Geçtiğimiz haftalarda Birleşik Krallık hükümetiyle 503 km uzunluğunda olması beklenen Ankara-İzmir hızlı tren yolu inşaatı için 2,1 milyar avro tutarında bir kredi anlaşması yapıldığı basında duyuldu. Bu kredinin İngiliz hükümetinin bir sürdürülebilir altyapı projesine verdiği en büyük kredi olduğu, paranın önemli bir bölümünün Birleşik Krallıktan ithal edilecek malzeme ve hizmetlerde kullanılacağı da belirtildi.
Aslında bu proje için Birleşik Krallığın seçilmiş olması ilginç sayılabilir zira büyük Avrupa ülkeleri arasında Birleşik Krallık hızlı tren alanında en geride olan ülke konumundadır. Şu anda tamamlanmış tek hızlı tren hattı Manş tünelini Londra’ya bağlayan 100 km’den az uzunluğa sahip hattır. Londra’yı ülkenin kuzeyine bağlayacak hatların inşaatı ise bir hayli gecikmeyle ve çok yavaş ilerlemektedir. Gerçi Ankara-İzmir hattının ne zaman tamamlanabileceği hakkında da kesin bir tahmin yapılmadığı için kredi anlaşmasının pratik sonucunun ne olacağını kestirmek pek mümkün değildir. Yine de ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin seyri hakkında olumlu bir not teşkil ettiği kesindir. Örneğin Avrupa Yatırım Bankasının siyasi sebeplerden dolayı ülkemize kredi vermeyi birkaç yıldır kestiği hatırlandığında İngiliz kredisinin değeri daha iyi anlaşılır.
Aslında İngiltere ülkemizde büyük proje finansmanına yabancı sayılmaz. İlk Boğaz köprüsü 1970’li yıllarda bir İngiliz şirketi tarafından yine Birleşik Krallık kredisiyle inşa edilmişti.
Ticari ilişkiler de iki ülke arasında bir hayli gelişmiş sayılır. Birleşik Krallık, ülkemizin dördüncü ihracat pazarıdır. Ülke AB üyesi iken ikinci sıradaydı. AB’den ve dolayısıyla ülkemiz ile AB arasında mevcut Gümrük Birliğinden çıktıktan sonra ve yerine geçmek üzere yapılan Serbest Ticaret Anlaşması tam oturmadığı dönemde ticaretimizde nisbi bir gerileme olduğu görülmektedir. Belki zamanla bu gerileme telafi edilebilecektir. Ancak, Birleşik Krallığın ticaretimizin fazla verdiği nadir ülkelerden biri olduğunu vurgulamakta da fayda vardır. O nedenle ayrı bir yeri olduğunu söylemek gerekir.
Birleşik Krallığın halkımız nezdinde imajı aslında bir hayli ilginçtir. Tarihe bakılırsa 18inci yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması hız kazandığında destek için döndüğü ilk ülke Birleşik Krallık olmuştur. Fransa 1798 yılında o zaman Osmanlı toprağı olan Mısır’a saldırdığında Osmanlılar Fransızları Mısır’dan çıkarmak için İngiliz desteğini sağlamıştır. Bugün Londra’nın en prestijli meydanı Trafalgar’da devasa bir sütun üzerinde heykeli bulunan Amiral Nelson’u temsil eden tablolarda Osmanlı Padişahı III. Selim’in teşekkür babında verdiği nişanı göğsünde gururla taşıdığını görürüz.
