Bu soru Türkiye’de liseyi bitirip İngiltere’ye gittikten, orada üniversite okuyup birkaç yıl yaşadıktan, iki ülkeyi karşılaştırabilir duruma geldikten sonra beni meşgul etmeye başladı ve o günden beri hiç aklımdan çıkmadı.
İki ülke arasındaki farkların ve özel olarak da biraz şikâyetçi bir tonda sorulan “Biz niye böyleyiz?” sorusunun tarihsel, toplumsal, ekonomik temellerinin ayrıntılı bir çalışmasını bir gün yaparım, yapmam gerek, keşke yapsam diye hep düşündüm. Olmadı ve artık olmayacağını biliyorum. Oysa gerçekten yapmam gerekirdi. Veya en azından her iki ülkede uzun yıllar yaşamış, her iki ülkenin toplumsal yapısını, tarihini, gündelik yaşamını iyi kötü bilen ve milliyetçilikten, Kemalizm’den, oryantalizmden tümüyle azade bir başkasının yapması gerekirdi.
Türklerin niye mükemmel insanlar olmadığını bir Batılı yazamaz. Yazarsa, ırkçı, oryantalist, belki İslamofobik olmakla suçlanır. Türkiye’de zaten her türlü şeyle suçlanır, ama daha önemlisi Batı’da, aydın ve akademik çevrelerde suçlanır. Söz konusu yazar bu suçlamayı önemsiz buluyorsa gerçekten de ırkçı/oryantalist/İslamofobik demektir, o zaman da yazdıklarının bir değeri yoktur. Oysa bir Türkiyeli yazsa, yine ırkçı, oryantalist, belki İslamofobik (ve Türkiye’de vatan haini) olmakla suçlanırdı, ama Türkiyeli olmak suçlamanın gücünü biraz zayıflatır, daha direnilebilir hâle getirirdi.
Önce sorunun üzerinde durayım biraz, “Biz niye böyleyiz?”
Soruyu Batılılaşmış, kentli, eğitimli, kabaca orta sınıf diyebileceğimiz kesimin benzer sorusuyla karıştırmayalım. Onların sorusu aslen sınıfsal. “Burası Türkiye!” (yani burada her şey olabilir, “bunlardan” her şey beklenir) ifadesiyle dile getirilen, bulunduğu yeri ve bu yeri paylaştığı vatandaşları beğenmeme durumunun yansıması. Kendisini ve çevresini her şeyi yapabilecek olan ve her şeyin en kötüsünü zaten yapan geniş kitlelerin dışında, ayrı ve ayrıcalıklı gören bu kesim ya Batı’da üniversite okuyarak ya zaman zaman oraya gidip gelerek ya da hatta Hollywood filmleri izleyerek edindiği izlenimler temelinde “Batı” hakkında abartılı, romantik, yüzeysel, tümüyle olumlu görüşlere sahiptir. Ve bu kesimin yaşadıkları, gündelik deneyimleri, başına gelenler kafalarındaki bu kurgusal “Batı” ile karşılaştırılır, kıyaslanır ve her karşılaştırma kaçınılmaz olarak çaresiz bir “N’apalım, burası Türkiye!” iniltisiyle sonuçlanır. İniltinin sahipleri kendilerini bu hayalî Batı’nın parçaları olarak görür (Türkiye’ye sürgün edilmiş Fransızlar gibi belki) ve “yerlilerin” yoksulluğundan, dindarlığından, eğitimsizliğinden tiksinir.
Kapitalizmin geç gelişmesinin ve Kemalizm’in yarattığı bu kesimi ve sorunlarını ilginç buluyorum, ama konumuz bunlar değil. “Biz niye böyleyiz?” sorusunu bunların dünya görüşü temelinde sormuyorum.
