Metin Karabaşoğlu
Bir haydutun portresi
“Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar…” Bediüzzaman’ın bu sözü, “padişahın halifemizdir ve ulu’l-emre itaatin mü’minlere farzdır” söylemi üzerinden, müstebit de olsa yöneticilere itaatle yükümlü olduğumuz şeklindeki, hemşehrisi hamalları da etkileyen anlayışa bir cevap niteliğindedir.
Aklın yolu: ortak akıl
Bediüzzaman Said Nursî’ye göre adalet, hürriyet ve meşveret, bir mü’minin olmazsa olmazıdır. Ortak aklı işletmektir aslolan. Vefat ettiği ana kadar onun başta kim olduğuna bakmaksızın istibdadın karşısında, hürriyet-adalet-meşvereti esas alan bir yönetim anlayışının ise yanında yer aldığı aşikârdır.
Büyük değildir büyüklenen
Geleneksel kalıplar içindeki büyüklük, hiçbir özel çaba, yetenek, emek, ehliyet ve meziyet gerektirmeden sahip olunan bir niteliktir. Misal, yaşının daha büyük olması, erkek olarak doğmuş olması, bir hanedanın evladı olması, bir kişinin ‘büyük’ olarak tanımlanması için pekâlâ yetmektedir. Peki, akıl ve iz’an ile tartıldığında, bu özellikler gerçekten bir kişiyi büyük yapmaya ve başkalarını onun tâbii kılmaya yeterli midir?
Güce yaslanan, çöker
Otoritesini ister bürokratik, ister geleneksel, ister dinî alan üzerinden inşa etmiş olsun farketmez, kim bir tahakküm ilişkisi inşa ediyor, karizmasıyla ve gücüyle otoritesini sürdürmeye çalışıyorsa, bunu bu şekilde sürdürmenin imkânı artık gözükmüyor. Yaşanan gerilim, sürdürülen kutuplaşma, giderek artan ve her üç alanda birbirine omuz veren otoriterleşme eğilimleri de esasen tam da bu tıkanmaya verilmiş çaresiz bir ‘ömür uzatma’ tepkisi niteliğinde.
Tedbirsizlik kader, sorumlusu Allah mıdır?
Kendi elleriyle yaptıkları kötülükler veya almaları gerektiği halde almadıkları önlemler sebebiyle zuhur eden felâketler sözkonusu olduğunda katıksız bir ‘Cebriye’ olarak işi ‘kader’e getirenler, güzel şeyler sözkonusu olduğunda ise ortadaki neticeyi Mu’tezile’nin bile tahammül edemeyeceği tavizsiz bir derecede sahiplenerek ‘ben yaptım, benim sayemde, ben olmasaydım...’ söylemleri üretiyor.
Dindar olmayan muhafazakârlık makbul; muhafazakâr olmayan dindarlık, aykırılık
Gelenek ile din, muhafazakârlık ile dindarlık arasındaki gerilimi görmemiz ve irdelememiz gerekiyor... Bu, en başta dindarlar için gerekli. Çünkü muhafazakâr reflekslerin gölgesinde dindeki fıtrîliğin, insanîliğin ve adalet hassasiyetinin aşındırıldığı şu süreçte başta gençler olmak üzere toplumun geniş kesimleriyle dini konuşabilecekleri bir alan açabilmeleri ancak böyle mümkün olacak.
Den Lebenden zur Mahnung: “Yaşayanlar için bir uyarı”
Şu tutumdan uzak dur. Şu damgayı kullanma. Şu söylem ile arana mesafe koy. Ateşle oynama. Ötekileştirme. Tehdit gibi gösterme. Tehdit etme. Dikkat et, düşünerek konuş, aklıselimle hareket et. Yoksa kazanayım derken herkese kaybettirir, ülkene yazık eder, nice hayatı heder edersin.
Gözlemcilikten istifamın öyküsü (Bayram tatlısı niyetine)
Hayatın içinde olanlardan değil kenara ittiklerinden olma korkusu ve herkese değil sadece dar bir mecraya konuşuyor hale düşme endişesi ile gençlik yıllarında insanların içine karışarak dikkatli gözlerle ortalığı süzerdim hep. Bu sebeple her kesimden insanı görebildiğim, duyabildiğim, gözlemleyebildiğim ortamları bir fırsat zemini olarak gördüm. Ama otuzlu yılların nihayetine varmadan, bu gözlemcilikten istifa ettim.
