Ana SayfaYazarlar200’üncü doğum yılında Marx

200’üncü doğum yılında Marx

 

Marx’ın 200. doğum yılı nedeniyle bildiğim bilmediğim yüzlerce yazı yazılmıştır (Mülkiye Dergisi özel sayı da çıkardı). Bunlardan sadece iki ünlü çağdaş filozofun kısa makalelerine dikkat çekeyim: Slavoj Zizek, The Independent, 4 Mayıs 2018 ve Peter Singer, Project Syndicate, Mayıs 2018. Başka bir düşünür/filozof söz konusu olsa yazıların kurgusu muhtemelen çok farklı olurdu. Ama söz konusu Marx olunca her ikisi de doğrudan “Marx haklı mıydı, hâlâ geçerli midir” sorularına giriyor. Bu da Marx’ın ayırdedici özelliğine işaret ediyor. Marx’ın analiz yöntemleri ve sosyal gerçekliğe yaklaşımının birçok öğesi bugün sosyal bilim diye bildiklerimizin içinde içselleşmiş durumda. Marx’ı sosyolojinin kurucusu olarak görenlerin sayısı az değil. Onu farklı kılan toplumun geleceğine ilişkin yaptığı net öngörüler. Bugün popüler olan sloganla “daha iyi bir dünya”nın sadece mümkün değil, aynı zamanda bir zorunluluk olduğu iddiasındaydı. Toplumun gelişim yasalarını bulduğu; bunların kapitalist toplumda yarattığı dinamikler gereği, sermaye mallarının kollektif mülkiyetine dayalı bir toplumun oluşacağı inancı ve iddiasındaydı.

 

Marx, Hegel’in tarihin “özgürlük” hedefinde ilerleyen bir süreç olduğu şeklindeki fikrini hiç terk etmedi. Hegel’e göre bu süreç, hepimiz “evrensel aklın = Geist”  parçaları olduğumuzu anladığımızda sonuçlanır. Bireysel akıl bütünde eriyip özgürleşir. Marx’a göre ise özgürlük, işbölümünün dayattığı tahakküm kırıldığı ve bireysel emek genel soyut emeğin bir parçası haline geldiğinde; herkesin emeği aynı şeyin parçası olduğunda; emek değişim değeri (meta) değil kullanım değeri ürettiğinde; doğrudan üreticilerin toplumunda gerçekleşir. Bireysel emek bütünde eriyip özgürleşir. — Sermaye mallarının kollektif mülkiyetine dayalı, iş bölümünün olmadığı bir toplum tahayyülü. Bunu gerçekleştirecek olan da proletaryanın öncülüğünde sınıf mücadelesi. İşte Marx’ın “haklıydı, haksızdı” tartışmalarına konu olan öngörüsü, bu. Yukarıda belirttiğim her iki yazı da bu konuda değerlendirmeleri içeriyor. Zizek proletaryanın klasik Marxist anlamda tanımlayıcı öğelerinin bugün geçerli olmadığını; dolayısıyla da proletaryanın sınıf olarak kendine yüklenen işlevi yerine getiremediğini belirtiyor. Peter Singer Marx’ın temel sorununun “insan doğasına ilişkin yanlış görüşü” olduğunu söylüyor.

 

Ben burada bu insan doğası ve üretim hakkında, modern anlayışlar çerçevesinde bazı tespitlerde bulunacağım. Neoklasik iktisadın bencil, rasyonel, hesapçı bireyi homo economicus’una karşılık, Marx’ın da homo operandi diyebileceğimiz, kendiliğinden sosyal üretici olan bir insan anlayışı var. Buna göre insanlar sosyal doğaları gereği kendiliğinden bir araya gelip üretmek eğilimindedir. Neoklasik iktisatta piyasanın herhangi bir düzenleyici gerekmeden oluşması anlamında kendiliğinden ve doğrudan olması gibi, Marx’ta da üretim herhangi bir düzenleyici gerekmeden kendiliğinden gerçekleşebilir. Komünist toplum tahayyülünün temel varsayımı budur. Mülkiyet ilişkileri ortadan kalkıp kollektif mülkiyete geçilince, üretim bu sayede sekteye uğramadan daha da artarak sürecektir.

