Yaşar Sökmensüer
Bitmeyen şarkı: Hadi yine iyiyim
İyiliğin-kötülüğün taraflara tercümeleri, eğilip bükülmesi sadece günlük hayatın artık neredeyse sıradan örneklerinde değil; adaletin, vicdanın hap gibi, kısacık, evrensel tanımlarına, -temeli bazı “ama”larla zaten netameli- “temel ahlak normları”na omuz atan salınışıyla her toplumsal alanda, kurumlarda bile karşılaşılabilen ölümcül bir sorun. Bir salgın çünkü… Boyutlarıyla maalesef ithal, pandemi filan da değil.
Ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı
Bugün ana mesele ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı… Geçmişle şimdinin, hatta yarının birbirine karıştırılması, aynı düzlükte kıyaslanması her iletişimin baş belası. Manzara ortadayken o hamleler çok daha tehlikeli. O dama tahtasında kimin, ne kazanacağı da yeniden tecrübe etmeye gelmez. Günah-sevap hesaplaşması, kadının birlikte mücadelesine de engel.
Tek “vaka”yla “Bu ne?” ittifakı
Artık seçimlerdeki sandık, “Biz öyle sandık”a da uygun, cinaslı kafiye. Orada kadın olmak iyice yaman, hayati mesele. Zira (AK Partili Özlem Zengin’in tasvirinden ödünç alarak) kadın hedef, kadın çok düzenli, planlı saldırı, yüzlerce tehdit altında, kadın yorgun, o camiadaki durumu değerlendirirken hüzünlü, kadın yalnız, öyle de yorgun. Kadın aklımdaki o dize: “Eş dost arasında büsbütün yalnız”.
“Cehennemde İki Devre”
Diktatörlük, faşizm ve futbol, tarihe de, sinemaya da yerleşen bir mesele. 1961 yapımı “Cehennemde iki devre” filmi de futbolun “taraftarlık-karşıtlık”tan kolayca “biz-siz”e bağdaş kuran, oradan her türden ayrımcılığı bağrına basan “dostluk-düşmanlık”a yönlendirilebilen rekabet büyüsünü, böyle duyguları resmen, alenen keskinleştiren “dünya savaşı”nın cadı kazanında anlatıyor.
İki hikâye bir masal
Kılıçdaroğlu’nun televizyondan Akşener’in “kazanacak aday”la, “devletin varlığı, milletin iradesi”yle paketlediği tiradını izledikten sonra tebessüm ederek kurduğu “Hiç merak etmeyin, taşlar yerine oturacak” cümlesini, “Her şey dağılmıyor, tam tersine şimdi her şey yerine oturuyor”a da genişletmek mümkün herhalde. Yazımdaki iki hikâye de fikrimce bu cümleyi kurmadan önce muhabbet faslında anlatılabilecek kıssalar.
Mülk, temel ve deprem
Böyle yoksun bir âlemde “mülksüzleşme” dört duvar arasına yahut depremlerin, felâketlerin, ekonominin enkazlarına sığan bir kelime, kavram değil. Sözlükte memlekete, âleme, devlete, bir sahiplik alanına uzanıyor anlam yelpazesi. Yerinden yurdundan olmak, işini, gücünü, gelirini, var olan yahut varsayılan “hayat”ını yitirmek de onun haznesinde. Bu geniş alanda demokratik haklar, söz hakkı da bir “mülk”.
Bu felâket de mi ders?
“Elimizden geldiğince” vurguları sırtını sağlama alan bir hazırlığı, birikimi, organizasyonu, işleyişi değil bir eksikliği, yetersizliği, mahcubiyeti çağrıştıran ifadeler. Nihayetinde “elden gelen bu” itirafı... Resmi bir mazeret sayılması hazin. Devlette, yetkililerde değil kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışan halkta, elinden geleni yapmaya çalışan gönüllülerde eğreti, sakil durmuyor sadece.
Emir demiri kesmiyor
Halkın bir felâkette, tek başına ne yapacağını bilememesi normal ama öyle günler için oluşturulmuş, görevi, kâğıt üzerinde yetki alanları öyle olan kurumların, birimlerin ne yapacağını en tepeden “talimat” gelmeden bilememesi yahut talimatsız adım atamaması normal değil. Ve maalesef yaşanan en büyük felâkette de ortaya çıkan bu kriz yeni bir şey de değil.
Sesimizi duyan yok mu?
