Selçuk Çiçek, 1988 Hannover doğumlu. Leibniz Üniversitesi Tarih ve Siyasal Bilimler bölümleri mezunu. Aynı üniversitede Tarih Fakültesinde üç dönem araştırma görevlisi olarak görev yapan ve yüksek lisansını Türk-Alman İlişkileri ve Osmanlı Modernleşmesinde Alman Etkisi konulu tez çalışmasıyla tamamlayan Çiçek, Avrupa’nın en büyük sivil toplum kuruluşlarından Islamische Gemeinschaft Millî Görüş’ün (İslam Toplumu Millî Görüş) Tanıtım Başkanı olarak görev yapmakta. Selçuk Çiçek ile Avrupa’daki Türklerin yaşadığı sorunları, Almanya ve Türkiye ile olan ilişkilerini, yükselen aşırı saği, artan islamofobiyi ve Almanya’da göreve gelen yeni hükumeti konuştuk.
Selçuk Bey, siz Almanya doğumlusunuz, peki aileniz Türkiye’den ne zaman, nereden nereye ve ne için Almanya’ya göç etmişti?
Sivas’ın Hayırbey Köyü’nde yaşayan rahmetli dedem de İşgücü Anlaşmasından sonra Almanya yolunu tutanlardan olmuş. Rahmetli dedem önce Almanya’ya yalnız gelmiş. Birkaç yıl sonra da rahmetli babaannemi ve çocuklarını yanına almış. Salzgitter’de meşhur bir demir-çelik fabrikası var, orada çalışmak üzere Almanya’nın Peine şehrine yerleşmiş. Asıl gayeleri yeterli sermaye biriktirdikten sonra günün birinde Sivas’a geri dönmekmiş. Birçok misafir işçi gibi traktör parası biriktirip geri dönmek için Anadolu’dan kopup gelen bu insanlar, bu topraklarda kalıcı hale gelmiş ve kök salmışlar.
Almanya’ya misafir işçi olarak göçen ailelerin çocukları arasında yüksek öğretim ancak yakın zamanlarda yaygınlaşabildi. Sizin üniversiteye devam etmenizdeki itici güç veya fırsat ne olmuştu?
Çok iyi hatırlıyorum, çocukluk yıllarımda Almanya’da Gymnasium [lise] veya üniversiteye giden Müslüman Türk öğrenci sayısı çevremizde en fazla iki veya üç kişiyle sınırlıydı. Bu isimler de herkes tarafından parmakla gösterilen isimlerdi. Herkesin annesi ve babası çocuklarına o iki veya üç ismi örnek olarak gösterir ve “Bu abinizi/ablanızı örnek alın” derdi. Biz de onlara kahraman gözüyle bakardık. Onların seviyesine ulaşmak, erişilmesi neredeyse imkânsız bir hayal gibiydi. Bu gibi rol modeli insanlarımızın zamanla sayıları çoğaldı. Bendenize rol model olan, yol gösteren ve hayat tasavvurumu etkileyen büyüklerimiz oldu. Bu rol modellerimle camide tanıştım. “Cami” denince, zihninize Türkiye’deki camilerimizin fonksiyonu gelmesin. Avrupa’daki camilerimiz çok daha geniş bir işleve sahip. Mesela Türkçe ve temel dini bilgilerin öğrenildiği eğitim merkezleri, sosyalleşmek ve sohbet için buluşulan çay ocakları, kütüphane ve futbol maçlarının birlikte izlendiği lokaller içerisinde. Azınlık olarak yaşayanlar için çok kıymetli yerler buralar. Rol modellerimizle de bu ortamlarında tanışıyoruz. Cevaba dönecek olursam: üniversite okumamdaki en itici güç, şu an yöneticisi de olduğum IGMG teşkilatlarının sağladığı bu ortamlar ve buralarda bize yol gösteren ve yüksek öğretime teşvik eden kişiler oldu. Her birine sonsuz minnet duyuyorum.
Peki Almanya’da hayatınız boyunca göçmen olmanız sebebiyle ayrımcılığa maruz kaldığınız bir durum veya yaşadığınız bir zorluk oldu mu?
