Ana SayfaGÜNÜN YAZILARILiberal demokrasilerin “otoriterleşmesi” üzerine

Liberal demokrasilerin “otoriterleşmesi” üzerine

Muarızlarınca sürekli olarak dillendirilen ve yer yer “illiberal” olarak değerlendirilebilecek “leviathanlaşma” pratiklerine rağmen liberal demokrasi, sanıyorum ki, hala savunulmaya değer. Aynı zamanda bütün kırılganlığına rağmen hala güçlü bir model olarak karşımızda duruyor; gücünü de kendi kendini dönüştürebilme ve düzeltebilme potansiyelinden alıyor.

Rusya devlet başkanı Vladimir Putin tarafından 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’ya karşı başlatılan işgal girişimine tepki olarak İsviçre, İngiltere, Fransa, Kanada, ABD ve AB üyesi diğer birçok Batı demokrasisi Rusya’ya karşı bir dizi yaptırım kararı aldı. Mevzubahis yaptırımlar enerjiden ulaşıma, ulaşımdan teknolojiye kadar geniş bir çeşitlilik gösterse de temel amaç Rusya’ya oldukça yüklü bir ekonomik bedel ödetmek. Doğrusunu söylemek gerekirse atılan bu adımlar Rusya devleti ve onun tüzel kişiliğini temsil eden devlet organlarına yönelik olması hasebiyle ahlaki bir perspektiften hareketle gerekçelendirilebilir. Öte yandan geçtiğimiz günlerde birçok liberal demokrasi, Rus kültürü ve bu kültürün ürünlerine; mevcut savaş ile ilgisi olmayan yazarlara ve sanatçılara karşı da histerik bir edayla kültürel boykot uygulamaya girişti. İşte tam da bu noktada liberal demokrasilerin kurucu değerlerine ihanet eden otokrasilere dönüştüğünü ima eden tenkitler “tekrar” dolaşıma sokuldu. Bununla da yetinilmedi ve liberal demokrasiler yer yer Rusya, İran, Çin ve Kuzey Kore gibi en temel sivil ve siyasal özgürlüklerin askıda olduğu rejimlerle özdeşleştirildi. Gerçekten de durum böyle mi?

Doğrusunu söylemek gerekirse bir siyasal rejim olarak liberal demokrasi ne tarihin sonudur ne de bütün problemlerden azade bir siyasal rejim tasarısına sahip bir modeldir. İnsan ihtiyacı sonucunda ortaya çıkmış yahut tasarlanmış birçok fenomen gibi liberal demokrasiler de niyetlenilmemiş kötü sonuçlar üretebilme potansiyeline sahiptir ve aynı zamanda değişime tabidir. Dahası, yakın tarihe baktığımız zaman başta ABD olmak üzere birçok Batı demokrasisi özellikle uyguladıkları uluslararası politikalarda “illiberal” olarak nitelendirilebilecek birçok tasarıyı pratiğe döktü. Peki ama bütün bunlar liberal demokrasileri, sivil toplumun kamu otoritesi aracılığıyla keskin sınırlarla düzenlendiği, her türlü muhalefetin “gayri meşru” görüldüğü, siyasal kontrolün radikal bir düzlemde devlet bürokrasisine kadar genişlediği Rusya ve Çin gibi rejimlerle özdeşleştirmek için makul gerekçeler mi?

İlk önce şu anlaşılmalı: liberal teorinin gerek normatif bir düzlemde teorik açıdan eksiklerini, gerek de liberal demokrasilerin pratikteki tarihsel tecrübe ile tasdiklenmiş hatalarını dile getirmek bir şey; onları otoriter rejimlerle kategorik olarak özdeşleştirmek ayrı bir şeydir. Benzer şekilde demokrasilerin, demokratik rejimi radikal bir düzeyde erozyona uğratabilme riski taşıyan “militan demokrasi” modeline benzer bir tarz ile hareket edebilme eğilimlerini vurgulamak bir şey; onları diktatörlük ile özdeşleştirmek ayrı bir şeydir. Sanıyorum ki insaf yoksunu bir tavırla güdülenen bir indirgemecilik ile sert eleştiri arasında ince bir sınır olduğunu hatırlamamızda gerek ahlaki gerek de entelektüel açıdan fayda var.

