Etyen Mahçupyan

Beka meselesi

Türkiye güçlü potansiyelleri olan ama zayıf bir ülke… Öte yandan bu zayıflıkla yüzleşebildiği takdirde, onu alt edebilecek esneklik ve birikime de sahip. Ne var ki siyaset alanının toplumsal dinamikleri iğdiş etme gücü devam ederken, bugün o siyaset alanının bizatihi yozlaşması ve kurumsal yapının iflası tehlikesi ile karşı karşıyayız.

Diriliş ihtiyacı

Erdoğan’ın dünyasında 2019 bu ülkenin ve milletin yeniden doğuş anını simgeliyor. Bu an tarihsel bir boşlukta yer almıyor… Herkes ‘bizim kim olduğumuzu… nereden gelip nereye gittiğimizi anlayacak’ derken ezeli ve ebedi bir tarihsel özneye atıfta bulunuyor. Sanki Türkler efsunlanmış, uyutulmuş şekilde yüzyıllarca kaldıktan sonra, şimdi Erdoğan ve onun vizyonu sayesinde ‘dirilip’ tarih ve siyaset sahnesindeki ‘gerçek’ hüviyetlerini cümle aleme kanıtlamanın eşiğindeler.

Yıllardır bu anı bekleyenler için

Bizdeki bu ‘başarı’ açlığının ama başarıyı ille de başkalarına haddini bildirme olarak duyumsamamızın nedenleri ne olabilir? Her imparatorluk gibi yükselen ve sonrasında gelen yeni dünyaya adapte olamayarak dağılan Osmanlı’yı niçin nesnel bir bakışla ele alamıyoruz? Belki de bunun altında Osmanlı devletini ‘gerçekte’ hiçbir zaman kendimize ait hissetmememize karşın, kayıplarından doğrudan etkilenmiş olmamız yatıyor. Belki de ‘bizim’ olduğu söylenen ama hiçbir zaman ‘bizim’ olmayan devletin, nihayet bu sefer bize ait olduğuna inanma ihtiyacıdır bu…

İnandığını bilgi sanmak

Nihayet bütün bu retorik “biz Corc’un ağzına bakarak hareket etmeyiz” cümlesi ile tamamlanıyor. Böylece ekonomi biliminin kökü dışarıda, gayrı milli bir nitelik arz ettiğini anlıyoruz. Yabancıların ürettiği bilim enflasyonu faizin nedeni olarak öne sürerken, meğerse bizim içimize ‘kötülük’ sokulmak istenirmiş… Bize de milliyetçi davranıp bilimi değiştirmek düşermiş…

Ekonomide ‘muhteşem’ başarı

Ülke ekonomisinin ‘röntgenini’ ortaya koyan birçok gösterge var… Büyüme, işsizlik, gelir dağılımı, enflasyon, faiz hadleri, döviz kuru hadleri, bütçe açığı, cari açık gibi… Bunlara güven ve istikrar algısını, nihayet geleceğe dönük beklentileri de eklemeniz gerekiyor. Sağlıklı ve iyi bir ekonomi bütün bu unsurların kendi içinde ve gözetilen hedefler uyarınca ‘birlikte’ yönetilmesini gerektiriyor. Bu faktörlerden birini seçip onu istediğiniz rakama getirmek çok kolay… Buna ‘başarı’ denmesi ancak kendimizi kandırmak olur. ‘Başarı’ bu faktörler arasında öncelikli gördüklerinizi ‘aynı anda’ istenilen seviyeye getirirken, diğerlerinin de istenmeyen düzeylere gelmemesini sağlamak.

Altın vuruş ve Sinderella

Cumhurbaşkanlığı Sistemi uzun vadeli ve kalıcı bir değişim için yapılmıyor. Yani uzun uzadıya düşünmelerine ve çekinmelerine gerek yok. Aksine çok daha değerli olan ‘anlık ve geçici’ bir ihtiyaç nedeniyle hayata geçiriliyor. İhtiyaç ise belli: Bürokrasi, yasama ve yargı engeline takılmayan, hızlı davranabilen ve denetlenemeyen bir yürütme. Şimdi bazı münafıklar ‘niçin böyle bir sistem isteniyor’ diye sorabilirler ama elinizi vicdanınıza koyun… Kim istemez?