“Biz niye böyleyiz?” derken neyi kastettiğim hakkında tek bir örnek vermekle yetineceğim. İstanbul’da tek şeritli bir yolda arabada gidiyorum. Öndeki araba sinyal verip yolun ortasında duruyor, şoför iniyor ve bir bankanın önündeki ATM’de kuyruğa giriyor. Trafik duruyor, sollamak sağlamak filan mümkün değil, giderek büyüyen bir araç ve yolcu kalabalığı bir adamın para çekmesini bekliyoruz.
Bizzat yaşadığım bu durum neleri işaret ediyor? Kendinden başka kimseyi düşünmemek, asosyallik, antisosyallik, düşüncesizlik… Doğru dürüst bir park yeri aramaya vakit harcamaktansa düzinelerce insanın vaktini harcamayı tercih etmek, bunu yanlış bulmamak.
Bu sınırsız bencillik, kabalık, kendi işini kolaylaştırmak için başkalarının işini engellemek Türkiye’de hayatın her alanında, her an karşımıza çıkıyor. En çarpıcı şekliyle trafikte çıkıyor belki, ama her yerde çıkıyor. “Çevreme rahatsızlık veriyor muyum?” kaygısı, “Vermemeliyim” düşüncesi bu topraklara yabancı.
Niye böyle? İngiliz niye sürekli korna çalmıyor? Alman niye telefonunda bağıra çağıra konuşup bütün otobüsü aile kavgalarına ortak etmiyor? Fransız niye bir kapıdan geçerken arkasından gelen varsa kapıyı tutuyor?
Yanlış anlaşılmasın; bizdeki her türlü davranış bozukluğuna İngiltere, Almanya ve Fransa’da da rastlamak mümkündür elbet. Bizde de hiçbir bozukluk alameti göstermeyen insan bulmak mümkündür elbet. Ama bir fark var. Edep, düşüncelilik, rahatsızlık vermeme kaygısı bizde o kadar az, Hollanda’da o kadar çok ki, nicelik niteliğe dönüşüyor.
Niye böyle? “Biz niye böyleyiz?”
Genetik değil. Göçebelik değil. İslam değil. Hava koşulları değil. (Gülmeyin; sıcak havaların Ortadoğu’da ahlakı çürüttüğü düşüncesi 19. yüzyılda Avrupa’da yaygındı!)
Ne olmadığını saymak kolay. Ama konunun ilginç ve incelenmeye değer olduğuna sizi ikna edebilmişsem ve cevabın ne olduğunu merak etmeye başlamışsanız, hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Cevabım yok çünkü.
Tümüyle çaresiz de değiliz ama. Aradığımız cevaba en azından ışık tutabilecek bir ipucu verebilirim.
Bambaşka bir konuyla (roman kahramanlarıyla) ilgili bir incelemesinde Terry Eagleton şöyle yazar: “On yedinci yüzyılın ortalarında felsefeci Thomas Hobbes cesaret ve onur, şan ve görkem, asalet ve alicenaplık gibi aristokratik ve kahramanca özellikleri takdir eder. Aynı yüzyılın sonlarında ise felsefeci John Locke çalışkanlık, tutumluluk, ağırbaşlılık ve ılımlılık gibi orta sınıf değerlerin yandaşıdır.” Yine aynı minval üzere şöyle devam eder: “Victoria dönemi orta sınıfı bir kere normalliği tedbirlilik, sabır, iffet, alçak gönüllülük, disiplinlilik ve çalışkanlık olarak tanımladıktan sonra…”
Gelişkin bir edep, medenî davranış, adab-ı muaşeret (kısacası, “civility”) kültürü, yükselen bir orta sınıfın / burjuvazinin kendi değerlerini toplumun geri kalanına devlet eliyle dayatması sonucunda oluşur. Burjuvalar edepli oldukları için değil, bu değerler ticaret yapan, kontratlar imzalayan, işyerinde zamana karşı yarışan bir sınıf açısından önem taşıdığı için.
Böyle bir sınıf Avrupa’nın kuzeybatı köşesinde 17. yüzyılın sonlarında yükselmeye başladı, devleti ele geçirdi, kendi değerlerini toplumun değerleri kıldı. Ya bizde?