 

Günümüzde piyasanın, bırakın kendiliğinden olmayı, düzenleme gerektiren bir kural ve kurum manzumesi olduğu noktasındayız. Bu manzumenin tanımlanıp bağlayıcı kurallar haline getirilmesi de bir otorite, bir  “devlet” gerektiriyor. Devlet, belirli bir dönemde hâkim olan işbölümünün manzumesi olan üretim biçiminin gerektirdiği düzenlemenin aracıdır. Çünkü işbölümüne dayalı ve artı-ürün yaratan üretim kendiliğinden değildir ve düzenlenmesi gerekir. Mülkiyet de bir düzenleme aracıdır. Mülkiyet sahipliği, emeği yönlendirme, işbölümünün gerektirdiği düzenlemeyi yapma olanağı ve hakkını sağlıyor. Marx’ın başka bağlamlarda övgüyle andığı David Ricardo’nun modelinde üç sınıf vardır: işçiler, kapitalistler ve rantiyeler. İşçiler tüketir; rantiyeler (devlet dâhil) harcar; kapitalistler üretimi örgütler, yatırımı ve birikimi düzenler. Rant gelirlerinin zaman içinde kapitalistlere geçtiğini; bunun kısmen, giderek derinleşen işbölümünün işçi sınıfı içinde yarattığı yeni katmanlarla paylaşıldığını düşünebiliriz. Orta sınıfın oluşumu bu katmanların büyümesiyle ilgilidir. Devletin de kapitalist gelişim içinde — bırakın azalmayı — giderek incelen ve dallanıp budaklanan işbölümünü düzenleme fonksiyonu çerçevesinde büyümesi; istihdam içindeki payını arttıran orta sınıfın oluşumu; buna bağlı olarak proletaryanın ise küçülmesi, proleter tanımı ve kapsamının muğlaklaşmasıyla sonuçlanmıştır. Günümüzde sol anlayışın, gerçeği kendi kategorilerine uydurma çabasıyla ve ısrarla “kamu çalışanı, kamu emekçisi” diye niteleyip işçi sınıfı içinde telâkki etmeye çalıştığı bu kesim proleter değildir. İkbali ve devamı devletle kaimdir ve son tahlilde ona sadıktır. Kapitalist mülkiyete dayalı düzenleme, kendi mantığı içinde sistemin birikim gereklerini yerine getirmekte; yeni “sınıflar” ve ittifaklar yaratarak, Marx’ın da öngöremediği biçimde, konumunu güçlendirmektedir.

 

O zaman Marx’ın esas kaçırdığı husus, işbölümüne dayalı üretimin kendiliğinden olmadığı; aksine, genel olarak devlet dediğimiz bir mekanizma tarafından düzenlendiği, korunup kollandığıdır. Üstelik bu düzenlemenin nasıl bir yol izleyeceğini, nasıl dönüşümler yaratacağını, iki sınıfa indirgenmiş bir çelişki modeli çerçevesinde tam olarak öngöremeyiz. Öte yandan, sermaye mallarının kollektif mülkiyeti de bir mülkiyet biçimidir ve ona dayalı üretimin de düzenlenmesi gerekir. Sermaye mallarının kollektif mülkiyetine dayalı “kendiliğinden ve doğrudan üreticilerin toplumu” nasıl olur, hangi mekanizmalarla nasıl düzenlenir, bilmiyoruz. Özellikle de giderek incelen işbölümü nasıl ortadan kalkmış olacak, bilmiyoruz. Marx’ın da bunu demesi gerekirdi. Ondan öğrendiğimiz üzere, toplum ancak çözebileceği sorunları kendi önüne koyar. Bu anlamda komünist proje hiç olmadı, insanlığın önüne henüz çıkmadı. Ne zaman, nerede çıkar; çıkar mı? Bilmiyoruz. Marx, ütopik sosyalistlere yönelttiği eleştiriye kendisi tabi: toplumun henüz gelişmemiş güçlerinde gizli olan çözümü, insan tahayyülünden türetmeye çalıştığı için. Tarih Marx’ın düşüncesinde oluşturduğu biçim ve hızda çalışmıyor.

 

Marx’ın üretimi kendiliğinden sayan ve arka plana atan zaafı, günümüz soluna da sirayet etmiş durumda. Sol genel olarak bölüşümcü. Nasıl daha fazla üretiriz, üretici güçleri nasıl ileriye taşırız, yatırım nasıl olacak gibi sorunlar yerine nasıl bölüşürüz üzerinde yoğunlaşıyor. Bu anlayışın taşıyıcıları da daha çok, hattâ özellikle, devletin yarattığı orta sınıf ideologlar. Bunlar devlet memurluğuyla, kamu çalışanı olmakla sınırlı bir “özgürlük” tahayyülüne saplanmış; üretimde doğrudan yer almayan; kendilerine bölüşümü düzenleyen komitelerde görev almaktan öteye rol biçmeyen kimseler. Nasıl olsa birileri üretir! (Mao “bunların alayını tarlalara göndermeden adam edemeyiz” cinnet noktasına böyle geldi herhalde!) Belki de bu nedenle sol, solcu bir dönüşümden faydalanacağı varsayılan geniş üretici kitlelere cazip gelmiyor.   

 

 

- Advertisment -