Güncellenmesi gereken

İslam’ın gündelik detaya inen öğretisi dindarın yüzeyselliğine mahkum düşebiliyor. Detaycılığın kutsanması eğilimi ile birlikte bazen bunun bağnazlığa kadar gidebildiğini görüyoruz… Müslümanların kendi inançlarına sahip çıkmaları, bu konuları açık yüreklilikle ama derinliğine konuşabilmelerine muhtaç… Dini otorite üzerinden meseleyi halletmek hızlı ve cazip bir çözüm yolu gibi gözükse de, söz konusu konuşmayı engellediği oranda yüzeyselleşmeyi artıracaktır. Bu yüzeyselleşmeye siyasi meşruiyet sağlama çabası ise fırsatçılığı ve bağnazlaşmayı davet eder.

Ekonominin derdi siyaset

Ne var ki dış yükümlülüklerin dış varlıkların iki misli oranda arttığı bir ekonomide döviz kurlarını tutmanız pek kolay değil. Nedeni ise niçin yatırım yapılmıyor sorusu ile aynı… Vatandaş ülkesine güvenini kaybetmiş gözüküyor. Yoksa her alım fırsatında döviz mevduatları daha da büyümezdi. Bu güvensizlik irrasyonel addedilemez, çünkü yurt dışı finansmanın faizinde de Türkiye giderek kendi muadili ülkelerden olumsuz ayrışıyor.

AK Parti’nin kaderi…

Siyasete girdiği andan itibaren Ergenekonculardan Gülencilere çok sayıda aktör AK Parti’ye zarar vermek için uğraşmış ama becerememişti. Görünen o ki şimdi bunu bizzat AK Parti ‘başarıyor’… Aynen laik kesimin bu ülkeyi yönetme fırsatını kötü kullanması gibi, bugün İslami muhafazakarlar da tarihin bahşettiği şansı boşa harcıyor, kendi geleceklerini karartacak şekilde israf ediyorlar.

Bu kadar korkmak iyi değil

Milli davalar’ nedeniyle halkın bunlara tepkisi fazla olmayabilirdi ama seçimde kaybetme korkusunun nasıl bir tepki üreteceğini bilemiyoruz. ‘İttifak Yasası’nın getirdiği, oy pusulasının teke indirgenmesi, sandık kurulu başkanlarının merkezi atama ile yapılması, sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulaları ve zarflarının geçerli sayılması, seçmen talebiyle kolluk güçlerinin çağrılması gibi ‘yenilikler’ akla hiç de hoş hatıralar getirmiyor.

Afrin’i azımsamak ve abartmak

Türkiye’nin meseleye etnik açıdan bakmadığını da göstermesi gerekiyor. PYD’nin bile etnik bakışı terk ettiği bir ortamda Kürtleri kucaklamayan herhangi bir düzenin çözüm olma ihtimali yok. Ve bu noktada Sünni Arap dünyasındaki ırkçılığa yakın yaklaşımların aşılması hiç de kolay olmayabilir.

Korumacılık ve küreselleşme

Korumacı ortamların en büyük zararını ise Türkiye gibi dünya sahnesinde daha etkili roller üstlenme ve yüksek gelişmişlik düzeylerine ‘sıçrama’ potansiyeli olan ülkeler çekiyor. Örneğin çalışabilir eğitimli nüfus küresel ortamda büyük bir avantaj iken, korumacı atmosferde yüke dönüşebiliyor. Çünkü korumacılık ülkeleri karşılıklı olarak benzer ‘tedbirlere’ yönelttiği ölçüde, yapısal reformların önünü kesiyor.

Dindarların 28 Şubat’ına doğru mu?

Gelinen noktada, aynen geçmişteki iktidarlara benzer şekilde, AK Parti’ye de kendi cemaatini toplumun yerine koyan, o cemaate hizmet ve hizmet götürerek seçim kazanmayı hedefleyen, seçimi kazanamamayı milli bir felaket olarak algılayan sağlıksız bir anlayış hakim olmuş gözüküyor. Hakem devleti hayata geçiren bir parti, şimdi ‘taraf devlet’ üretmekle kalmıyor, onun üzerinden toplumu parçalara ayırıyor, makbul vatandaşı yeniden tanımlıyor, dışında kalanı gayrı milli, hatta hain ve suçlu ilan edebiliyor.