Marmara Depremi’nde ulusal bir çığlığa, hazin bir slogana, başlığa dönüşen “Sesimi duyan var mı?” haykırışı bu kez enkaz başındaki arama-kurtarma ekiplerinin gür seslenişi, arayışı değil. Enkaz altında ya da enkaz başında öylece bekleyen insanların her yerden duyulan çaresiz çığlıkları: “Sesimizi duyan yok mu?”
Sevimli Lovecapone’un “önemsiz” maceraları
Marcello Mastroianni “İtalyan çapkınlığı” efsanesinin medar-ı iftiharı. Nam-ı diğer “Latin Lover”. Öyle tanınıyor/tanıtılıyor. Öyle ki “İtalya’yı anlamak” babından gezi yazılarında bile Mastroianni de tarihi, doğal bir “eser”. İtalyan erkeklerini anlama rehberi! Lâkin o dünyada hakkıyla alınmış kimlik kadar giydirilmiş toplumsal kimlik meselesi de mebzul.
Hayat uçan-konan duygulardan ibaret
Bir memleket değil de “bir ruh hâli” olan bir ülkeyi “hiçbir şey olamayan her şey” olarak tanımlasak… Yahut koca bir hayatı, öyle ülkelerin, hayatların içindeki insanları. Sonra mırıldanıp “Hislerimi değil de düşüncelerimi söylemekten bıktım” desek. Bir eşya, madde, “şey” değil de “duygu koleksiyonu” kursak bir ülkede, bir hayatta ya da bütün bunları hissettiren bir filmde… Adı “Bir avuç doğrunun (gerçeğin) yalan yanlış güncesi” olurdu belki de.
Çanlar bugün şair için çalıyor
Çanların kimin için çalındığını 500 yıl önce duyuran vaiz, şair John Donne’ın dizeleri, aşk, tanrı, ölüm üçgeninde gezinen bir münazara alanı. Şiirleri, “edep”le edebiyat arasında terbiye, ahlak, hicap, haddini bilmekle kurulmaya çalışılan asma köprüleri sarsıyor. Donne “seks” kelimesini “cinsellik” anlamında kullanan ilk İngiliz yazarı. Ve “kadınların yüreğini hoş tutacağı yerde onların aklını karıştıran” bir gafil. Zira ona göre kadınların tek kusuru erkeğine bağlılık.
“Sen seni bil sen seni…”
İnsanın kendisine sürekli “Sen” diyen bir “Siz”i uyarması sadece bir nezaket kuralı değil en olağan iletişim hakkı. Ama bu hakkı, bir yönüyle bu kadar “basit” bir şeyi anla(t)mak bile kolay değil bu ülkede. Hele bu hakkı savunmak başlı başına yaman mesele. “Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar” atasözü, “Dama düşenin hâlini…”ye dönüştüyse iyice zor. Bedeli de büyük.
Eskitilen yeni yıllar
Senede bir gün kutlanan o mâhut yılbaşılar, bana ertesi gün “N’aber, nasılsın”a “Valla bildiğin gibi, yeni bir şey yok” diyen kalabalıkları da hatırlatıyor. Ve o ezberde mırıldanılan yeni yıl dileklerini… Ki “Allah sağlık, para, aşk versin, âmin”in kısaltması Aspava’yı bizim nesil kafa çektikten sonra rendelenmiş hıyarlı cacık eşliğinde soslu dürüm döner yiyerek biraz ayıldığı sabaha kadar açık mekânlar olarak bilir.
Paramparça…
Paramparça hatıralar bazen hatırası değil bugünü olabiliyor insanların. Yaşamı da dön-gel “yaşantı”lar… Hepsi, bir dairenin döngüsünde -zamanla- hızlandıkça bir tayfa dönüşüyor, tüm renkler silikleşiyor. “Beyaz”a yıllar sonra, o tayfın hızlı döngüsüyle ulaşıyorsun. Aklandın sanıyorsun, halloldu sanıyorsun. Oysa tüm renkleri yok ediyor o tayf, bembeyaz oluyor. Beyaz sanki bir gölge değil de renkmiş, beyaz marifetmiş gibi.
Şiddetli farkındalık
Şiddet her türüyle sahnede, ekranlarda. Popüler aksiyon sineması da “eğlenceli şiddet haberciliği”nin keyfini, sinemanın sonsuz olanaklarıyla, mutlu, rahatlatıcı, gösterişli finalleriyle olağanüstü katlıyor. Ama bazı filmlerde şiddet insanın sanık sandalyesine toplumu oturtarak kendini seyirci sıralarında saklamasını, rahatlatmasını da engelliyor.