Büyük resim
Hz. Musa ve Firavun kıssasındaki yeni farkettiğim bir detay, binlerce sene öncesinden bir olay gibi değil de, bugünün de bir gerçeği olarak gözüküyor gözüme... Koca bir topluma yönelik büyük bir zulmü örtmeyi hedefleyen ve aslında bu zulmün sonucu olarak ortaya çıkan münferit bir ‘iyilik’ fotoğrafı... O fotoğraf üzerinden oluşturulmak istenen bir izlenim ve yine o fotoğraf üzerinden üretilmek istenen bir borçluluk psikolojisi: “Sayemde...” “Sayemizde...”
Bir vefat, bir hatıra ve düşündürdükleri…
Düşünüşü, yaşayışı ve bilhassa görünüşü ile dinin kurallarını uygulamada ‘ruhsat’la değil ‘azimet’le hareket ettiği ve belirli şekil unsurları üzerinde haddinden ziyade durduğu, dolayısıyla dinin geniş olan yolunu daralttığı izlenimi oluşturan bir hocanın dinen bir problem görmediği için iştirak etmekten öte bizzat kıldırdığı bir cenaze namazına, müftülükler niye imam ve belediye niye cenaze aracı göndermedi acaba? Burada gerçekten dinî hassasiyetler miydi öne çıkan; ‘millî ve idarî endişeler’ mi?
Şiddeti hamiyet bilmek
Tarih, ‘hamiyet’ kılıfına büründürülmüş ‘şiddet’in, aklıselimi boğarak, güya ‘adına’ hareket ettiği milletin ve vatanın başına ne felâketler açtığına ve ne utançlar yaşattığına dair nice ibretle yüklü. Şiddet ayrı şeydir, hamiyet apayrı birşey. Şiddet, hamiyet değildir. Vatanseverliği şiddetin tasallutundan kurtarmak gerekir. Vatanseverliği ve hamiyeti ilimde, adalette, aklıselim ve itidalde aramak gerektir...
Dini mi seviyorlar, tahakkümü mü?
Dini gerçekten seven biri, maksadı eğer buysa bunun tam aksi sonuç veren, olumlu etki uyandırmayıp aksülamel yapan, yaklaştırmak yerine uzaklaştıran, ‘sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz’ hadisindeki uyarının aksine ‘sevdirmeyip nefret ettiren’ bir üslubu, tutumu, davranışı niye sorgulamaz, niye ısrarla ve inatla devam ettirir?
“Sana ne?”
Herkesin birer ferd olduğu, herkesin iradesinin ve dolayısıyla tercih hakkının olduğu, başkalarının hukukuna ilişir şekilde sorumluluğu mucib bir yöne evrilmediği sürece dışarıdan buna müdahale hakkımız olmadığı, müdahale gerektiren durumlarda ise sınırın hukukla çizilmiş olduğu, bundan öte herhangi bir konuda sorulmadıkça yargı belirtmenin karşımızdaki kişiye saygısızlık anlamını taşıdığı, maalesef bu topraklarda genel kabul görmüş hususlar arasında değil.
Nasıl oluyor?
Kendisini veya aidiyetini ‘seçilmiş’ ve ‘özel’ görmenin veyahut yapıp ettiklerine bir maslahat kılıfı giydirerek ‘amaç adına aracı kutsallaştırmanın’ gelip dayandığı yer, inancın gerektirdiği sınırların sorumsuzca, hatta pervasızca ihlali olabiliyor. Kendisini hesaptan muaf hale getiren seçilmişlik anlayışı, ahlâkî planda ilkelerin çiğnenmesi, amelî planda ise ilâhî emirlerin aşınması yahut aşılması ile sonuçlanıyor. Yakın dönemde bir topluluğun fertlerinde bunu görmüştük. Bugün bir başka topluluğun mensuplarında aynısını görmeye devam ediyoruz...