Şekerin millisi

Acaba Cargill ile Zarrab davası arasında bir ilişkinin varlığı mı bizi bu özelleştirme noktasına getirdi? Kendi kelimeleriyle “Sarraf ve Cargill, İran’a ilki hayali diğeri gerçek ihracat yaparken, İran’ın Halk Bankası’ndaki aynı hesabında tutulan parayı kullanıyor yani paylaşıyorlardı. Yani rakiplerdi… Cargill’in karı kendi hanesine yazılmayacak herhangi bir yolsuzluğu ya da usulsüzlüğü Türkiye’de çözemeyince ABD’ye götürmüş olması gayet mümkün.”

Medyada gönüllü araçsallaşma

Bütün bunlar olurken, öne sürülen tezlerin ve ortaya konan performansın inandırıcı olması, eğer hedeflere ulaşılamıyor ise buna bir ‘günah keçisi’, hatta daha iyisi kadim bir düşman bulunması lazım. İşte dış mihraklar, emperyalistler, faiz lobileri vs bu işlevi yerine getiriyor. Bu kanaatlerin yerleşmesi ise tabi ki söylem sürekliliğine ve misyonerce mücadeleye katkı veren bir medyaya muhtaç…

Faiz niye bu kadar önemli?

Faizlerin yüksekliğinden ‘faiz lobisi’ kazanıyor dense de, aslında bankalar dahil kimse kazanmıyor, çünkü hem piyasa daralıyor, hem risk artıyor, hem de elde tutulan tahvillerin değeri düşüyor… Öte yandan kaybeden de ‘millet’ değil, başkası… Faiz tartışmasının ardındaki yakıcı soru ise galiba şu: İnşaatın durakladığı bir atmosferde düşük büyüme ve istihdamla seçim kazanılabilir mi?

Ceylanpınar’ın faili hâlâ aramızda

Söz konusu provokasyon için en büyük aday ise ‘derin’ Gülen yapılanması. Ne var ki iktidar/devlet suçsuz insanların onların eliyle tutuklanıp cinayetle suçlanmasından ve böylece cinayetin faili meçhul kılınmasından hiç rahatsız gözükmediği gibi, her nedense bugün de Ceylanpınar’ı ‘FETÖ ile mücadele’ kapsamında görmüyor…

Suriye üzerine yeni sorular

Şu an için Türkiye’nin ilerlemesi Rusya’nın işine gelirken, her üçü de Türkiye’nin bu topraklarda kalıcı olmayacağına güveniyor. Çünkü muhtemelen ÖSO’nun kendi başına bölgeyi yönetemeyeceğini, bir barış düzeni kuramayacağını ve Rejim ile muhalefet arasında yeniden savaş başlayacağını öngörüyorlar. Bu durumda Türkiye ÖSO’ya yardım edemeyecek ve Rusya/İran kendi tasavvurlarına uygun bir çözümü elde edecektir…

Nereden çıktı bu Karamollaoğlu?

Karamollaoğlu güçlü bir Meclis’e sahip, yürütmenin gerçek anlamda denetlendiği, yargının hükümetin etkisinde olmadığı bir başkanlık sistemini ve siyasetin araçsallaştırılmadığı bir yönetim anlayışını savunuyor. Türkiye öyle bir noktada ki henüz on yıl önce AK Parti’nin yaklaşımını izah eden bu bakış, bugün Karamollaoğlu’yu ‘özgün’ bir siyasi ses haline getirmiş durumda.

Bu nasıl bir rejim?

Demokrasilerde hukuk da toplumsal değişimi referans alarak ilerler, kamusal alanın özgürlük, bilgilenme ve etkileşme imkanını korumayı ve genişletmeyi amaçlar. Devletin ideolojik/siyasi tercih ve isteklerini kendisine kıble yapan bir hukuk anlayışının demokrasi önünde sadece engel oluşturduğu açıktır...

‘Şanlı tarihimize’ niye ihtiyaç duyarız?

Otoriter zihniyetten beslenen bir ideoloji olmakla birlikte milliyetçilik, sıradanlığı hazmedemeyen, ille de biricik olmayı tahayyül eden ataerkil toplumlarda da çok yaygın. Bunun altında yatan özgüven eksikliği de kendisini şişirilmiş ego ve hamasetle ortaya koyuyor. Bazen tarihe ve coğrafyaya ‘damga vurma’ öylesine psikolojik bir ihtiyaca dönüşebiliyor ki, sonuçta tarihe olumlu bir örnek olarak geçme ihtimali kalmıyor…

Sistem beyin göçünü hak ediyor

Genç kuşakları önceden tanımlama ve kendine benzetme hevesinin tek sonucu kalitesizleşmedir. Bu nedenle Türkiye’den beyin göçü yaşanıyor ve söz konusu anlayış devam etiği sürece de durmayacak. Geçenlerde Erdoğan üniversitelere çağrıda bulunarak gidenlerin geri gelmelerini sağlamalarını istemişti… Ne var ki AK Parti’nin ilk iki hükümet döneminde bürokrasiye gelmiş olanların da hemen hepsi geri döndü.