Çok defa maruz kaldım. Çevremde birçok insanın da maruz kaldığına şahitlik ettim ve maalesef etmeye devam ediyorum. Bir anımı paylaşayım: Almanya’da üniversite okumak için Gymnasium’dan mezun olmanız gerekiyor. Buna Abitur diyoruz. Orta öğretimi okul birincisi olarak tamamladım ve Abitur yapmak için Gymnasium’a geçiş yaptım. Orada ise okulun daha 3. haftasında biyoloji öğretmenim beni özel olarak yanına çağırdı. Bana önümüzdeki 2 yılın çok zor olacağını ve okulu başarmamın çok düşük ihtimal olduğunu söyledi. “Mutlaka meslek hayatına atılmanı öneriyorum, ilerde pişman olursun, boşa zaman harcarsın, üniversite okumasanız da olur’’ dedi. Kafam karışmadı değil. Lakin işte tam o süreçte teşkilatımızdaki rol model büyüklerimiz devreye girdi ve kesinlikle bu tür sözlerle kulak asmadan azimle çalışmam gerektiğini söylediler. Nihayetinde Abitur’umu tamamladım ve üniversiteye geçiş yaptım. Dayanışmanın ne denli önemli olduğunu o süreçte gördüm ve hissettim. Sonradan öğrendim ki o biyoloji öğretmeni Müslüman Türk öğrencilerin çoğuna aynı telkinlerde bulunuyormuş.
Öte yandan bilhassa tesettürlü kadınlar ciddi ayrımcılıkla mücadele ediyorlar. Üniversitelerde yapılan akademik araştırmalar da yabancı isim taşıyan veya CV’sinde başörtülü resmi bulunanların iş veya staj başvurularında ayrımcılığa maruz kaldığını açık olarak ortaya koyuyor. Tabii burada şu noktayı göz önünde bulundurmak lazım: Müslümanlar burada artık daha görünür hale geldiler. Eskiden fabrikalarda çalışan işçi sınıfının çocukları artık kamuda, siyasette, üniversitede, hukukta ve eğitimde görünür hale geldi. Bu görünürlük bahsettiğimiz tartışmaları da gün yüzüne çıkardı. 10-15 yıl önce söz konusu bile değilken bugün başörtüsüyle öğretmenlik, hakimlik, doktorluk yapan ve yapmak isteyenlerin sayısı o kadar arttı ki tartışmaları da beraberinde getirdi. Eskiden başörtülülerin okullarda temizlikçi olarak çalışmalarına itiraz etmeyenler, başörtülü insanların aynı okulda öğretmenlik yapmasını kabullenmek istemiyor. Ancak neyse ki Almanya güçlü bir hukuk devleti. Seküler bir devlet. Din ve devlet ilişkileri bakımından bence dünyanın örnek alabileceği çok güçlü ve en iyi anayasasına sahip. Vicdanlı insanların çoğunlukta olduğu bir ülke. Sağ popülizmin siyasal diskuru domine etmesinden kaynaklı konjonktürel bir dönem geçirdiğimizi ve ileride bu sorunları aşacağımızı ümit ediyorum.
Almanya’ya olan aidiyetiniz nasıl? Kendinizi toplum içerisinde azınlık olarak hissediyor musunuz?
Sloganik bir cümle olarak gelebilir ama bu topraklar artık bizlerin yurdu. Biz buraları yurt edindik. Burada kendimizi evimizde hissediyoruz. Ana dilimiz Türkçe’yi ve ana vatanımız Türkiye’miz ile bağımızı da asla koparmadan bu coğrafyanın asli unsurları olarak yaşıyoruz ve yaşayacağız. Yeni bir hibrit kimlik oluşumundan bahsedebiliriz. Küresel çağda göçmen kökenli, çok dilli hibrit bir nesil.
Avrupa’nın en geniş sivil toplum kuruluşu IGMG’nin üst düzey yönetimindesiniz. IGMG’nin hikayesi nasıl başladı ve faaliyet alanları nelerdir?
