spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAB: İlerlemesiz rapor

AB: İlerlemesiz rapor

Geniş Avrupa’yı bir araya getiren Avrupa Siyasi Topluluğunun geçen hafta Macaristan’da yapılan zirvesine Cumhurbaşkanının iki yıldan sonra ilk defa katılmış olması, Trump’un seçilmesinden önce kararlaştırılmış olmakla beraber iplerin tamamen kopmadığını olumlu bir işaretidir. Toplantı sırasında Kıbrıs (Rum) Cumhurbaşkanı ile samimi bir ortamda gayrı resmi bir şekilde de olsa görüşmüş olması her ne kadar resmi Kıbrıs politikamızda bir değişiklik anlamına gelmemişse de, muhakkak AB çevrelerinde olumlu şekilde not edilmiştir. Umarım bu tür temasların arkası gelir ve Trump’un uygulaması beklenen politika neticesinde ABD’nin Avrupa’da yaratacağı boşluğun telafisinde ülkemiz hak ettiği yeri alır.

Avrupa Birliği Komisyonunun tüm aday ülkelerle birlikte bizim için hazırladığı dönemsel raporların en sonuncuları 30 Ekim tarihinde yayınlandı.  Raporun medyamızda en ufak bir ilgi uyandırmamış olması, Dışişleri Bakanlığının konu ile ilgili açıklamasının raporun yayınlanmasından nerede ise 24 saat geçtikten sonra yapılması bile AB ile ilişkilerin gündemimizden ne kadar uzaklaştığının işaretidir.  Oysa Donald Trump ’un yeniden ABD Başkanlığına seçilmesi ve bununla yetinmeyip, Kongrenin iki kamarasında da çoğunluğun partisine geçmesi, dolayısıyla önümüzdeki dönemde ellerinin tamamen serbest ve hiçbir kurumsal engellemeye tabi olmadan istediğini yapabilecek olması tüm dünyada bir deprem etkisi yapmıştır.  Bu seçimin etkisi de en fazla Avrupa’da hissedilecektir.  O nedenle istikrarsızlığı ve öngörülemeyen kararlarıyla isim yapmış olan Trump’un geri gelmesi bizim için AB ile ilişkileri canlandırmak için gerekiyorsa bir fırsat teşkil etmektedir.

Rapora baktığımda bundan 26 yıl önce 1998 senesinde çıkan ve o zamanlar “İlerleme Raporu” adını taşıyan belgeye gitti aklım.  O tarihlerde Dışişleri Bakanlığında Avrupa Birliği Genel Müdürüydüm. Ülkemiz Aralık 1997’de Lüksemburg’da yapılan AB zirvesinde bütün aday adaylarından (applicant) ayrılmış, onlar adaylığa (candidate) statüsüne terfi etmiş, bir tek biz dışlanmıştık.  Tabii bu ilişiklerimizde ciddi bir bunalıma yol açmıştı.  AB ile kurumsal siyasi iş birliği askıya alınmış, her alanda ülkemiz küskünlüğünü ifade eder olmuştur.  Doğrusu AB ülkeleri de hatalarını anlamakta gecikmediler.  Lüksemburg kararının müsebbibi Alman Şansölyesi Hıristiyan Demokrat Kohl görevden ayrılıp yerine Sosyal Demokrat Schröder gelince Almanya’nın ülkemize karşı tutumu da değişmişti. Dönem başkanlığının o tarihlerde AB ile ilişkilerimize sıcak bakan Birleşik Krallığa geçmesinin de etkisiyle ülkemizin de adaylar için hazırlanacak AB mevzuatına uyum konusunda kaydettikleri ilerlemeleri yansıtacak raporlar dizisine resmen aday olmamamıza rağmen biz de dahil edildik.