Kafamdaki sorular
Bir Yaratıcıya ve O’nun Hesap Günü yarattıklarına bu hayattaki davranışlarıyla ilgili hesap sorarak vereceği ödül veya cezaya inandığı halde o Yaratıcının insan için koyduğu en temel ahlâkî ölçüleri çiğneyenler olgusu; yanısıra, inanmadığı için kendisine ‘herşey mubah’ kılmayan, bilakis bir ahlâkî alan içinde yaşamaya gayret edenler gerçeği, her iki durumun sebepleri üzerinde beni uzun uzun düşünmeye yöneltiyor.
Hiç hata yapmayanların ülkesi
Hatadan öğrenemeyenlerin ülkesi, çünkü sözümona ‘hiç hata yapmayanların’ ülkesi. Muhakkak bir izahı var olup bitenin, suçun ve kabahatin havale edileceği bir başkası var muhakkak… Bu, sadece tek tek kişilerle ilgili bir durum da değil. Hatasızlık iddiası, dolayısıyla hatadan öğrenememek, yazık ki kollektif bir özelliğimiz… Her yerde ve her zaman hep biz haklıyız, hep onlar haksız, hep birileri bize yanlış yapıyor, bizim yanlış yaptığımız söyleniyorsa bilin bakalım o işin aslı ne…
İki doktorun hikâyesi
Bediüzzaman’ın aşiretler arasında yaptığı seyahatte meşrutiyet ve hürriyet üzerine münazaralarını biraraya getirdiği 1911 tarihli Münazarat’ında, ‘kamuoyu katılımı ve denetimi’ni istibdat ile meşrutiyet, bugünün diliyle konuşursak otokratlık ile demokratlık arasındaki en temel farklardan biri olarak tesbit etmesi nicedir dikkatimi çekiyor.
Görün beni diyen ırkçılık sorunumuz
Okullara ‘insan’ değil ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir Türk’ yetiştirmeyi buyuran bir anayasamız var. Hangi etnisiteden olursa olsun insanı aziz bilen bir müfredat içinde yetişmiyor çocuklarımız. Medya dili hiç bu şekilde değil. Sokakların ve aile meclislerinin dili de değil. Irkçılık bu ülkede hep vardı ama hep görmezden gelindi.
ÇOCUKLARLA KONUŞURKEN | Bizim evin futbol halleri
Bize göre, izlediğimiz maçlarda, pozisyon gereği oluşan bir faulden sonra faulü yapan oyuncunun faul yaptığı oyuncudan özür dilemesi ve kalkmasına yardım etmesi, faul yapılan oyuncunun da jest veya mimikleriyle özrü kabul ettiğini göstermesi, bir maçın en güzel sahnelerinden idi meselâ. Emek hırsızlığına yeltenmeden dürüstçe oynanan bir maçtan sonra, sonuç ne olursa olsun, iki takım oyuncularının birbirlerini tebrik etmeleri de öyle.
ANALİZ – Âlimlik, siyaset ve Ayasofya Başimamı örneği
Güç ve başarıyla ilgili alanlar, özellikle de siyaset alanı, haddi aşmaya, hukuktan ayrılmaya ve yozlaşmaya müsait; dolayısıyla da “Ola ki uyarılmanız gerekir” hükmünün tatbikine ihtiyaç duyulan alanlardır.
Babam için…
İsmine dair telmihle, sık sık, “Ben muzaffer doğdum, muzaffer öleceğim” derdi babam. Bununla, dünyalığa tamah ederek karakterini bozmayacağını ve daha yüksek imkânlara sahip görünme uğruna hak yemeye tenezzül etmeyeceğini ima ederdi. Muzaffer öldüğüne şahidim. Keşke herkes ‘zafer’i onun bulduğu yerde arasa…
Bir şehzadenin romanı
Kardeş katli gibi bir zulme dahi meşruiyet aramaya çalışan bir zihin, sizce başka hangi zulme kapı aralamaz? Böyle bir zihniyet dünyasının, ‘hikmet-i hükûmet’le sevk edilemeyeceği herhangi bir yol ve yön var mıdır? Beka, nizam, selamet, emniyet söylemleriyle meşru görmeyip tavır koyacağı bir adaletsizlik mevcut mudur?