IGMG’nin hikayesi 1967 yılında 8 üniversiteli gencin Braunschweig Teknik Üniversite’sinde bir mescit açtırma girişimiyle başlar. Daha sonra o mescidi şehir merkezine taşıyorlar. Zamanla dernekleşiyorlar, kurumsallaşıyorlar. Türk Birliği, Türk İşçiler Birliği, Türk-İslam Birliği ve İslam Birliği gibi isimlerle Müslümanların ihtiyaçlarına çare üretmeye çalışıyorlar. Belirli zaman sonra rahmetli Necmettin Erbakan hocayla tanışıyorlar, Allah rahmet eylesin, Erbakan hoca teşkilatın yapılanmasında ve kurumsallaşmasında büyük bir emeğe sahip. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları (AMGT) ve 1995 yılı itibariyle İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) ismiyle bugün yoluna devam ediyor. 1967 yılında üniversitede mescit açtırmayla başlayan bir hareket bugün Avrupa’daki Müslümanlara okul öncesi eğitimden cenaze hizmetlerine kadar eşlik eden bir hizmet yelpazesine sahip. Binlerce cami, eğitim merkezi, öğrenci ev ve yurtları, ayrımcılıkla mücadele birimleri, yılda 15 bin insana hac ve umre hizmeti sunan, 100’den fazla ülkeye insani yardım götüren ve yaklaşık yarım milyon insana hitap eden bir sivil toplum kuruluşu haline geldi. Bugün milyarlarca Euro harcansa böylesine devasa yapı oluşturmak bence pek mümkün değil. Aslında IGMG, aynı zamanda bazı şeylerin sadece maddiyatla gelişemeyeceğinin bir göstergesi. Temelinde menfaatsiz emek ve samimiyet olan bir gayretin meyvesi. Emeği geçen tüm önden gidenlerimizi rahmetle anıyorum.
Almanya’da 2022 itibariyle Halle, Iserlohn ve Chemnitz şehirlerinde Müslümanlara yönelik üç farklı saldırı gerçekleşti. Öncelikle bu saldırılar size ne hissettiriyor ve peş peşe gerçekleşen bu olayları neye bağlıyorsunuz?
Maalesef dünya genelinde aşırı sağın yükselişine şahitlik ediyoruz. Bu durum Avrupa’da da hissedilir hale geldi. Fransa’daki gelişmeler malum. Bir zamanlar 28 Şubat döneminde başörtüsü mağdurlarına kucak açan Avusturya’da daha düne kadar ırkçı bir parti hükümet ortağıydı ve bugün aynı yerde başörtüsü yasağını kalıcı hale getirmeye çalışan bir irade var. Almanya’da ise ırkçı bir parti azımsanamayacak bir oranla uzun yıllardır mecliste yerini alıyor. Kısacası, aşırı sağ toplumsal hayatın merkezine yerleşmekte ve siyasal diskuru domine eder hale gelmekte. Bir zamanlar tabu olan ve kamuoyu önünde söylenemeyecek sözler dahi artık söylenebilir hale geldi. Irkçı bir partinin mecliste yer almasıyla bu ayrıştırıcı zihniyet hem cesaret hem de psikolojik meşruiyet alanı da kazandı. Ernest Renan’ı bilirsiniz. 