ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin 24 saat dahi sürmeyen Tayvan ziyaretine Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) gösterdiği tepki ilk bakışta gerçekten ölçüsüz gözükmektedir. ÇHC’yi kuruluşundan bu yana yöneten Çin Komünist Partisi’nin lideri Xi Jinping, silahlı kuvvetlerini ayağa kaldırmış, 24 milyon nüfusu olan Tayvan adasını abluka altına almış ve adayı cezalandırmaya kararlı olduğunu sözcüleri vasıtasıyla belirtmeye başlamıştır. Gerçek mermiyle yürütülen askeri tatbikat şeklini almış olan ablukanın sivil bir uçak veya ticaret gemisine zarar vermesi halinde krizin çok süratle tırmanması ihtimal dışında değildir. Hepimizin bildiği şekilde, en son Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı hiçbir mantığı olmayan ancak tek kişinin iradesinin sonucu olan savaş gibi hataların yapılmayacağının garantisi yok. Başkan Xi, Covid-19 krizini iyi yönetememiş, ülke başka hataların da sonucunda ekonomik darboğaza doğru sürüklenir olmuştur. Neticede belirsizlikler artmıştır. ÇHC demokratik bir şekilde yönetiliyor olsaydı, bir takım kurumsal frenler tek adamın iradesinin önüne geçerdi. Bunların olmadığını biliyoruz.
Ancak bu vesileyle Çin ile ABD arasındaki ilişkilerin ne kadar karmaşık ve tarihi derinliğe sahip olduğunu hatırlatmakta belki fayda var. Çin İmparatorluk rejiminin 19uncu yüzyılın son yıllarından itibaren iyice çökmeye başlaması üzerine özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinde yetişen genç aydınlar ülkeye Batı tipi kurumlar getirmeye heveslenmişler ve binlerce yıllık geçmişi olan ancak ayakta duracak hali kalmamış imparatorluk rejimini 1911 yılında kolaylıkla devirdikten sonra demokratik bir yapı kurma teşebbüsüne girmişlerdir. Başta Sun Yat-Sen olmak üzere Çin’in ilk kurucuları ilham için ABD’ye bakıyorlardı. ABD de zaten kurduğu misyoner okulları vasıtasıyla ülkenin gelişmesine ve modernleşmesine katkıda bulunmuş ve bu okullar sayesinde ABD’de güçlü bir Çin lobisi oluşmuştu.
Ancak dışarıdan ithal edilmeye çalışılan kurumların kök salması pek kolay değildir. Hele ülkenin gelenekleri bu kurumlara uymuyorsa. Bunu ülkemiz de farklı bir şekilde de olsa yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Çin Batı tipi kurumlar oluşturamamış, yıkılmış imparatorluk rejimi yerine tüm ülkeye hâkim bir merkezi yönetim kuramamış, iç çatışmalar, yolsuzluk, askeri derebeyleri çoğalmaya başlamıştır. Durumdan faydalanmaya çalışan Japon emperyalistleri 1931’de Çin’e saldırmış ve ülkenin önemli bir bölümünü işgal etmiştir. Çin milliyetçileri Japonlara karşı mücadelelerinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında Japonya’nın ABD’ye saldırması üzerine ABD’nin desteğini almışlardır. Milliyetçi Çin’in Japonya’nın yenilmesinde gerçek etkisinin ne olduğu hâlâ tartışılıyor. Ancak bu sayede Birleşmiş Milletler (BM) kurulduğunda Çin Güvenlik Konseyinde daimî üye koltuğuna sahip oldu.
Japonya ile savaş devam ederken bir Komünist ayaklanması başlatan Mao Zedong, seyirci kalmayı tercih etmiş, hatta Japonlarla savaşmaktan ziyade Milliyetçi Çin güçleriyle uğraşma yoluna gitmiş ve o yüzden ABD’nin kalıcı antipatisini kazanmıştır. Zira milliyetçi güçlerin zayıflamasının Japonya’ya karşı mücadeleyi sekteye uğratma ihtimali kuvvetliydi.