Yanlışı tercih etmek

Toplumun yüzde 60’ını arkasına alabilecek bir parti şimdi 50’yi geçebilmek için ülkenin iki yılını buna hasrediyor… Tarih bu dönemi muhafazakarların büyük bir potansiyeli nasıl israf ettiğinin hikayesi olarak yazacak gibi gözüküyor.

Bu iş nereye gidiyor?

Bu tablo karşısında Türkiye’nin en akılcı stratejisi ne olurdu? Herhalde PYD’yi siyasi açıdan mahkum edebilmenin koşulu olarak diğer Kürtlerle yakın temas içinde olmak gerekirdi. Ancak Barzani kartı tamamen yanlış kullanıldığı gibi, Suriye’de de ‘PYD ile kim mücadele ederse bize makbul’ noktasına gelindi. Yani hem Kürtler kazanılamadı hem de Esat rejimine razı olundu.

‘Gri alan’ve sağduyu

Türkiye’nin sağduyu sahibi olduğunu göstermesi, tehditlerin azalması ile birlikte hak ve özgürlükler üzerindeki baskının hafiflemesi, keyfiliğin bitmesi, kamu kurumsal yapısının kişiliğine kavuşması, devlet yönetiminde ciddiyet ve rasyonalitenin geri gelmesi gerekiyor. Görünen o ki Erdoğan ve hükümet de bunu az çok istiyor. Ama ‘açılmanın’ nereye kadar doğru olacağını öngöremiyorlar…

Suçsuza kaçma hakkı

Bu uygulamalar vatandaşlık aktini yıpratıyor. Devlete ve hukuka güven azalmasının suçsuz insanları kendilerini yargıya teslim etme konusunda tereddütlü kıldığını gözardı edemeyiz. Çünkü kendileriyle ilgili adil bir yargılanma yapılmayacağından, vatandaşlık sorumluluğu içinde davrandıklarında bizzat yargı tarafından suistimal edilebileceklerinden kuşkulanabilirler.

Devekuşu rahatlığı

Sırf işimize gelmediği ya da o anki milli söylem tasavvurumuza uymadığı için görmezden geldiğimiz, ama dünyanın geri kalanının okuyup gerçek olarak öğrendiği sayısız olay ve ilişki var.

Ekonomide özerk kurum kalmasın mı?

Hükümet niye Merkez Bankası, BDDK ve kamu bankalarının başındaki kişileri değiştirerek sorunu çözmüyor? Faizi indirmeyi kabullenen birilerini getirin yönetime olsun bitsin… Ama herkes biliyor ki kim gelirse gelsin durum değişmeyecek, çünkü onlardan talep edilen şey ekonomik açıdan sakat.

Suriye’deki Türkiye

Başarı gibi gözüken Astana/Soçi sürecinin de son toplantı ile nereye geldiği herkesin malumu. Esat rejimi Rusya’nın koruması altında istihbarat teşkilatı eksenli sahte bir meclis oluşturuyor, Sünni muhalefeti temsil eden Türkiye ise bu duruma ağzını açamıyor… Toprakları asıl sahiplerine iade etmekten söz ediyoruz ama aslında Esat’a teslim ediyoruz.

Suriye’deki Amerika

ABD’nin sadece askeri bir pozisyonu ve ona zemin oluşturan ‘negatif’ öngörüleri var. Diğer deyişle neyin olması değil, olmaması konusunda fikir sahibi… Eğer ileride Esat ile PYD arasında kalırsa hangi tarafı seçeceği belli değil. Ancak Suriye’deki doğrudan operasyonel müttefiki olan PYD’nin silinmesine razı gelmeyeceğini tahmin edebiliriz. Bu bağlamda Afrin’i Türkiye’ye terk etmekten rahatsız olmayacak ama Münbiç’i ‘genişletilmiş’ PYD koalisyonunun elinde tutmak için ağırlığını koyacaktır.