Çin Komünist Partisi’nin bu yılki genel kurulunda önemli bir karar alındı. Başkan Şi Cinping’in üçüncü dönem başkan olmasını teşvik eden bir karar… Çin’de başkanlar iki dönemden fazla iktidarda kalamıyor ve Şi’nin de ikinci dönemi doluyor. Bir sonraki başkanı seçecek Büyük Kongre gelecek yıl ama sanki herkes ‘tarihin değiştiğine’, Şi’nin üçüncü kez başkan seçilecek ilk kişi olacağına ve (kim bilir) belki daha sonrasında da iktidarını sürdüreceğine inanıyor.
Bu kanaati uyandıran gelişme genel kurulda yapılan bir tespit. Ian Johnson’un Serbestiyet’te yayınlanan makale özetinden anlaşıldığına göre Çin yönetimi ülkenin “tarihi boyunca dünyanın hiçbir yerinde bir yüzyıl içinde yaşanmamış ölçekte değişimlerle karşı karşıya” olduğundan hareketle “bu değişimin getirdiği ihtiyaçlara cevap verebilecek güçlü bir lidere” olan gereksinimin altını çizmekte.
Ayrıca genel kurulun sonuç bildirisinde Şi’nin Komünist Çin tarihinin üçüncü döneminin kurucusu olduğu söyleniyor. Bu dönemlerden ilki ülkenin 1949’da kurulmasından Mao’nun 1976’daki ölümüne kadar gidiyor, ikincisi ise 1978’den 2012’ye kadar Deng Şiaoping ve ardıllarının reform dönemini kapsıyor. Oysa şu an Çin çok daha güçlü olduğu bir dönemde olduğuna göre başkanın da çok daha güçlü bir karakter olması doğal bulunuyor.
İşin belki de en hoş kısmı genel kurul öncesi basına verilen bir ‘mesajda’… Buna göre Marksizm “her toplumsal çağın kendi ‘büyük adamlarına’ ihtiyaç duyduğuna ve böyle adamlar mevcut değilse onları bir şekilde yarattığına” hükmedermiş. Bugün söz konusu ‘büyük adamın’ Şi olduğu ise vurgulanmaya gerek duyulmayacak kadar açık…
Aslında bu hafta başka bir konuda yazacaktım. Ama bu zihin açıcı ve uyarıcı makaleyi okuyunca, sarsıcı benzerlik karşısında teslim oldum. Çin yönetimi ülkenin “tarihi boyunca dünyanın hiçbir yerinde bir yüzyıl içinde yaşanmamış ölçekte değişimlerle karşı karşıya” olduğunu söylerken çok haklı. Muhtemelen bu tespit dünyanın bütün ülkeleri için de aynen geçerli.
Ama burada önemli olan nesnel gerçeklik değil. Onu doğru bir çerçevede kavrayıp içselleştirmek ve böylece ‘toplumun değişme kanunlarına’ uygun bir nesnel eylem pratiği üretebilmek. Bugün birçok ülke kendisine tarihsel büyük planda bakamadığı için geleceği de göremiyor, hayatı bilinçsizce sürdürmekle yetiniyor.
Ama Çin öyle değil… genel kuruldan çıkan tespit ve önermelerden anlıyoruz ki Çin yönetimi başkalarında ender olan bir ‘bilince’ sahip. Bugünün farklılığı ve dolayısıyla ihtiyaçları geçmişin perspektifinden süzülerek geleceğe uzanıyor. Böylece ülkeyi en iyi kimin yönetebileceği de bir anlamda ‘kendiliğinden’ ortaya çıkıyor.
Aynı bilince sahip bir ülke olarak acaba bizim konumumuz ne? Erdoğan 2016 sonrasında bu temayı sürekli gündemde tutuyor. Bugüne dek potansiyelini kullanmamış olan Türkiye’nin şimdi Cumhurbaşkanlığı sistemi (ve tabii ki buna uygun bir lider sayesinde) harekete geçeceği, sadece bölgesinde değil küresel olarak da ağırlığını hissettireceği bir dönemin eşiğinde olduğumuzu söylüyor. Suriye’den Libya ve Akdeniz’e bir dizi başarısızlığa, ABD ile Rusya arasında salınıp her ikisinin karşısında da edilgen kalınmasına rağmen bu retorik ayakta kalabiliyor. Belirsizlikler ve muğlaklıklar Erdoğan’ın mahareti olarak sunuluyor ve tüm bu gelgitler bilinçli bir beka stratejisinin ürünüymüş gibi işleniyor.