Savaş bitip de Japon kuvvetleri çekilmeye başlayınca milliyetçi kuvvetlerin ülkeye hâkim olması kendi zaafları nedeniyle mümkün olmadı. Hatta bir süre Japon kuvvetlerinin Çin’den çekilmemesi ve asayişin korunması ile görevlendirilmeleri ABD tarafından sağlanmıştır. Ancak başlayan iç savaş milliyetçilerin yenilgisi ve Mao Zedong’un ülkeye hâkim olması ile sonuçlanmıştır. Mao Çin Halk Cumhuriyeti’ni Ekim 1949’da ilan ederken milliyetçi kuvvetlerin lideri Çang Kai Çek, 1895 ile 1945 arasında Japon işgali altında bulunan şimdiki adı Tayvan olan Formosa adasına kaçtı. Adada Çin’in meşru hükümeti olduğu iddiasında bulunmuş, nerede ise tüm Batı dünyası da bu iddiayı kabul ederek Çin’in gerçek temsilcisi olarak onu görmüştür.
Kore savaşı gelip çatmasaydı bu durum muhtemelen uzun sürmez, kısa bir zaman içinde Tayvan rejimi çöker ve ada ÇHC yönetimine geçerdi. ÇHC’nin Kore savaşında aktif bir rol alması, Tayvan’ın Batı ve özellikle ABD için değerini çok arttırdı. Bu devirlerde artık lafı pek edilmese de Kore savaşında verdiğimiz 763 şehidin önemli bir bölümünün müsebbibinin Çin askerleri olması o zamanlar kendisini Batı dünyasının bir parçası sayan ülkemizde ÇHC’ye soğuk bakılmasına yol açmıştır.
Bu durum 1971 yılına kadar böyle devam etti. Hong Kong’un durumu nedeniyle ÇHC makamlarıyla diplomatik ilişkiye girme ihtiyacını duyan Birleşik Krallık ve De Gaulle iktidara geldikten sonra ABD’nin damarına basmayı şiar eden Fransa hariç tüm Batı ÇHC’ye sırt çevirmişti. BM’deki Çin koltuğunda Tayvan oturuyor, Güvenlik Konseyindeki oylamalarda Batı ile hareket ediyordu. O dönemde Çin henüz önemli bir askeri ve ekonomik güç olmadığı için bu durumun bir bedelinin olduğunu söylemek mümkün değil.
Ancak sosyalist dünyanın liderliği konusunda Sovyetler Birliği ile ÇHC arasında başlayan ve hatta 1969’da kısa sürmüş olsa da bir askeri arbedeye yol açan rekabetten yararlanmak isteyen Nixon-Kissinger ikilisi aniden Çin’i tanıma yoluna gitti. Onların peşinden de Türkiye dahil tüm Batı ülkeleri Tayvan’ın başkenti Taipei’deki Büyükelçiliklerini kapattılar ve ÇHC başkenti Beijing’e naklettiler. Çin’in tek bir ülke olduğu doktrini kabul edildi ancak Tayvan ile ilişkiler de kopmadı. Türkiye dahil birçok ülke Taipei’de ticaret ofisleri açtılar, Tayvan’ın kendi ülkelerinde benzer ofisler açmasını sağladılar. THY’nin en azından Covid-19 salgınına kadar Taipei’ye düzenli uçuşları vardı.
Yine de ABD 1979 yılında kabul ettiği özel bir kanunla Tayvan’a kuvvetli askeri destek vermeye devam etmiştir. Tayvan ordusu bugün dünyanın en güçlüleri arasında sayılmaktadır.
Bununla birlikte Tayvan makamlarıyla temasta tüm ülkeler çok dikkatli davrandı. Örneğin Ankara’daki Tayvan temsilcisinin Dışişleri Bakanlığındaki temasları sınırlı tutulur, diğer diplomatik temsilciliklerden farklı olarak ihtiyaç gördüğü dairelerle değil, bu amaçla görevlendirilen tek bir daire ile görüşmesi sağlanırdı. Sanırım ABD dahil tüm ülkeler de benzer tutumlar benimsemişlerdi. Son zamanlarda Litvanya bu tür sınırlamaları kenara bırakarak, Vilnius’taki Tayvan temsilciliğinin statüsünü yükseltmiş, bunun neticesinde ÇHC ile ilişkileri büyük bir darbe yemiş, Büyükelçilikler karşılıklı olarak kapatılmış, ÇHC Litvanya’ya karşı sert bir ticaret ambargosu uygulamaya başlamıştır.