Sonraki dönemde de Birleşik Krallık genelde Rusya ile mücadelelerinde Osmanlının yanında olmuştur. Kırım Savaşında bilfiil ittifak halinde olan Osmanlı, İngiliz, Fransa ve Sardinya askerleri Rusya’yı okkalı bir yenilgiye uğratmışlardı. Bu belki Birleşik Krallık ile Osmanlı İmparatorluğu ilişkilerinin ulaştığı en üst nokta sayılmalıdır. 19uncu yüzyılın ikinci yarısında başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin Osmanlıya dayatmaya çalıştığı reform hareketlerine karşı gösterilen direnç İmparatorluk ile Birleşik Krallığın yöneticileri arasında bir çeşit güven bunalımına yol açmış ve ilişkiler gevşemiştir. Yine de 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının hezimetle sonuçlanması ve Rus ordularının Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine harekete geçen Almanya ve İngiltere sayesinde İmparatorluğa bir dönem daha nefes aldıracak Berlin Anlaşması yapılmış ve Osmanlının Balkanlarda iki nesil daha kalması sağlanmıştır. Kıbrıs adası üzerindeki hakimiyet Birleşik Krallığa devredilmiş ama karşılığında Birleşik Krallık da Osmanlının hudutlarını Rusya’ya karşı garanti etmiştir. Bu garanti de 1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına girinceye kadar Rusya’nın bir daha İmparatorluktan toprak koparmasını engellemiştir. Bu husus Türk-İngiliz ilişkileri ve özellikle Kıbrıs boyutu irdelenirken sık sık ihmal edildiği için hatırlatma ihtiyacını duydum.
Sonrası malum. Çanakkale Savaşı, ondan önce Birleşik Krallığın halktan toplanan paralarla satın alınan ve devirlerinin en güçlü savaş gemileri olan “Sultan Osman” ve “Sultan Reşat”a el koyması ve paraları iade etmemesi, sonradan Kurtuluş Savaşında Yunanistan’a, Şeyh Sait isyanında da isyancılara verdiği destek, Birleşik Krallığa karşı kalıcı bir husumete yol açmıştır. Daha doğrusu Cumhuriyeti kuran nesiller sayfayı çevirmeye hazırken sonraki nesillerde yayılan Batı düşmanlığı Birleşik Krallıkta kolay bir hedef bulmuştur. Oysa Kurtuluş Savaşından sadece on dört yıl sonra Atatürk Kral VIII. Edward’ı İstanbul’da sıcak bir şekilde ağırlamış, ölümünden kısa bir süre sonra da halefi İnönü 1939’da yaklaşan İkinci Dünya Savaşı tehdidi karşısında İngiltere ve Fransa ile bir ittifak anlaşması yapmıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra da ilişkiler iyi seyretmiştir. Gerçi Churchill ülkemizi savaşa sokmak için iki defa teşebbüste bulunmuşsa da, İnönü’nün maddi imkansızlıkları öne sürerek yaptığı mukavemet karşısında ısrarcı olmamıştır. Birleşik Krallık ülkemizin NATO üyeliğini desteklemiş, Kıbrıs’a 1960’ta bağımsızlık verdiğinde de o zamanki hükümeti tatmin eden bir yapı kurmuştur.
AB’ne 1973 yılında girdikten sonraki dönemde de Birleşik Krallık uzunca bir süre Türkiye ile Birlik arasındaki ilişkilerin imkân ölçüsünde gelişmesinde rol almıştır. Başından itibaren Fransız ve Almanların kurmak istedikleri güçlü federal Avrupa modeline karşı mücadele veren Birleşik Krallık, içinde Türkiye’nin de bulunacağı bir Avrupa Birliğinin o istikamette çok fazla ilerleyemeyeceğini düşünmekteydi. Gerçi son yıllarda diğer Batı ülkeleriyle olduğu gibi Birleşik Krallıkla da aramızdaki ilişkilerde soğuma meydana gelmiş ve zaten Brexit tartışmaları nedeniyle Birlik içindeki etkinliği zayıflayan Birleşik Krallığın ülkemize verdiği destek hem gücünü hem etkisini kaybetmiştir.
Brexit gerçekleştikten sonra ilişkilerimizde yeni fırsatların açılmış olması beklenir. Avrupa’nın her iki ucunda AB ile ilişkileri farklı nedenlerle de olsa sorunlu olan bu iki ülkenin ortak geçmişleri bir yana ortak bir geleceği de olabilmelidir. Türkiye’nin AB üyeliği en az bir nesil için hayaldir. Brexit’in geri çevrilmesi ve Birleşik Krallığın tekrar AB’ne girmesi yine en az bir nesil geçmeden mümkün olamayacaktır. Bu benzer konuma rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerin olağanın dışında bir seyir izlediğini, temaslarının diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha sıkı ve yoğun olduğunu söylemek mümkün değildir. Fırsat var ama o fırsatı değerlendirmek liderlere kalmış bir husustur.