Bütün bu problemler bir yana, liberal demokrasiler açık toplumlara ev sahipliği yapan, etik bireycilik ilkesine bağlı, Kantçı bir ahlaki perspektiften hareketle bireylerin “kendi içinde amaç” olarak görüldüğü (yahut görülme eğiliminin daha fazla olduğu) rejimlerdir. Mill’den Rawls ve Dworkin’e kadar genişletebileceğimiz modern liberal çizginin de açık bir biçimde vurguladığı üzere değerlerimiz ve iyi bir yaşam sürmeye dair tasarılarımız esas çıkarımızdır. Bu hususta liberal demokrasiler, bireylere ortodoks olmayan pratiklerinden (bunlar dinsel, düşünsel yahut cinsel olabilir) ötürü baskı görmeden yahut cezalandırılmadan yaşamlarını değer inançlarına (tasarılar) göre sürdürebilme kaynaklarını ve  özgürlüklerini sağlamada alternatiflerine nazaran “hala” iyi bir durumdadır. Bu açıdan kültürel alanın ve “iyi yaşam sürdürme” anlayışının rijid bir biçimde kamu otoritesi (devlet) tarafından belirlendiği, bireysel otonominin büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı ve “kültürel bütünlük” idealine referansla devletin sivil toplumu hegemonik bir ölçüde dönüştürme çabasının mevcut olduğu rejimlerle (bu hususta İran iyi bir örnek olabilir) liberal demokrasileri aynı potaya koymak mevcut gerçeklerden uzak karikatürleştirmelerden öteye gidemez.

Yukarıda vurgulanan nedenlerden de anlaşılacağı üzere, muarızlarınca da sürekli olarak dillendirilen ve yer yer “illiberal” olarak değerlendirilebilecek “leviathanlaşma” pratiklerine rağmen liberal demokrasi, sanıyorum ki, hala savunulmaya değer. Aynı zamanda bütün kırılganlığına rağmen hala güçlü bir model olarak karşımızda duruyor; gücünü de kendi kendini dönüştürebilme ve düzeltebilme potansiyelinden alıyor. Bu durumu da sivil toplumdan gelen hoşnutsuzlukları ve karşılanmamış talepleri etkili reformlara dönüştürülebildiği mekanizmaları yaratabilme yeteneğiyle sağlıyor.

Bu bağlamda Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşın tetiklediği ve tekrar gündeme getirdiği liberal demokrasilere dair problemlere sağduyulu bir biçimde yaklaşmak ve  ahlaki bir üstencilikle kategorik indirgemeciliklerden kaçınmak entelektüel ahlak gereği önem arz etmektedir. Öte yandan, elbette liberal demokrasilerin sorunlarını vurgulamalı ve eleştirmekten çekinmemeli. Fakat şunu da unutmamalı: (1) mevcut problemlere rağmen liberal demokrasi birey karşısında devletin gücünü minimize edebilme kapasitesini korumakta, (2) kamu politikalarının bireylerin demokratik prosedürlere dayalı tercihleriyle belirlenmiş görevliler tarafından şekillendirilmesine hala olanak sağlamakta. Bunların yanı sıra, açık bir toplumu niteleyen ifade özgürlüğü, alternatif kaynaklardan haber alma özgürlüğü, vicdan özgürlüğü ve bununla bağlantılı olan “birleşme-biraraya gelme özgürlüğü” liberal demokrasilerde hala kaybolmuş değil. Benzer şekilde modern çokkültürlü liberal demokrasiler kültürel çeşitlilik ve bu çeşitlilik neticesinde ortaya çıkan çatışmalar ile baş etme konusunda da oldukça iyi bir sınav vermiştir: özgül kültürel kimliklere karşı asimilasyoncu olmaksızın kapsayıcı olunabileceği, kültürel farklılıkları tanırken aynı zamanda ortak bir aidiyet hissi yaratılabileceği, yurttaşlık kimliğine zarar vermeksizin çoğulcu kültürel kimliklerin korunabileceği efektif bir biçimde gösterilmiştir. Görünen o ki liberal demokrasi gücünü ve revizyon kapasitesini muarızlarının indirgemeci şablonlarına rağmen koruyor ve elimizdeki en iyi alternatif olarak aldığı bütün darbelere rağmen sapasağlam duruyor.

- Advertisment -