Okumak için İngiltere’ye gittiğimde ilk yıl bir ailenin yanında bir odada kaldım. Daha önce babamların bir tanıdığının oğlu orada kalmıştı, ben de onun tavsiyesiyle orayı bulmuştum. Evinde bir odayı her yıl öğrencilere kiralayan aile Yahudiydi ve çok dindardı.
Genç yaşta yurtdışında yaşamaya başlamanın yarattığı kültür şokuna ek olarak, bir de çok dindar Yahudi görmek şaşırtmıştı beni. Yemekle, gıdayla ilgili son derece keskin ve ayrıntılı kuralları vardı örneğin. Mutfakta iki tane buzdolabı vardı; et ile süt ürünleri aynı öğünde yenemeyeceği gibi, aynı dolapta bile bulunmamalıydı. Yapılması ve yapılmaması gereken daha bir dizi şey vardı; şimdi olduğu gibi o zaman da hepsi bana saçma sapan gelmişti.
Aileyi o yılın sonrasında bir daha hiç görmedim. Ama kulağıma geldi, kitaba uygun davranmak, et ile sütü birbirine değdirmemek için her şeyi yapan o adam birkaç kişiyi dolandırmak suçundan hapse düşmüştü.
Bunu duyduğumda, “Ne garip, dindar bir adam nasıl olur da başkalarının hakkını yer, birilerini nasıl olur da dolandırır?” diye hiç düşünmemiş, hiç şaşırmamıştım. (Aranızda “Yahudilikte adam dolandırmak yasak değildir ki, zaten hepsi dolandırıcıdır” diye düşünenleri Allah’a havale eder, gözlerinizden öperim!)
Hiç şaşırmamıştım, çünkü dindar kişilerin melek gibi kusursuz hayatlar sürdüğü doğrultusunda hiçbir somut veri olmadığı gibi, böyle bir beklenti için hiçbir teorik dayanak da yok.
Frank ailesini hatırlamama Metin Karabaşoğlu’nun birkaç gün önce Serbestiyet’te yayınlanan “Nasıl Oluyor?” başlıklı yazısı sebep oldu.
Karabaşoğlu yıllar önce bir arkadaşıyla “Dindar camiada özellikle ‘iktidardan pay ve refah devşirme’ gayreti içinde olanlarda gerçekleşen yozlaşma ve çürümenin emareleri ve sebepleri üzerine” sohbet etmiş, arkadaşı “Bir dindarın Hesap Günü yokmuş gibi haksızlığa, hukuksuzluğa, usulsüzlük ve yolsuzluğa bulaşmasını aklı almadığı için ‘Böyle yapanlar galiba aslında ahirete inanmıyorlar’ diye düşünmekten kendisini alamadığını” söylemiş. Karabaşoğlu da “Nasıl yapabiliyorlar? Bu benim için de büyük bir soruydu” diyor:
“Ahiretin varlığına inanan; inandığı Kitaptan zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün dahi hesabının ve karşılığının görüleceği haberini alan; inandığı Rabbinin herşeyi gördüğüne ve adaleti gereği hiçbir şeyi karşılıksız bırakmadığına, dolayısıyla hiçbir haksızlığın yapanın yanında kâr kalmayacağına iman eden; inandığı Peygamberden o gün ‘boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun hesabının sorulacağını,’ yani ‘boynuzsuz koyunun da boynuzlu koyundan hakkını alacağını’ öğrenen biri, yine de nasıl haksızlık eder, nasıl hukuksuzluğa yeltenir, nasıl emaneti ganimet bilir, nasıl zulmeder, nasıl yalan söyler, nasıl kayırmacılık yapar, nasıl ‘Emaneti ehline verin’ âyeti sanki tam tersine ‘Emaneti kendi ehlinize verin’ diyormuş gibi bir icraata girişir?”
Karabaşoğlu soruyu bana sormadı. Tanışmıyoruz. Tanışsak da zaten bir ateiste sormak aklına gelmezdi belki de. Ama ben yine de cevaplamak isterim. Ve iki cevabım var.
Birincisi şu: İnanç ve maneviyat başka şey, maddî yaşam koşulları başka şey. İkinciler birincilere izin verdiği sürece kişi inançlarına uygun yaşar, iyilik eder, kutsal kitapları bilse de bilmese de elinden geldiğince kötülük etmekten kaçınır. Maddî koşullar bozulduğunda, zorlaştığında işler değişir. Aç adam çalar. Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı ezberlemiş de olsa, üçüne de kelime kelimesine inanıyor da olsa, çalar. Çocukları aç olan adam ise çalmaktan çok daha kötüsünü de yapar, hiç tereddüt etmez.
Mesele sadece açlık, yoksulluk da değil. (Aktif AKP’liler ve aktif yalakaları için besbelli ki değil.) Maddî koşullara zenginliğin cazibesi de dahildir. “İktidardan pay ve refah devşirme” fırsatı, bu fırsatın açacağı kapılar ve getireceği para maneviyatı sarsar, zayıflatır, maddiyatı acilleştirir, güncelleştirir. Büyük çoğunluğun önünde böyle bir fırsat zaten yoktur; inançlarımız doğrultusunda yaşamaya, iyi insan olmaya devam ederiz. Bilmem Ne Bakanı atanan kişi için ise ahiret çok uzak, servet çok yakındır; kıyamet çok hafif, para çok ağırdır.
Benim biraz alaturka bir şekilde ifade etmeye çalıştıklarımı Marx’ın sözleriyle söylersek: “İnsanın bilinci maddî yaşam koşullarını belirlemez, aksine, toplumsal varlığı insanın bilincini belirler.”
İkinci cevabım ise şu: Çok büyük çoğunluk zaten dine Karabaşoğlu ve arkadaşı gibi değil, çok daha “light” bir şekilde, “göz kararıyla,” “aşağı yukarı” inanır. Kutsal kitabı (hangisi olursa olsun) defalarca okumak, hatmetmek, ezberlemek, tartışmak çok az kişinin yaptığı bir şeydir.
Annem bu konuda insanlığın çoğunluğunu iyi temsil eder bence. Tanrıya inanır, Yahudiliğin iyi ve doğru bir şey olduğunu düşünür ama bir kilisenin önünden geçerken garip bir panteizm sergileyerek girip bir mum da yakabilir, annesinden görüp öğrendiği bazı Yahudi adetlerini uygular ama bazen de uygulamayıverir ve zaten birçok başka adeti de bilmez, ne Tevrat’ı ne de herhangi başka bir dinî metni okumuştur, ama okunsa iyi olacağını düşünür kuşkusuz. Dindar mıdır? Dindardır. Ama din hayatında pek de önemli bir yer işgal etmez.
Annemin temsil ettiği büyük çoğunluk hayatta yaptıklarını ve yapmadıklarını kutsal kitaplar ve dinî vecibeler ışığında değil, çok daha somut ve güncel kıstaslara göre belirler, elinden geldiğince dürüst olmaya, iyilik edip kötülük etmemeye çabalar, ama bu her zaman mümkün olmaz. Ve insanlık durumu tam da budur; keskin kurallara, ancak Cennet’te (veya sosyalist bir toplumda) geçerli olabilecek sürekli iyiliğe izin vermez.
Karabaşoğlu’yla arkadaşının içi rahat olmalı bence. “İktidardan pay ve refah devşirme gayreti içinde olanlar” bu gayrete Müslüman oldukları (veya kötü Müslüman oldukları) için kapılmıyorlar, insan oldukları ve kötülüğü özendiren bir toplumda yaşadıkları için kapılıyorlar.