[5 Mayıs 2022] Teyfur Erdoğdu’nun, Türk Tarih Tezi’nin neden kısa ömürlü olduğuna ilişkin görüşlerine kısmen katılıyor, kısmen itiraz ediyordum. Bana göre, iflâh olur yanı yoktu TTT’nin. O kadar bilim dışıydı ki, ciddî tarihçilerce sahip çıkılması, orasından burasından savunulması imkânsızdı. Sadece devletin dayatmasıyla, ilk-orta-lise müfredatına ve ders kitaplarına sokmasıyla, bunu öğreteceksiniz demesiyle, karşı çıkanı ise susturması ve süründürmesiyle ayakta duruyordu.
Başka bir deyişle, üretimi ve yeniden üretimi tümüyle devlete bağlıydı. Bu da ülke içinde Tek Adam, uluslararası planda totalitarizm ve ırkçılık koşullarında mümkündü. İçerde ve dışarda bu koşullar değiştiğinde, bir yandan bu tezin gerçek sahibi Atatürk öldüğünde ve diğer yandan 1945 sonrasında dünya hiç olmazsa bir süre Faşizm ve Nazizmden temizlendiğinde, ırkçılık çöker ve demokrasi yükselirken, zamanın bilim camiasının (scientific community’sinin) desteklemediği bir tezin, artık devleti o derece arkasında bulamadığı koşullarda, kendi başına ayakta kalması imkânsızdı.
Dünkü yazımın son bölümünde bunları işlemiştim esas olarak. Kendimi bu temel fikirlerle sınırlamıştım, çünkü Teyfur Erdoğdu’nun yazdıklarında katılmadığım noktalar buralarda düğümleniyordu. Ama ben de hemen kabul ederim ki bu da eksik bir tahlil. TTT’nin başarısızlığı sırf bunlarla açıklanamaz. İşin bir de genel kamuoyu yanı var. Tarih geniş kitlelerce tüketilmeye açık bir alan. Dolayısıyla herhangi bir anlatının (a) bilim dışı olması ve hattâ (b) bir noktadan sonra devlet tarafından desteklenmemesi dahi yeterli olmayabilir, şu veya bu tezin çürüğe çıkması açısından. Sahnede ve kamuoyunun gözü önünde olduğu, devletin bütün olanaklarından da yararlandığı süre içinde, (c) halk tarafından benimsenip benimsenmediğine de bakmak gerekir.
Bu açıdan, Avrupa’da bütün 19. yüzyıl, milliyetçiliğin gelişmesinde millî tarihin, millî tarihin gelişmesinde de müziğin, sanatın, edebiyatın oynadığı muazzam role tanıklık eder. Ama bunun için ortada insanî bazı yaşanmışlıklar — geleneksel toplumdan, modernite öncesinden kalma bir takım destanlar, rivayetler, şiirler, halk hikâyeleri olmalıdır ki, modern çerçevede tekrar işlenebilsin. Tarihsel olaylar kişilere büründürülebilmelidir ki, etraflarında roman, tiyatro, opera örülebilsin. Wagner eski Germen efsanelerini alıp “Nibelungların Yüzüğü” dörtlemesine dönüştürebilsin. En yukarıdaki, İÖ 52’deki Alesia kuşatması sonucu, beyaz atı üzerinde çıkagelen Galyalı kabile reisi Vercingetorix’in silâhlarını yere atarak Jül Sezar’a teslim olma sahnesi gibi tablolarda resmedilebilsin. Bedrih Smetana (Bohemya – Ma Vlast, Vatanım), Edvard Grieg (Norveç – Peer Gynt, Per Günt), Jean Sibelius (Finlandiya – Kalevala), haklarında senfonik şiirler besteleyebilsin.
Türkiye’de var mı bunların karşılığı? Aynı estetik düzeyde değilse de, bir parça var kuşkusuz. Sever veya sevmezsiniz; o ayrı mesele. Ama çeşitli milliyetçi tarih anlatımlarının, var, özellikle popüler edebiyata yansımaları. Gerçek Orta Asya’da, atlı göçebelerin ve bozkır imparatorluklarının reel olarak bildiğimiz Orta Asya’sında geçen, Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun (Kızıltuğ, Kolsuz Kahraman) ve Nihal Atsız’ın romanları var örneğin (Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor). Anadolu Ortaçağı için Battal Gazi Destanı var; sonra Ömer Seyfettin’in Eski Kahramanlar dizisi ile gene Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun ve Feridun Fazıl Tülbentçi’nin romanları var, Osmanlı dönemi için. Bunlara günümüzün Ertuğrul, Osman, Abdülhamit dizileri de eklenebilir (bütün abartıları, şematik ve alegorik ögeleri, diğer kitsch deformasyonlarıyla birlikte). Hepsi millî tarih üzerinden milliyetçiliği güçlendirmeye yarıyor, hiçbir zaman yerelden küresele yükselemese de.
Oysa Türk Tarih Tezi tam bir çöl, tümüyle umutsuz vakıa, bu açıdan. Bozkır imparatorluklarının, Kök Türüklerin, Uygurların ve Moğolların değil, İÖ 7000 öncesinin farazi ve hayali Orta Asya’sından söz ettiğimizi unutmayalım. Boş ve cansız, insansız, yassıltılmış, derinliksiz, soyut ve anonim bir Orta Asya bu. Geçen yazımda, TTT’nin çok çok eski bir Türk medeniyeti iddiasına karşı devlet nerede diye sorarken eklediklerimi şimdi başka bir bağlamda tekrarlıyorum: Han ve kağanlar nerede? Hanedanlar nerede? Soyluluk ve soylular nerede? Savaşlar nerede? Kahramanlık öyküleri nerede? Bunlar olmadan nasıl ete kemiğe büründüreceksiniz bu Türk Tarih Tezi’ni? Diyelim bir roman yazmaya, bir opera bestelemeye kalktınız İÖ 10,000 dolaylarında geçen. Kimleri, nasıl konuşturacaksınız — ve hangi dille? Nasıl yaşıyor, neler yapıyor, ne gibi hayatlar sürüyor olacak başlıca tipleriniz? Hangi karmaşık sosyal dokudan türeteceksiniz girift yaşamları? Aşk deseniz, nasıl bir aşk olacak? Bir Tristan ve İsolde çıkar mı buradan? Nerede İÖ 7000’in Türk Vercingetorix’leri? Veya Köroğlu’ları, Dadaloğlu’ları? Ya da hiç olmazsa Tolkien’in hobbitleri?
Bu hiçbir zaman yapılamadı, yapılamazdı ve dolayısıyla (o klasik deyimiyle) “halka inemeden,” Tek Parti elitine mahsus bir fantezi olarak kaldı Türk Tarih Tezi. Ne bilim camiasına maloldu, ne de kitlelere. Gerçek bir kültür oluşmadı etrafında. Tek Adamın desteği de kalmayınca silindi gitti. Yerine ne geldi? (1) Orta Asyalar birbirine karıştı. Orta Asya’dan milliyetçi edebiyata malzeme çıkarmaya kalkan, ister istemez İÖ 7000’in değil İS 7. – 13. yüzyılların Orta Asya’sına, tarihin bildiği bozkır imparatorluklarına yöneldi.
(2) Fakat bu da ikincil kaldı. İslâmın da, Osmanlının da etrafından dolaşma çabası sürdürülemedi. İmkânsızlığı giderek belirginleşti. (3) Zamanla ciddî tarih de, millî tarih de, popüler tarih de, olabileceği ve olması gerektiği gibi, Osmanlı etrafında örüldü.