ABD de Pelosi’nin ziyaretine kadar Tayvan’la resmi ilişkiler konusunda son derece ihtiyatlı davranmış, hatta ÇHC saldırısı olduğu takdirde Tayvan’ın yardımına koşup koşmayacağı konusunu muallakta bırakmıştır. Biden’in bu konudaki net ifadeleri sonradan yalanlanmasa dahi geri çekilmiştir. Pelosi’nin ziyaretinin yönetimin aksi yöndeki tavsiyelerine rağmen yapıldığı da Beyaz Saray tarafından duyurulmuştur.
Tayvan ayrıca Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) üye oldu ve orada temsil edilmeye başladı. Cenevre’de görev yaptığım sıralarda Tayvan Temsilciliğinden gelen davetiyelere bakar, Çin Cumhuriyeti Büyükelçisi unvanı kullanılmışsa katılmaz, DTÖ’deki resmi unvanı olan Çin Taipei’si Temsilcisi unvanı kullanılmışsa katılırdık.
Bu arada hatırlatmaya gerek yok, Tayvan inanılmaz bir ekonomik kalkınmaya sahne oldu. Bugün dünyada bilgisayar çipi üreten ülkelerin başında geliyor. Çok güçlü bir ticari partner de oldu. Hatta Tayvan ile ÇHC arasında yoğun bir ticaret ve sermaye akımı da en azından son zamanlara kadar artarak gelişmiş, siyasi ihtilafın bunu engellememesi sağlanmıştır.
Tayvan ile ÇHC arasındaki diplomatik mücadele devam etmektedir. Çoğunluğu Orta Amerika ve Pasifik’te yer alan 20 kadar ülke Çin’in resmi temsilcisi olarak Tayvan’ı kabul etmektedir. Karşılığında da okkalı destek almaktadırlar. Hatta işi pazarlığa vuranlar, diplomatik tanımayı adeta müzayedeye çıkarıp hangisi daha fazla para verirse onu tanıma yoluna gidenler de oluyor.
ÇHC 1997 yılında Hong Kong’u Birleşik Krallıktan, 1999’da Macau’yu Portekiz’den geri aldığında “tek ülke, iki sistem” doktrinini öne sürmüş, bu topraklarda eski ekonomik serbesti ve siyasi demokrasi olmasa dahi ifade ve diğer kişisel özgürlüklerin korunacağı bir yönetim tarzının sürdürüleceği taahhüdünde bulunmuştu. Tayvan’da bazı güçler bu fikri cazip bulmuş ve soruna çözüm olarak görür olmuşlardı. Ancak Xi Jinping’in Birleşik Krallıkla imzalanan anlaşmaya aykırı bir şekilde Hong Kong’da hürriyetleri sonlandırması bu heveslere son vermiştir.
Şimdi ne olabilir? Başlangıçta da belirttiğim gibi tek adam rejimlerin ne yapacağı belli olmaz. Ancak Tayvan 24 milyon nüfuslu, ABD sayesinde güçlü bir silahlı kuvvete sahip bir toprak. Denizden çıkarma yapmanın güçlükleri malum. Bu itibarla askeri bir harekât son derece riskli olur. Ukrayna savaşı bitmemişken dünya ekonomisinin yeni bir kriz kaldırabileceği şüpheli. Dolayısıyla Xi’nin şimdiye kadar savurduğu tehditleri yutup Tayvan gerçeğini kabul etmesi tüm dünyanın ümit edeceği bir şey.
Diğer taraftan 1949 yılından beri Kıta Çini’nden kopmuş, kendi kültürünü Çinli olmayan yerel halkın da katkısıyla geliştiren, demokratik hukuk devletine dönüşen Tayvan’ın bağımsızlık arayışı içine girmesi ve ayrı devlet olarak kendini ÇHC’ye kabul ettirmeye çalışması zamanla gerçekleşmesi muhtemel bir gelişme. Beijing’deki mevcut rejimle bu mümkün görünmüyor. Ancak ÇHC de zaman içinde demokrasiye dönüşürse bu imkânsız değil. Hatta ÇHC demokratik, çoğulcu bir rejime günün birinde sahip olursa birleşme dahi büyük ölçüde kolaylaşır. Tüm dünya için mutlu son şüphesiz bu olur.