29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde “İslâm ve Bilim” adlı meşhur konferansı veren isim. Orada özetle “Müslümanlar bilime ve ilerlemeye engeldir, felsefe ve düşünceye genetik olarak yatkın değillerdir” tezini ortaya atarak Müslümanları aşağılamış, İslam’ı da bilime engel bir din olarak karalamıştı. Benzer çıkışı 2010 yılında bürokrat ve yazar olan Tilo Sarazzin Almanya’da yaptı ve “Almanya Kendini İmha Ediyor” adlı bir kitap yayınladı. Kitabında önlem alınmadığı takdirde Müslüman yabancıların Almanya’nın sonunu getireceğini yazdı. Bugünkü aşırı sağcı iklime gelen yolda Sarrazin’in o çıkışı, yakılan ilk entelektüel meşalelerdendi. Daha sonra DAEŞ adına yapılan terör saldırıları ve mülteci krizi de oluşturulan bu tedirgin iklimi daha da tetikledi. Tüm bunların yanı sıra devlet içinde bir terör örgütünün yapılandığı ortaya çıktı, NSU. Ancak üzerine gidilemedi. Son yıllarda ise Müslümanlara yönelik saldırılar olağanüstü derece arttı. Buna dair brandeilig.de projesi çok kapsamlı rapor yayınlamıştı, istatistikleri takip edebilirsiniz. 2022 yılının daha ilk 3 haftasında 3 ayrı saldırı gerçekleşti: Iserlohn’da Müslüman mezarlığına saldırı, Chemnitz’de camiye kundaklama ve en son Halle’de bir camide namaz kılan cemaate silahla açılan ateş. Müslümanlara ve kurumlarına yönelik saldırılar da maalesef Almanya’nın yeni normali haline geldi. Siyaset uzun bir dönem Müslümanları adeta bir güvenlik meselesi olarak ele almıştı. Şimdi ırkçı ve faşist yapılar Müslümanların mabetlerine ve kurumlarına saldırarak oraları güvenli yerler olmaktan çıkarmak istiyor. Bu saldırganlara verilecek en güçlü cevabın, o mabetleri her zamankinden daha fazla canlandırmak ve sahiplenmekle verilebileceğini düşünüyorum. Maalesef Almanya’nın ırkçı terör ve İslam düşmanlığı sorunu var.
IGMG olarak bu saldırılara yönelik tutum ve yaklaşımınız neler olacak?
Bu alanda çalışmalar yapan ayrımcılıkla mücadele misyonlu dernek ve komisyonlarımız var. Okulda, sokakta, iş hayatında ayrımcılığa maruz kalan kardeşlerimize hukuki destek hizmeti sunuyoruz. Örneğin okulda öğretmeni tarafından ayrımcılığa maruz kalanlar adına okul yönetimleriyle görüşmeler yapıyor, yayın organlarımızla gelişmeleri kamuoyuna duyuruyoruz. Cami ve kurumlarımıza yapılan saldırıları en ince detayına kadar raporluyor ve kamuoyu oluşturarak gündemde tutmaya gayret ediyoruz. Tüm bunların yanı sıra diğer dini cemaat, STK ve kiliselerle ırkçılıkla mücadele çalışmalarında bir araya geliyoruz. Irkçılıkla mücadele konusunda müttefiklerimizle ortak çalışmaların geliştirilmesini önemsiyoruz. Yeni Zelanda’da bir camiye yapılan saldırı sonrası bizleri ziyarete gelen destek veren kilise yönetimleri ve STK’lar oldu. Bu çok kıymetli bir şey. İnsanlığın ortak değerleri etrafında birleşebilmeyi başarmalıyız. Zira terör, ırkçılık ve faşizm insanlığın ortak belalarıdır. Üstesinden gelebilmek için de ortak hareket gerektirir.
27 Ocak’da Alman Parlamentosunda düzenlenen Nazi kurbanlarının anıldığı özel oturuma katıldınız. Sanırım tam yanınızda da Yahudi bir temsilci oturuyordu. Bugün üzerinden yaklaşık 80 sene geçmiş olmasına rağmen aynı topraklarda benzer duygularla yapılan saldırıların mağduru olarak orada neler hissettiniz?