‘İslâmcılık’tan geriye kalan: ‘Müslüman milliyetçiliği’
Kitlesellik ve iktidar üzerinden ulaşılan ‘kutlu’ bir ‘sonuç’a odaklanan ‘İslâmî’ hareketlerin gelip dayanacağı nokta, ihlâs ekseninin yitimi ile birlikte dinin ideolojileştirilmesi, uhrevî olanın dünyevîleştirilmesi, âyetin sloganlaştırılması ve bu meyanda dindarlığın da bir dinsel milliyetçiliğe dönüşmesidir.
Emaneti ganimet bilmek
Her savaş cihad değildir. Siyasî mücadele savaş değildir. Siyasî rakip düşman değildir. Siyasî muhalifler, küffâr ordusu değildir. O halde devlet yönetimi ve siyasî iktidar, bir savaş sonrasında ele geçirilen ganimet gibi değil, mucibince amel etmek ve hıyanet etmemek üzere tevdi edilen bir emanet olarak görülmeyi gerektirmektedir. Emaneti ganimet bilmek bir felâket davetiyesidir.
Koca ‘Apartmanı’nda gördüğüm Türkiye
O küçük, derme-çatma, hepi topu üç metreyi ancak aşan boyuyla Koca Apt.’ına bakarken, kendimi de içinden çekip çıkarmadan, umumî haliyle yaşadığım ülkeye bakıyor gibi hissettim açıkçası.
Gençlerden öğrenmek
Kendi namıma, olayların da teyidiyle, ellisinden sonra ‘gençlerden öğrenme’ diye birşeyin de var olduğunu öğrendim. Açık söyleyeyim, bu, iyi de geldi bana; bakışımı, düşünüşümü, duruşumu iyileştirdi.
Hiç büyümeyenlerin ülkesi
Aşırı bireyselliğin Batı toplumlarını gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu bu topraklarda sıkça söylenir. Bu ne kadar doğru bilemem; ama doğru ise dahi, bu söylemin görmezden geldiği ve örttüğü bir gerçek, bizi de, ferdiyetlere saygılı müzakereci bir dil değil de kendi doğrusunu mutlaklaştırarak dayatan vesayetçi bir dil geliştiren ‘kollektif kimlik’lere hapsolmuşluğun gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu...
Büyük düşüş: Bilgiye hürmetten cehalete övgüye
Ağır bir hasar var önümüzde. Meselâ ekonomide varolan hasardan çok daha ağır bir hasar. Cehaleti öven, bilgiye düşman olan, ehliyeti tehdit olarak gören, kaba ve kibirli bir popülizm uğruna işinin ehli insanları okey masalarının hakaret mezesi yapmaktan çekinmeyen ve daha az akılla daha fazla inanç ve sadakat devşireceğini sanan bir zihniyetin hasarı bilmem nasıl tarif edilebilir ve bilmiyorum nasıl aşılabilir?
ANALİZ: Metin Karabaşoğlu: Siyaset yolunu buluyor ama din kaybediyor
Trump’a yönelik ‘dindarlık’ vurgulu tercihler, özelde Trump adına gerçekleştirilen dua seansları tablosu, her dinin samimi müntesipleri açısından ibretlik bir boyut içeriyor. O manzarayı, siyasî tarafgirliğin nasıl bir göz bağı oluşturabildiğinin; dinin himayesini bir siyasetçiye ihale etmenin dinin ahlâkî ilkelerini gözardı edecek derecede savrulmaları nasıl mümkün kılabildiğinin bir örneği olarak okumak, bu ibretlerden ilki olsa gerektir.
Diye bilmek yetmez, diyebilmek gerekir
Müslüman ülkelerin istisnasız hepsi (varsa bir istisna, bilen hatırlatsın ki haksızlık etmiş olmayayım), yanlışı yanlış olarak bildiği gibi doğrusunu da bildiği halde söyleyemeyenlerin diyarı. Müslüman dünyada her bir ülke, diye bilip de diyemeyenlerin ülkesi. Fas’tan Malezya’ya bütün coğrafyanın keskin gerçeği ne yazık ki bu. Diye bilenler az değil, lâkin diyebilenler çok az.