dünyanın en Şark’ıdır.
Dolayısıyla Roy’un yaptığı, kendini sorguya çekmek ve bir anlamda kendini anlamak için en benzemeyenin dayanılmaz çekiciliğinin içinde kaybolmaktır. Korkusunun üzerine gitmektir. Afganistan korkuların son bulduğu yerdir. Yeterince haksızlığa uğradığınızda korkularınızdan arınırsınız çünkü. Kendi topraklarınızdan koparıldığınızda korkmak için bir nedeniniz kalmaz.
Olivier Roy, Fransa’nın küçük bir şehrinde felsefe öğretmenliği yapmaktadır fakat -sayısız insanda olduğu gibi- içinde bundan fazlası bir şeyler hissetmektedir: “Yedi yıldır felsefe öğretmenliği yapıyordum, devlet memuruydum elbette, ama bundan ibaret değildim, her şeyden önce bir filozoftum, oysa iyi bir filozof ne toplumsal kişiliğiyle fazla özdeşleşmeli, ne de kendini fazla ciddiye almalıydı.” (s.91).
Dolayısıyla o, sayısız insanın yapamadığını yapmayı seçerek içinde hissettiği fazlası şeyleri bulmanın peşine düşer. Bunun için Afganistan eşsiz bir coğrafyadır. Oraya gitmeli ve kendini bu “tuhaf” kültürün içine olduğu gibi bırakmalıdır. Korkuları silen belirsizliklere maruz kalmalıdır. Tehlikeleri göze almalı ve bir daha hiç dönemeyeceği bir hayata veda ederek işe başlamalıdır. Gerekirse mücahitlerin savaşına da katılmalıdır: “Nihayet hakiki bir gerilla hareketine katılabilecek, dolayısıyla perdenin -egzotizmin, şarkiyatçılığın, kültürün, görünümün- öte tarafına geçip ‘hakiki hayatı’ bulabilecektim. Tuhaf bir biçimde, savaşın hakiki hayat olduğu fikrine sahiptim, çünkü artık hile mümkün olmuyordu, artık etiket ve aldatıcı görünüş kalmıyordu -yanılıyordum elbette; böylece ‘hakiki’ toplumun bağrında olacaktım. Bir nevi hakikat sınavıydı bu ve insana sadece bir kez nasip oluyordu.” (s.96). Bu fırsatı kaçırmaz. Bir kez nasip olan bu hakikat sınavının peşinden giderek yıllarca Afganistan’ın dağlarında, mücahitlerin aralarında, küçük köy odalarında ya da üzerine bombalar yağan yollarda tam olarak ne için yaptığını bilemediği bir yeni dünyanın içine girer. (Ki her gerçek saha çalışması tam olarak böylesi bir ‘sonuçta ne için olduğunu bilememe’ duygusu yaşatır).
Hiçbir zaman mektepli bir araştırmacı gibi davranmadığı için iyi bir saha çalışmacısı olur. Kendi tecrübelerinden ve gözlemlerinden fazlasıyla yararlanır. Kendi kurallarını kullanır. “Bürokrasilerin engellerinden sıyrılıp işlerimi halletmek için bana yardımcı olacak bir başka ders: Mütevazı davranmak, nezaketle yer edinmek, lisanı konuşmak ve kişisel ilişkiler kurmak.” (s.25). Dışarıya yansıyan Afganistan’ın iç taraftaki görünmeyen yüzünü görmeyi çok istemektedir ve bunun için en sıradan, en önemsiz, en görünmeyeni görmenin kritik önemde olduğunu fark etmiştir: “Kartpostallarla işim yoktu artık. Hakiki hayat başlıyordu. Arayışlarımın değişmez bir noktası olacaktı bu: Kültürel yanılsamaya asla esir olmamak ve bir toplumu daha iyi anlamak için onun bayağı halini aramak.” (s.65).
İronik bir şekilde Afganistan’ın aynı anda, en bayağı ve durgun haliyle en hareketli savaş halini iç içe yaşar. Savaş bir halkı tanımak için fazlasıyla öğretici ama aynı zamanda yanıltıcı, acı bir tecrübedir: “Savaş anları daime hakikat anlarıdır: Bunu Afgan mücahitleriyle paylaştığınız vakit, az önce bir pusudan kurtulup sonra kendinizi kış ortasında bir sulama kanalında bulduğunuz vakit, önce kahkahayı basarsınız, sonra gevezelik edersiniz, kendinizi birbirinize çok yakın hissedersiniz.” (s.67). Yanıltıcı tarafı, savaş zamanlarında insanların bütün duygularını ayrıştırmaksızın iç içe yaşamalarından kaynaklanır. Bir noktadan sonra ölümle yaşam arasında duygusal bir fark kalmaz ve bu durum insanın kendini ele vermesine değil boş vermesine neden olur. Her şeyin boş olduğu bir eşik vardır ve bu tür zamanlarda her kültür anlamını büyük ölçüde yitirir. Savaş, yitirilen anlamın geri kazanılma mücadelesidir biraz da.