Evet, Almanya Müslümanlar Koordinasyon Konseyi’ni (KRM) temsilen Federal Meclis’te düzenlenen o törene Meclis Başkanı Bärbel Bas‘ın davetlisi olarak katıldım. Yanımda sadece bir Yahudi temsilci oturmuyordu, oturduğum o sıranın neredeyse tamamı Yahudi cemaatinin temsilcileri idi. Bu tür tarih bilinci oluşturan törenleri ve programları çok önemsiyorum. Törene Çekya’daki toplama kampından sağ kurtulan 87 yaşındaki Inge Auerbacher da katıldı. Yahudilerin sırf Yahudi oldukları için yaşadıkları o acıların tarifi gerçekten çok zor. Bir kesimi düşman olarak seçen faşist bir düşünce yapısının ne kadar vahşi bir seviyeye erişebileceğini bizzat mağdurundan dinlemek beni çok etkiledi. İnsan havsalasının almayacağı bir olay bu. İnsanlık olarak bu büyük dramdan gerekli dersi çıkarmamız gerekiyor. Zira bu olayların üzerinden daha bir asır bile geçmedi. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi ‘’Unutulan soykırımlar tekrarlanır’’ bu yüzden unutturmamalıyız. Holocaust’a dair belki yüzlerce film, roman, tiyatro vb. eserler üretildi ama hala bu acıdan ders çıkarmak istemeyen grupların olduğunu görüyoruz. Faşist, ırkçı ve antisemitik hareket ve politikalar hala yaygın. İslam düşmanlığı her geçen gün artıyor. Öte yandan Holocaust kurbanlarını anarken Müslümanlara yönelik saldırılara sessiz kalanlara veya Müslümanlara karşı ayrımcı dil kullananlara karşı Almanya Meclis Başkanı Bärbel Bas törende çok önemli bir mesaj verdi:
“Müslümanlara ve inançlarına saldıranların kendilerini Yahudi dostu olarak lanse etmesi inandırıcı değil. Sırf farklı oldukları için insanları dışlayanlar ağızlarına özgürlük kavramını almasınlar.”
Meclis Başkanının bu değerlendirmesi üzerine sorayım. Şansölye Merkel’in siyasete veda etmesinin ardından Şansölye Scholz başkanlığındaki hükümet göreve başladı ve kabinesinde Türkiye kökenli Cem Özdemir de Tarım Bakanı olarak yer alıyor. Değişimi ve bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Almanya başarılı bir şansölyeye veda etti. Çok büyük krizlerin üstesinden aklı selim ve itidal ile gelmesini başaran bir isimdi Merkel. Başta kamuoyu ve kendi partisi içinden gelen baskılara aldanmayarak 2015’te mülteciler konusunda gösterdiği tavır değerliydi. Yeni Şansöyle Olaf Scholz’in itidalli konuşmaları umut verici. Cem Özdemir de gençlik yıllarımızdan bu yana yakından takip ettiğimiz önemli bir siyasetçi. Yine yeni kabinede İçişleri Bakanlığını üstlenen Nancy Faeser’nın ırkçılıkla mücadele konusunda ümit verici bir çıkışı oldu. Faeser, uzun yıllar sonra sağcı teröre karşı önemli adımlar atmaya çalışan cesur bir İçişleri Bakanı profili çizmekte. Kendisinden önceki İçişleri Bakanı Horst Seehofer 2018’de, eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff ve eski Şansölye Merkel’in aksine “İslam Almanya’ya ait değildir’’ çıkışı yapmıştı. Yeni Bakan Faeser ise “İslam elbette bu ülkeye aittir” diyerek göreve gelir gelmez yaklaşımını ortaya koydu ve Alman İslam Konferansı’nı devam ettireceğini duyurdu. Çok kıymetli adımlar.
Peki Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilerin seyri nasıl şekillenecektir? Neler öngörüyorsunuz?
Lisans ve yüksek lisans tezimi 19-20. yüzyıl Türk-Alman İlişkileri üzerine yazdım. Doktorada da yüksek ihtimalle bu alanda çalışacağım. Türk-Alman ilişkileri o kadar köklü bir tarihe ve iç içe geçmişliğe sahip ki, oradan bugünkü Almanya-Türkiye ilişkilerine baktığımızda olması gerektiği yerden çok uzak kalındığını görüyorsunuz. Türk-Alman ilişkilerinin güçlü olması her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Siyasette öngörüde bulunmak kolay değil ancak temennim ilişkilerin gelişmesi yönünde.
