Budama zamanı

Budama mevsiminde içim cız etse de dallara testere veya makas değdirirken, hayatlarımız ve düşünme yolculuğumuz ile ağaçlar arasında bir benzerlik olduğunu fark ettim. Budamamak ağaçların hem ömrüne hem verimine ket vurduğu gibi; insanlar ve toplumlar için de hiç değişmeden kalmak meziyet değil, hayat alâmeti hiç değil. Budamayı kutsayıp gördüğü her dala testere veya makas vurmak da meziyet değil elbet, o da hayırlı bir sonuç vermiyor. Nasıl ağaçlar için budama gerekiyorsa, düşünce yolculuğumuzda da eleştiri ahlâkı, beraberinde özeleştiri cesareti ve vazgeçebilme özgürlüğü gerekiyor.

En azından aileye yetecek bir zeytinliğe sahip olmak her Egelinin ya gerçeği yahut hayalidir. Bizim aile için bu hayal kırk sene önce gerçek oldu ve o tarihten sonra babamın ikinci, yaşlanınca da birinci meşgalesi ‘zeytinliğe uğramak’ oldu. Bazı haftalar o kadar sık giderdi ki zeytinliğe, annemin “Ne iş var o kadar zeytinlikte; define buldun da bizden mi saklıyorsun?” diye söylendiğini hatırlıyorum. Biz babama zeytinlikle haddinden fazla meşgul olduğu kanaatimizi ilettiğimizde, onun sabit cevabı şöyle olurdu: “Ben ölünce anlayacaksınız.”

Haklıymış.

Yıllar yılları kovaladı ve babam uzun ömrünün son senelerinde artık zeytinliğe gidemez oldu. Bizden istiyordu artık zeytinlikle ilgilenmeyi. Sene içinde İstanbul’dan Tire’ye geldiğimiz vakitlerde gönlü olsun diye bir derece zeytinlikle ilgilenmeye çalıştık, ama anladık ki hiç yeterli değilmiş.

Babamın artık zeytinliğe gidemediği son seneleri ile vefatını takip eden üç senenin sonunda zeytinliğin geldiği noktayı sanırım şöyle anlatabilirim. Her zaman gittiğim yoldan gidip zeytinliğe vardığımda, yolu şaşırıp başka bir zeytinliğe mi gittim diye düşündüm. Tanınamaz haldeydi. Çalılar her tarafa yayılmıştı. Topak halinde kök atan ve insan boyunu aşacak kadar uzayan bir yabani ot bütün zeytinliği boğmuş durumdaydı. Zeytin ağaçları ise bu sebeple bakımsız kaldığı gibi, budanmadıkları için âdeta çalılaşmışlardı. Elbette bütün bunların, zeytinliğin veriminin seneden seneye düşmesi gibi de bir sonucu vardı.

Geçen yılın bu vakitleri, yani budama mevsiminde birini çocukluğundan tanıdığım iki ustasını bulup zeytinlikte ‘aralama’ da denilen büyük budamayı yaptırmıştık. Bu, gerekli olmakla birlikte, zeytinliğin babamın bıraktığı noktadaki ihtişamına kavuşması için yeterli değildi. Fazlası gerekiyordu.

O yüzden, onbeş gündür, ablam ve eşimle birlikte baba yadigârı zeytinliği, babamın sağlıklı halinde iken bıraktığı duruma yeniden kavuşturmak için çabalıyoruz. Zeytinliği saran ve kökünde çıkarması hiç de kolay olmayan inatçı otları söküp temizlemek, ağaçları çalıların istilasından kurtarmak ve geçen sene yapılan büyük budamanın üstüne, ulaşabildiğimiz küçük dallarda ince budama yapmakla meşgulüz velhasıl. Geçmiş yıllardaki ihmalimize karşı özür beyanı ve keffaret niteliğinde, bir ziraat mühendisi arkadaşımın yönlendirmesiyle, ağaçlar için gübreleme de yapıyoruz.