Raporun yayınlanması o zamanki Müsteşarımız rahmetli Korkmaz Haktanır’a refakaten istişareler için o tarihte Almanya’nın hala başkenti olan Bonn’a gittiğimiz güne rastladı.  Rapor Frankfurt’ta uçak değiştirdiğimiz sırada elimize geçti.  Frankfurt-Köln arası uçuş yarım saat kadar sürüyordu.  Müsteşar bu süre zarfında rapora hızlıca bakıp görüşümü kendisine duyurmamı istedi.  Rapor şimdikilerden biraz daha uzundu.  150 sayfa civarındaydı.  En can alıcı noktalarına baktım.  Ve kendisine bu bir fotoğraftır, beğenemeyebilirsiniz ancak ne fotoğrafçıyı ne de fotoğraf makinası suçlamak doğru olmaz dedim.  Nitekim Ankara’ya dönüşümüzde raporu incelemeleri talebiyle tüm ilgili makamlarımıza iletmiştik. Hiç birisinden içeriğinde ciddi bir hata olduğuna dair cevap geldiğini hatırlamıyorum. Kimisi raporun yapmayı planladıkları reformlara yer vermediğini dile getirmişti.  Ben de cevaben raporun mevcut durumun fotoğrafını teşkil ettiğini, planladıkları reformlar gerçekleşirse müteakip raporda yer almalarını beklememizin isabetli olacağı cevabını veriyordum.

İlk rapor çıktığında,  26 yıl sonra emeklilik yıllarımda yine her yıl rapor okumaya devam edeceğimi tahmin etmiyordum. Hiçbir ülkenin AB macerası bizimki kadar uzun sürmedi. Üstelik birkaç yıldır adına “İlerleme Raporu” da denmemektedir. İlk rapordan 1,5 yıl sonra Aralık 1999 Helsinki zirvesinde ülkemizin adaylığı onaylandı.  Onun üzerine hummalı bir reform ve AB mevzuatına uyum çalışmasına dalındı.  Raporlar bu çalışmaları da yansıtır oldu.  Sonra Kopenhag siyasi kriterlerine yeterli ölçüde uyum sağladığımız konusunda AB Komisyonun vardığı değerlendirme ve önerisine uyarak AB üyeleri 2005’te katılma müzakerelerine başlama kararı aldı.

Bizimle müzakerelere aynı zamanda başlayan Hırvatistan 2013 yılında üye oldu, arkadan da Euro ve Schengen bölgelerine katıldı.  O tarihten bu yana üyelik müzakerelerini tamamlayan biz dahil başka ülke olmadı. Genişleme AB önceliklerinin gerisine atıldı çünkü Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Birliğe katılmasından sonra beklenen, kurumlarının güçlenmesi, demokrasi ve hukuk yapılarının AB normlarına uyarlanması süreçleri Macaristan başta olmak üzere bir kısmında gerçekleşmedi. Fransa ve Almanya’da bitmeyen ekonomik krizler, haklı veya haksız bir şekilde genişleme ile birlikte gelen göç dalgalarına bağlandı.  Birleşik Krallığın 2016 yılında AB’den ayrılma neticesine yol açan referandumdaki başlıca tartışma konusu AB ülkelerinden gelen göçtü.  İngiliz imparatorluğunun dağılmasından sonra Afrika, Güney Asya ve Karaiplerden gelen göç dalgaları normal karşılandı  ve oralardan gelen göçmenler farklı renk, kültür ve dinlere mensup olmalarına rağmen 1-2 nesil içinde uyumları sağlanabildi. Buna karşılık Doğu Avrupa’dan gelenlere din, kültür ve renk bakımından kökten İngiliz olanlarla fazla ayrışmamalarına rağmen tepki çok daha sert oldu.

Benzer tepkiler başka AB ülkelerinde de meydana geldiği için genişleme süreci akamete uğradı.  Ancak Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması durumu değiştirir gibi oldu. Yıllardır katılma süreçleri frenlenmiş olan Balkan ülkeleriyle müzakereler hızlanmaya başladı. Hatta, Ukrayna, Moldova ve Gürcistan aday olarak kabul edildi.  Gerçi Gürcistan’ın adaylığı daha başlangıç aşamasında hükümetin Rusya’ya yönelmesiyle akamete uğradı.  Ancak Moldova ve savaş durumu izin verdikçe Ukrayna’nın AB perspektifi canlı tutulmaya çalışıldı. Bu da herhalde oldukça ilginç bir tezat teşkil ediyor.

Ülkemizle durum bunlardan ayrışıyor. Bu yılki raporun yeniden gösterdiği gibi AB mevzuatına uyum durmuş gibi. Pek az başlıkta adım atıldığı tespit edilmiş.  Ezici çoğunlukta geçen yıl yapılan tespitlerin ve önerilerin hala geçerli olduğu, çünkü bu önerilerin tatbik edilmediği veya yetersiz ölçüde dikkate alındığı ifade edilmektedir. Konunun gündemden düşmüş olduğu bir dönemde bu durum şaşırtıcı değil.  Üyelik perspektifinin kalmadığı bir ortamda mevzuat uyumuna vakit ve kaynak ayırmak için tabii ki neden yok.