Çin ile benzerliğimiz tarihin ‘özel’ bir momentinden geçmekte olduğumuza ilişkin ‘bilinç’ sahibi olmamızla sınırlı değil. Geriye doğru baktığımızda siyasi tarihi de benzer şekilde dönemselleştirmeye yatkınız. 1923’ten 1938’e kurucu liderin tek parti dönemi, savaş yıllarını geçerek 1946’dan 2016’ya çok partili parlamenter sistem ve nihayet 2016 sonrası vizyoner liderliğin taşıdığı ‘yeni kurucu’ dönem…
Arzu edilirse ikinci dönem 1950’den de başlayabilir. Çin’den öğrendiğimize göre dönemlerin biri bittiğinde otomatik olarak diğeri başlamıyor. Mao’nun ölümünden sonraki iki yıl bir geçişi ifade ediyor. Bizde de meşrebimize göre 8 ya da 12 yıllık bir geçiş düşünülebilir. Önemli olan üçüncü dönemin ilk döneme nazire yaparcasına tarihsel devreyi tamamlaması ve bu sayede ülkeye bir sıçrama şansı vermesi.
Şi’nin becereceği ‘hızlı değişim döneminin gerektirdiği güçlü vizyoner liderliğin’ Erdoğan tarafından gerçekleştirilemeyeceği herhalde düşünülemez! Çin’deki gelişmelerden haberdar oldukça Erdoğan çevresindeki birçok kişinin ‘reisi’ bu yönde teşvik etmesi, bu değerlendirmenin onun da aklına fazlasıyla yatması, Bahçeli’nin ise söz konusu retoriğin kendisi için ne denli kullanışlı olabileceğini keşfetmesi herhalde zor değildir.
Üstelik benzerlikler burada da bitmiyor. Şi ikinci döneminin sonunda ve ‘normalde’ yeniden seçilememeli. Seçim ise bir yıl sonra… Bizde de durum kabaca bu. Ancak bizde Meclis’in kendisini feshetmesi Erdoğan’ın yeniden aday olması için yeterli.
Ne var ki bütün saha yoklamaları muhalefetin oyunun belirgin şekilde Cumhur İttifakı’nın üzerine çıktığını ve Erdoğan’ın yeniden seçilme şansının az olduğunu söylüyor. Acaba bu şans nasıl artırılabilir?
Muhtemelen Çin örneğini analiz eden danışmanları Erdoğan’a onun da hoşuna gidecek bu öneriyi yapacaklardır. Seçime gidilirken karşımıza büyük dünya tahlilleri, Türkiye’nin gücü ve potansiyelinin tarihten bugüne analizi, bu ‘kargaşa’ ortamında liderliğin önemi, liderin hareket alanını genişleten cumhurbaşkanlığı sisteminin niçin bir beka unsuru olduğu medyanın temel konusu haline gelebilir.
Bu taktiksel adım iktidarın şansını artırabilir mi? Muhalefet bu tartışmaya hazır olur, günümüz koşullarında ülke hedefleri açısından ihtiyaç duyulan liderlik tipini ve parlamenter sistemin üstünlüğünü tutarlı bir çerçevede anlatabilirse, iktidarın başarılı olma ihtimali kalmayabilir.
Ancak bunun kolay bir iş olmadığını görmekte yarar var. Çünkü ‘ülke potansiyeli-güç siyaseti-vizyoner lider-uygun sistem’ dörtlemesi seçmenlerin büyük kısmına cazip gelebilir. Erdoğan karşıtları bile aslında büyük çapta onun dünyaya, Türkiye’ye ve ideal yönetim şekline ilişkin duygularını paylaşıyor. Erdoğan devreden çıksaydı, onun bakışı ve yaklaşımı ile fazla sorun yaşamayabilirlerdi.
Türkiye halkı 2016 sonrası sadece siyasi sistemini değiştirmekle kalmadı, bunu besleyen bir ideolojik kaymanın da içine girdi. Milliyetçilik daha geçirgen ve muğlak hale gelirken etki alanını genişletti. Buna bağlı olarak ‘kendimizi’ daha geniş bir güçler çatışmasının öznesi olarak görmeye başladık. Kapasitemizi ve potansiyelimizi abartma, bunu yüzeysel tarih malzemesi ile besleme eğilimine kapıldık.
Devletler kendi vatandaşlarına yalan söyler ve bu yalanlar kimliksel kaygılarla sahiplenilebilir. Sezgisel olarak yalanın farkında olur ama gözümüzü kaparız. Şu an artık yalana ihtiyacımız yok… Çünkü palavranın peşinden gitmeye teşne bir halimiz var. Dolayısıyla sezgisel farkındalık da düşük. Siyaseti ve ülkeyi ‘anlıyor’ hissetmek için derinleşmek gerekmiyor. Çoğunluğumuz meşrebine göre ürettiği bir yüzeyselliğin üzerinde siyasi sörf yapmayı yeğleyebiliyor.