Üstesinden geleceğiz
Joan Baez’in Beyaz Saray’da söylediği şarkıya, Başkan Obama, ailesi, Joe Biden ve tüm konuklar katılıyor: “El ele üstesinden geleceğiz…” Bob Dylan da aynı sahnede: “Toplanın senatörler, milletvekilleri /Çağrıma cevap verin /Kapının önünde beklemeyin /Koridoru, yolu kapatmayın /Çünkü duraklayan acı çekecek /Düzen hızla sonlanıyor /Çünkü devran değişiyor.”
Padişahın elması
Böyle de ihtiyarlıyor insan. Beyni, alnı, alınyazısı kırışıyor, buruş buruş… Ömür değil yol yoruyor, aksatıyor, bıkkınlık kocatıyor. Hani uzunyol sürücüsüne yaşını sormuşlar… “Benim yaş normal de, kilometre çok be abi” demiş, o hesap. Ömrümüz, kilometrelerimiz yıkımla, yağmayla, yalanla talanla geçti, katlanarak geçiyor. Memleket normalleri, bir bilene sorarsan.
Firar oyunları
Kediler firar ustası. Firar ruhunda, ayrılık aklından geçenlerde… Kaçış arzusu insanın da en kapsamlı özgürlük taslağı. Öyle örneklerde “Benim her yere gidesim var, hiçbir yere dönesim yok” bile Teneke Trampet’in repliği değil sadece. Mesele bazen Esme Aras’ın cümlesinde gizli: “Hiçbir yerli veya her yerli olabilmeyi asi bir asaletle yapabilmek de stildir!” Stil de bir tür kaçış, bir ayrı(ca)lık, istikametini, rap rapını ezelden almış kalabalığın akışından.
“Ayrılık da sevdaya dâhil”
Ankara’yı sevmek, o aidiyeti yaşayan insanın kendisini de sevmesiyle büyüyen bir sır sanki. Temelinde sadakat, bir tür güven filan var. Sürprizsiz… Yani kedi sevgisi gibi değil, daha çok köpek sevgisi gibi. İstanbul’un kedilerini ise edebiyatı, hikâyesi, hayatla, denizle, balıkla iç içe efsaneleriyle de tanıyoruz. İstanbul’la sadece “rakı-balık” özdeş değil, “kedi-balık” da var. Başkentin ise Ankara Kedisi… Hayatım boyunca şahsen tanışamadım.
Sadakat felsefesinde Kedi Okulu
Kedileri baştan mahkûm eden zihniyet çok kuvvetli bir temele, bir kavrama, “sadakat”e dayanıyor. Ezelden tanımlanmış, altın varaklı çerçevede kutsanmış sadakat, “sahip”ine kayıtsız şartsız bağlılık gibi maalesef insanların hâlâ yüce değerler atfettiği şeyler, kedilerin has özelliği değil. Yahut bizim anladığımız, arzuladığımız hâliyle yok onlarda. Zaten birçok kavram, değer “bizim anladığımız şekliyle” gürültüye gidiyor.
“Kadınlar kedi yaratıklardır”
Cadı, kedi kadınların tarihi yüzyıllardır güncellenen postmodern bir mesele. En dehşetengiz haliyle cadılık başrolde kedi(li) kadının olduğu neredeyse 10 asırlık bir tiyatro eseri. Batman filmlerinde “modern” suretini bulan “Catwoman” ise kediler kadar olmasa da (!) “ahlâk”tan yoksun yahut “belirsiz ahlâkî kodlar”a sahip bir canlı türü. Ne yapacağı belli değil, asla güvenemezsin.
Kedili Antik tarihin geçici kredisi
Çin mitolojisine göre tanrılar yeni eserlerinin, yani yarattıkları insanların gidişatını izlemeleri, gözlemeleri için kedileri görevlendiriyorlar. İnsanlarla iletişimlerinin net, onların anlayacağı dilden olması için de Başmüfettiş kedilere konuşma yetisi veriyorlar. Ama kedi işte; göreve, dikte edilmiş sorumluluklara gelecek, tanrı buyruğu da olsa o abuk düzene uyacak kullar gibi itaatkâr, tuhaf değiller.
Kedidir…
Bağımsızlık, zarafet, kedi, müthiş bir üçleme… Ulus Baker zarafetin “bakış açısının işe yaradığı, anlamamızda işe yaradığı şeylerden birisi” olduğunu vurguluyor: “Hayvanların insanlardan çok daha zarif yönleri var. Bir kedinin atlayışını düşünün… Bunlardaki çok özel zarafet sanata her zaman kaynaklık etmiş bir doğa zarafeti”. Onlarda “başka bir dünya”nın estetiği, zarafeti, mânâsı gizli. Başka dünyaları anlamak, kabullenmek, sevmek, farklardan hoşlanmak için de hayvanlara, kedilere ihtiyacımız var. Enis Batur’un yazdığı gibi “Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri bir şey var” aynı zamanda.