Bu eşsiz tecrübe ve Afganistan Roy’a elbette ki çok şey öğretir. Sovyetlerin askeri gücünün doruğunda olduğu bir dönemde Sovyet ordusunun “kağıttan kaplan” olduğunu söyleme cesareti gösterir. Ona göre, mücahitlerin kazanacağı kesindir çünkü bu insanlar gerçekte savaşmamakta, inancın zorunlu bir gereğini yerine getirmekte, yaşamla ölümü birbirinde yok etmekteyken Sovyetler tam bir inançsızlıkla savaşmaya ve hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. İslam, İslamcı siyasete dönüşmeden hemen önce en yüksek gücüne ulaşır ona göre ve sonra kaçınılmaz olarak iktidarın konusu olur. Ne var ki ideolojileştiğinde yapısal başarısızlık da kaçınılmazdır. Çünkü böyle olduğunda, “Ya din devleti yok etmektedir, ya da devlet dini yok etmektedir. Şayet İslam Devleti’ne -aslında tüm din devletlerine- getirdiğiniz tanım, devletin sadece Tanrı’nın egemenliğini tanıması ve sadece dini yasayı hayata geçirmesi ise, o zaman devlet kendi egemenliğinden vazgeçer ve artık devlet kalmaz.” (s.129).
Roy’a göre din devletin alanına çekildiğinde esas zarar gören dini düşünce ve inanç olur. Çünkü, “Öncelikle her devlet sekülerdir, çünkü en yalın devlet olgusunun bile bir sekülerleştirme etkisi vardır; teokratik bir devletin söz konusu olduğu durum da dahil, hatta özellikle bu durumda, çünkü daha önce söylediğim gibi dinin yerine devlet karar verir, tersi değil. İkinci olarak, dinin resmi bir ideolojiye dönüşmesi, içindeki her tür maneviyatı boşaltır ve ‘dinselliği’ başka dindarlık biçimlerine doğru kaydırır- Sufizm, bağdaştırmacılık, başka dinlere geçme- ya da dinden uzaklaştırır. O zaman din kendini devletin dışında, hatta ona karşı tekrar inşa eder.” (s.133).
Taliban aslında böylesi bir devlet dışına çekilip yeniden inşa hareketidir. Çelişki şu ki dini düşüncenin yeterince iktidar kazandığında devletin alanına girmesi kaçınılmazdır. Siyaset itikatlaşır, eleştirilemez, aksi düşünülemez doğruların savaş alanına dönüşür. Bunun ardından bir kez daha dinin, iktidarını devlet lehine kaybetmesi ve devletin alanının dışına çıkarak daha “gayri meşru” denebilecek bir yerden yeniden inşası gelir. Bu döngü her tekrarlandığında din daha da radikalleşir ve sertleşir. Taliban hareketi, İslam’ın devletle ve iktidarla olan ilişkisinin bitmeyen döngüsüdür. Bu yüzden gelecekte olacakları kestirmek hiç de zor değildir.
Hayır, Şark kaybolmamıştır fakat ortalıklarda yoktur. Belki de o geçmişte de aslında içten içe ve görünmeyende kendini var etmiş, sandığımız manasıyla hiç var olmamış bir iç gerçekliktir. Savaş ve iktidar mücadelesi kültürün ve dinin içini yok ettiğinden geriye aşırı sertleşmiş, geçirgenliğini yitirmiş kalın bir kabuk kalır. Ve sonra tartışılmaz kimliklere ihtiyaç duyulur. “Kültürler ortadan kaybolmadı elbette, fakat buhrandalar, aksi takdirde kayıp kimlikler üzerine ağlaşmayı keserdik. Bir kimlikten yana olduğumuz an, kültürümüzü kaybettiğimiz andır. Proust’u kimlikten söz ederken getirebilir miyiz gözümüzün önüne? Kültürler artık kültür olarak üstlenilmemektedir, yani kendi lafzına asla indirgenemez içerik olarak üstlenilmemektedir.” (s.223).
Kültür artık bir ideolojidir. Her ideoloji gibi içeriğinden bağımsız bir ikinci anlama daha sahiptir, tıpkı Fransız laikliği gibi: “‘Bir arada yaşama’ kuralı olmaktan çıkan laiklik, bir sahte-ideoloji ve özellikle bir din fobisi haline gelmiştir. Bunun yeni aşırı sağ tarafından tekrar ele alınıp kullanılmasında şaşırtıcı hiçbir şey yoktur, çünkü zaten aşırı sağın temel hatalarından birinin fobi olduğunu düşünüyorum; biyolojik ırkçılık bunun bir fırsat bulduğunda ortaya çıkan bir veçhesidir sadece.” (s.243-44).
Zavallı Afganistan’ın dramı, kadim ve derin bir kültürün iç varlığını terk etmek zorunda bırakılmasıdır. Oysa Şark bunu kaybettiğinde geriye yalnızca anlamsız bir kendiyle savaş kalır.