Daha önce birkaç kez yazdığım üzere bu durum İttihatçılığın duygusal dünyasıyla fazlasıyla örtüşüyor. Tehditleri hissediyor ve başa çıkamayacağımız için korkuyoruz. İdeolojilere tutunuyor gözüksek de artık onların da çare olmadığını seziyoruz. Özgüvene, birilerinin bize güvence vermesine, rehberliğiyle belirsizliği alt etmesine muhtacız. Erdoğan bunu yapmaya, bu duyguyu vermeye çalışıyor…
Saha çalışmalarına bakarak ‘pek de başarılı değilmiş’ diye düşünebiliriz. Ancak eğer ekonomiyi (örneğin Rusya veya Hindistan’daki gibi) rasyonel bir yönetime teslim edebilseydi belki de şu an söz konusu ‘İttihatçı’ perspektifin niye başarılı olduğunu konuşuyor olacaktık.
Öte yandan iktidarın bir bütün olarak başarısızlığı ve muhtemelen seçimi kaybedebilecek olması, arka plandaki ideolojik/psikolojik kimliksel arayışı ortadan kaldırmıyor. Dolayısıyla muhalefetin bu alanda sözünün olması lazım.
Eğer muhalefet iktidarın oyununu aynen oynamaya kalkar, onun retoriğini daha güçlü tekrarlamanın çare olduğunu sanırsa kazanma şansını zora sokar. Çünkü bu pozisyonun zaten bir sahibi var…
Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları yeniden bir ‘insani zemin’ oluşturma ve buradan hareketle topluma alternatif bir siyasi eksen sunma açısından kıymetli. Ama hem kendi partisi ve ortakları tarafından ne derece sahiplenileceği, hem de toplumsal karşılığının ne kadar olacağı belirsiz. Bu yeni tavrın kıymeti bilinse bile, nihayette romantizmi aşan bir yaklaşıma, ülkeyi bir arada tutacak gerçekçi bir stratejiye dönüşmesi şart.
Dolayısıyla İttihatçılığa prim vermeyen, günümüz koşullarını gerçekçi bir bakışla değerlendiren, Türkiye’nin gücünü ve yeteneklerini nesnel bir zeminde ele alabilen bir çerçeve ile bütünleşmesi lazım. Buradan hareketle seçmenlere (kavruk ve savunmacı milliyetçilikten) farklı bir zeminde kimliksel özgüven aşılayarak, onları dünyanın eşit paydaşları olarak yeniden tanımlayan bir siyasi program ve söylem geliştirmek gerekiyor.
Yine birileri bunun çok zor olduğunu, böylesi ‘entel’ çabalara girmektense iktidarın zayıflamaya devam etmesini beklemenin doğruluğunu, pişen armudun nasılsa ağza düşeceğini öne sürebilir… Haklı da çıkabilirler. Faiz konusunda dini nasları gerekçe olarak sunması, Erdoğan’ın bilinçdışına teslim olduğunun, iç dünyasında bilimsel rasyonaliteden tamamen koptuğunun belirtisi olarak görülebilir ve bunun iktidar cenahında da tepki çekmesi beklenir.
Ancak bu durum iktidarın kendiliğinden çökmesine yol açmayabilir. Çünkü bu tablo karşısında iktidar paydaşları yeni ve farklı şeyler düşünmek zorunda kalacaklardır. Belki Çin örneği burada tekrarlanmaz, iktidar aymazlığını sürdürür, yumuşak bir geçişle parlamenter sisteme ve yeni bir iktidara yelken açılır. Ama belki de bir anda kendimizi daha ‘ciddi’ bir konjonktürle karşı karşıya buluruz.
Dar bir bakışla bile meselemiz iktidarın devrilmesi değil, devrilmeme ihtimalini ortadan kaldırmak olmalı.
Üstelik eğer bu ülkeyi biraz tanıyorsanız, ödevini yapmamış bir muhalefetin kısa zamanda devletçiliğin sularına sığınmak zorunda kalacağını bilirsiniz. Önümüzdeki seçimler iktidar ve sistem değişimini aşan bir imkân sunuyor. Eğer muhalefetin ülkedeki yönetim zihniyetini ve buna bağlı olan ‘makus talihi’ değiştirmek gibi gerçek bir niyeti varsa…