Onbeş gündür, sadece baba yadigârı zeytinlikte değil, baba yadigârı evin bahçesinde de budama faaliyeti var. Hepi topu ikiyüz elli metrekare bir bahçe. Ama o küçük bahçede babamdan hatıra onun üstünde meyve ağacı, üç asma, yedi gül fidanı ile unutmabeni ve bahardalı fidanları var. Onlar da bakıma ve budamaya hasret kalmış. İnternetten tarayıp öğrendiklerimi vaktiyle babamdan öğrendiklerimin yanına ekleyerek, elden geldiğince bahçemizdeki ağaçları da buduyorum.

İtiraf edeyim, bu iş, hiç kolay değil, hele zevkli hiç değil. Ciddi emek gerektirdiği, bedenen yorucu olduğu, ağaçlara tırmanmayı icap ettirmesi cihetiyle tehlikeler de barındırdığı için böyle söylüyor değilim. Dalları kesmek insana çok ağır geldiği için zor. Özellikle de dört mevsim yaprakları yeşil olan ağaçları budarken insanın içi cız ediyor—ki zeytin, maltaeriği, mandalina, ve greyfurt için bu böyle. En çok da greyfurt ağacını budarken zorlandım. Belki yedi-sekiz metre boy atmış, yaprakları nice kuşa yuva ve sığınak olan yaşlı bir greyfurt ağacımız var. Nice senedir, dört mevsim yeşilliğini bizden esirgemeden hayatımızda oldu. Yaprakları dört mevsim güzel koktuğu gibi, bahar zamanı çiçeklerinin kokusunu cömertçe sadece bizim eve değil, komşu evlere ve yola kadar ulaştırıyor. Sonbahar ve kış boyu yeşil yaprakları arasındaki salkım salkım sarı meyveleriyle ise, hem gözümüzü şenlendiriyor, hem bedenimize şifa sunuyor. Bunları bile bile o yaşlı greyfurt ağacını budamak çok zor oldu benim için… Bu yaşlı ağaç son iki sene ciddi bir kuruma tehlikesi atlatmış, hatta yaprakları kavrulmuş gibi kıvrılıp içe dönmeye başlamıştı. Yaz ayları fazladan sulayarak bu tehlikeyi bir derece bertaraf etmeye çalıştık Ama kimi kuruyan dallar hâlâ düzlüğe çıkmadığımızı söylüyor gibiydiler. İşin erbabı olan kişilere sorduğumuzda ise, ağaç artık bütün dallarını besleyemediği için bu durumun yaşandığını, bu yaşlı ağacın üstündeki yükü azaltmamız ve üstteki dalların daha iyi hava almasını sağlamamız gerektiğini, bunun için alttan ciddi bir budama yapmanın şart olduğunu söylediler. Yemyeşil yaprakların arasında sapsarı meyveleriyle neyi var neyi yok hepsini cömertçe bize sunan böyle güzelim bir ağaca testere vurmak çok ağırıma gitti doğrusu. Ama öte yandan, ömrünün uzun, veriminin yüksek olması için buna mecburdum.

Zeytin, greyfurt, asma, nar, mandalina, ceviz, erik ağaçları ve gül fidanları, hepsini sırayla dalının kalınlığına göre ya budama makası veya testere ile keserken, ağır bir gönül yorgunluğu peşimi bırakmadı velhasıl. Kesilmesi lâzım gözüken her dala makas veya testereyi değdirirken, içimden bir parça kopuyormuş gibi hissettim,.