İki dakika utan
Bir kuşağın gelecek kuşaklara bırakacağı en ağır miras, -doğuştan- kambur, “utanç” olmalı. Öyle majör mirasların sayısız örneklerini “12 Eylül Utanç Müzeleri”nden, “Utanç Duvarı”ndan adıyla da hatırlıyorsun. İşaret direği gibi darağaçları da dikiyor oraya tarih, göresin diye. O dönemleri geride, o yüzyılda bırakmak benzerlerinden, belirtilerinden utanmaktan âzâde kılmıyor insanı. Atılan adımlar onlarla aranı “yüzyıl farkı”yla açmana yetmiyor. “Burun farkı” desem, bazı mevzularda eğreti durmayacak sanki.
Vb. hayatlar-ölümler
Rakı, viski, votka filan yerine içilen “benzeri ürünler” her konuda hayatımızda. Ekonomik düzen, koşullar ve onun dallarından-budaklarından Aroma İmparatorluğu beslenmeyi “benzeri ürünler”e mahkûm ederken, temel ihtiyaçlar, giyim, eğitim, barınma vb. bile “benzeri ürünler”le sağlanıyor. İyimser bir bakışla “hayat benzeri” bir ömrü, demokrasi aromalı bir düzende, vb. yaşıyoruz. Öyle, vb. nedenlerle de ölüyoruz sık sık.
Kraliçeyi reddeden şövalyeler
Ekranımdaki filmatik kraliyetleri en çok o tahtlara kurulan kralla kraliçenin huzuruna çıkanları “Çekilebilirsiniz”, “Alın götürün bunu…” gibi birçok anlama gelen, kulu farklı akıbetlere sürükleyebilen baş ve orta parmak işaretiyle hatırlıyorum. Dışarıya doğru hafifçe kıpırdatılan, her kıvamda “Çek git” diyen iki parmak, kibrin, yeninden gözüken zulmün, tehdidin tarihi sembolü… O yüzden krallık ihtirasını, otoriteyi ellerinden, el dilinden, hatta kaldırdığı tek parmağından bile tanıyoruz.
Kraliçe gitti, masal bitti
Masallarda padişahların, hanım sultanların, şehzâdelerin, ceddimizin aşklarını, kral, kraliçe, prenses dozajında al(a)madık bünyemize. Öyle uluorta âşık da olmazlar, ortalıkta öyle “setresi uzun, eteği çamur” Kâtibim misali dolaşmazlardı da zaten. Nedense müzelik sayılan numunelerine yerinde, bizzat göz attığım kadarıyla çok odalıydı “aşk”ları. Haremleri “mahrem”in tek kaşı kalkmış anagramı… Monogamik türlere ise tarihsel olarak yasaktı aşk. Tarih dediysem uzağa, masallara gitmeyin, anam babam usulü…
Tarihî bir muammanın analizi: Paranormal “klip klak” sanatı
Multimilyoner Tayfur çilingir sofrasında Emmoğlu’yla kafa çekiyor. Emmoğlusu ona ayıp olmasın diye bağlamasını bırakmış, belki de muhtarın “Bitnik” oğlunun gitarını çalıyor. Ama o ne! Bir an Mercedes’in içinde tek başına oturan bir “sosyete kızı”nı görüyoruz: “Paranormal Aktivite”. Aslında öyle bir kadın yok ama kamerada görünüyor. Ardından başta imam, arkada cemaat bir tabut geçiyor şarkılı, türkülü çilingir sofrasının hemen yanından. “Paranormal Aktivite 2”, tüylerimiz ürperiyor.
Kulağa stereo fısıldayan şeytan
70’lerde Amerika’da taşınabilir emsallerine gümbür gümbür fark atan cüsseli teypler, stilini, “akım” payesini omuza alındığında kazanıyor. Siyah, Hispanik öncüleriyle “Ghetto Blaster” akımı, dışlandıkları düzene karşı müzikle silahlanma: “Teyp omza!” Geçen ay yine iştigali belirsiz biri çıkıp “İnsan şarkıcıları, türkücüleri dinlediği zaman şeytan omuzlarının üzerine, sağya bir şeytan, sola bir şeytan (stereo yani) çıkar, vurmaya başlar” diye ortalığa üfledi ya… O takımı, sonrasındaki “Walkman”leri filan getirsen, notasız zihniyete her açıdan elverişli numune sağlayacak.