Avrupa’da yaşayan Türklere karşı Türkiye’deki algıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada yaşayan insanlarımızın Türkiye’ye olan ilgisi oldukça yüksek. Zira Türkiye bu insanlarımızın ana yurdu. Çoğunun ailesi ve akrabaları da Türkiye’de. O nedenle Türkiye’deki en ufak olumsuz gelişmeye üzülür, en ufak gelişmeye de sevinirler. Bu gerçek ortadayken, özellikle son yaz döneminde Türkiye’ye ziyaret için gelen yurt dışında yaşayan Türklerin adeta “yüksek döviz kurunun keyfini çıkarmaya gelen turist” muamelesi görmesi bizleri çok yaraladı. Türk medyası da bu konuda sınıfta kaldı ve bu yaklaşımı pekiştirdi. Bu insanlar Euro 1,5 iken de ülkelerine geldiler, Euro 0,01 olsa da gelecekler. Bu noktanın altını çizmek istiyorum, ne olursa olsun yıl boyu kemer sıkar, şartları zorlar ve yine gelmek için fırsat kollarlar.
Peki Türkiye’deki siyasetin Avrupa’da yaşayan Türklere etkisi nasıl? Seçim dönemlerinde Avrupa’da yapılan mitingler ve siyasi örgütlenmeler Avrupa’da yaşayan Türkleri sizce nasıl etkiliyor? Bu konuda siyasetten beklentileriniz neler?
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla artık mesafeler ve bariyerler kalktı. Siyasilerin söylemleri, bulundukları ülkedeki seçmenlere ulaştığı gibi, yurtdışında yaşayan seçmenlerine de aynı hızla ulaşıyor ve etkili oluyor. Siyasilerden istirhamımız, yurtdışında yaşayan insanlarımıza yönelik söylemleri daha geniş bir perspektiften ele almaları. Türkiye’nin konjonktürel ve geçici gündelik tartışmalarını yurtdışına taşımanın bir getirisi yok. Bundan ziyade daha çok din, dil, edebiyat, kültür ve sanat alanına dair yurtdışındaki insanlarımızın gelecek 50-100 yılına şekil verecek proje ve stratejilerle meşgul olunmasını temenni ediyoruz. Mesela ana dilimiz Türkçe’nin Almanya’da bir asır sonra hangi seviyede olacağına dair elimizde kapsamlı bir bilimsel araştırma, strateji veya öngörü var mı? Bu konularda treni kaçırmak üzereyiz. Kaçırırsak çok şey kaybederiz.
Son olarak en kritik soru, sizce de Almanya bizi kıskanıyor mu?
Kıskandığını düşündüğüm zamanlar olmuştu. Bir anımı paylaşayım. Yıl 2000, Galatasaray UEFA Kupası’nı kazandığı süreçte Almanya’nın en güçlü 2 takımından biri olan Dortmund’u deplasmanda 2-0 mağlup etmişti. Tabi ertesi gün okulda bizdeki özgüveni görmelisiniz. Alman arkadaşlarımıza karşı müthiş bir özgüven ve mutluluk ile maçı değerlendiriyoruz. Alman arkadaşımın birisi Galatasaray’ın bu galibiyetinin tesadüf olduğunu, hak etmediğini söyleyince çok sinirlenmiştim. Eve geldiğimde bu durumu evdekilere anlatıp “Almanlar bizi kıskanıyorlar” diyerek duygusal bir tepki verdiğimi iyi hatırlıyorum. Galatasaray’ın o başarısı asla tesadüf değildi ve Türk futbol tarihi açısından olağanüstü bir gelişmeydi elbette. Ve o süreçte bu başarıyı imrenerek izleyen Alman, İngiliz, Fransız veya Belçikalı gibi farklı ülke takımları ve taraftarları da elbette vardı. Ancak makro düzeyde futbol dünyasının en güçlü futbol ekollerinden olan ve Bayern Münih gibi dünyanın en başarılı takımlarına sahip Alman futbol aklının elbette Galatasaray’ın başarısını kıskanması düşünülemezdi. Bilimden sanata, teknolojiden ekonomiye kadar bu konularda makro düzeyden bakmanın ve tartmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.