Bu gönül yorgunluğunu ancak aklımın yardımıyla aşabildim. Dallar birer birer gövdeden koparken içimde hissettiğim acıya karşılık, budama yapılmadığında dünden bugüne olanları ve bundan sonra olacakları hatırlattı aklım. Artık bütün dallarını besleyemeyen, bazı dalları yarı kurumuş, bazı dalları ancak çok küçük meyveler verir hale gelmiş yaşlı greyfurt ağacını eğer budamazsam meselâ, ona iyilik yapmış olmayacaktım. Bilakis hem ağaçların, hem çiçek fidanlarının diriliğini ve verimini korumak ancak budamalar yapmakla mümkündü. Zeytinliğimizdeki bir kısmı belki yüzlerce yıllık ömre sahip ağaçlar, bu budamalar sayesinde yüzlerce yıldır hayattaydılar. Hele ki, komşu zeytinliklerden birindeki, yanından her geçişimizde durup kendisini seyrettiğimiz belki beşyüz, belki bin yaşındaki o koca ağaç, taşıdığı bütün budama izleriyle, ‘devamlılık’ anlamını da taşıyan hayatiyetin vazgeçilmez bir şartının ‘vazgeçebilmek’ olduğunu söylemiyor muydu bize?

Budama mevsiminde içim cız etse de dallara testere veya makas değdirirken, bu düşünceler içerisinde aslında hayatlarımız ve düşünme yolculuğumuz ile ağaçlar arasında bir benzerlik olduğunu farkettim. Hayat hikâyelerimiz, düşüncelerimiz ve ideallerimizle ile olan sınanmamız, ağaçların hikâyesine ne de çok benziyor… Hiç budamamak ağaçlar için hayırlı bir durum olmadığı, hem ömrüne hem verimine ket vurduğu gibi; insanlar ve toplumlar için de hiç değişmeden kalmak meziyet değil, hayat alâmeti hiç değil. Budamayı kutsayıp gördüğü her dala testere veya makas vurmak da meziyet değil elbet, o da hayırlı bir sonuç vermiyor. Nasıl ağaçlar için budama gerekiyorsa, düşünce yolculuğumuzda da eleştiri ahlâkı, beraberinde özeleştiri cesareti ve vazgeçebilme özgürlüğü gerekiyor. Ve nasıl budamanın mantığını bilip hangi dalları budaması gerektiğini farkederek doğru dala makas veya testere vurmak gerekiyorsa, hayatlarımız ve düşüncelerimiz için de ‘sabit ve değişken’ ayarını doğru yapmak icap ediyor.

O düşünceler içinde elimde testere ağaçların dalları arasında dolaşırken, bir yandan ‘arama’nın ve ‘değişme’nin kendisini kutsayıp Hermann Hesse’nin Siddharta’da dikkat çektiği üzere ‘aramaktan bulmaya vakit bulamayan’ insanları düşündüm. Öte yandan da teorisine âşık bilim insanlarını, hayat yanlışlasa bile fikrine mutlak surette tutunan kimi düşünürleri, ideolojisine aşık olup hayatı ıskalayanları, ortaya koyduğu açıklama çerçevesini doğrulatmak uğruna bazı olgulara körleşip bazı olgulara haddinden ziyade önem atfeden nicelerini…

Hayat, sabit ve değişken dengesi üzerinde yürüyor. Bir eksenimiz ve omurgamız olmayınca hayat ilkesiz yaşanıyor, bir esneme olmadığında ise hayatiyetimiz zaten dumura uğruyor.

Bütün mesele, korunması gerekenler ile ayıklanması gerekenleri ayırabilmek; vazgeçilmezler ile vazgeçilmesi gerekenleri doğru tesbit edebilmek ve korumamız gerekende sebat edip vazgeçmemiz gerekenden vazgeçmeyi başarabilmek…

Eleştiri, işte bunun için hayatî önem arzediyor. Özeleştiri, bu sebeple bizi diri, canlı tutuyor ve güçlü kılıyor.

Eleştiriye kapalı yapılar ile özeleştiri cesaretinden mahrum insanların akıbetini ise, hayat zaten önümüze koyuyor. Ama dönüşsüz bir anda o akıbetle karşılaşmadan da bunu öngörüp tedbirini almak ve gerekeni yapmak mümkün.

Ağaçlardan alınacak ders, bunun için yetip de artıyor bile…

- Advertisment -