Bu duruma gelinmesinde siyasi faktörler ağır basıyor.  Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü, demokrasi ve hukukun ülkemizde zayıflamış olması neticesinde AB kurumları 2018 yılında ülkemizle müzakereleri fiilen askıya alma kararını almışlardı.  Diyalog bazı teknik konular dışında kopmuş, Dışişleri bakanı uzun bir aradan sonra bir defa bir gayrı resmi toplantıya davet edilmiş, bunun arkası en azından şimdilik gelmemiştir.   Bu yılki rapor da bu durumu yansıtmaktadır.  Aday olduğumuz sadece bir yerde zikredilmekte, buna karşılık iktidarın takip ettiği stratejik özerklik politikasının AB adaylığı ile bağdaşmadığına kibarca dikkat çekilmektedir.  Bilindiği üzere dış ilişkiler üyelerin uyumlaştırma zorunda oldukları alanlardan biridir. Adaylardan da aynı şey beklenmektedir. Aslında bu alanda her zaman başarılı olmadıkları, örneğin Orta Doğu ihtilafları konusunda AB üyelerinin görüş birliğine çoğunlukla varamadığı da bilinen bir gerçektir.

Ancak Donald Trump‘un ikinci defa ABD başkanlığına seçilmesinin ülkemizle AB arasındaki ilişkilerin tam üyelik istikametinde değilse de normalleşmesi için bir fırsat teşkil ettiği söylenebilir.  Trump ‘un 20 Ocak 2025’te  Beyaz Saraya döndüğünde özellikle dış politikada ne yapacağı en azından şimdilik meçhul.  Ancak birinci döneminde takip ettiği çizgiden daha da radikal bir yol tutması beklenmektedir.  Seçmen desteğinin beklenenden çok kuvvetli olması, ABD’nin 1920’leri ve 1930’ları andıran bir şekilde dünyadan soyutlanarak içine kapanmasının, en azından Avrupa kıtasından uzaklaşmasının şaşırtıcı olmayacağını göstermektedir.  Burada ilk bedeli ödeyecek olan NATO ittifakı ve ona güvenen AB ülkeleri olacaktır.  Bu nedenle onlar arasında henüz bir panik havası yoksa da bir endişe başlangıcı vardır.  Bunun neticesinde NATO ve ABD şemsiyesi altında nesiller geçirmiş olan AB ülkelerinde artık ABD ve NATO’ya güvenemeyerek kendi savunmalarını kısmen kendileri üstlenmeleri gerektiği kanaati yayılmaya başlamıştır. 

Böyle bir durumda dikkatler muhakkak NATO’nun ikinci en büyük ordusu olarak bilinen silahlı kuvvetlerimize dönecektir.  Gerçi teçhizat açısından ne kadar güçlü olduğu tartışılabilir.  Son yıllarda yapılan hatalı tercihlerden dolayı hava kuvvetlerimizin komşu ülkelere nazaran zayıfladığı da maalesef gerçektir.   Yine de Avrupa savunmasına katkıda bulunmamız imkansız değil.  Yeter ki irade olsun.

Bu katkının gerçekleşmesi için askeri alanda ve dış politikada yapılması gereken bellidir.  AB hedeflerine yaklaşmak, onun tarafından bir rakip olarak değil, eskiden olduğu gibi yeniden bir ortak olmak gerekiyor.  İlk adım temasların yoğunlaştırılmasıdır. Geniş Avrupa’yı bir araya getiren Avrupa Siyasi Topluluğunun geçen hafta Macaristan’da yapılan zirvesine Cumhurbaşkanının iki yıldan sonra ilk defa katılmış olması, Trump’un seçilmesinden önce kararlaştırılmış olmakla beraber iplerin tamamen kopmadığını olumlu bir işaretidir.  Toplantı sırasında Kıbrıs (Rum) Cumhurbaşkanı ile samimi bir ortamda gayrı resmi bir şekilde de olsa görüşmüş olması her ne kadar resmi Kıbrıs politikamızda bir değişiklik anlamına gelmemişse de, muhakkak AB çevrelerinde olumlu şekilde not edilmiştir. Umarım bu tür temasların arkası gelir ve Trump’un uygulaması beklenen politika neticesinde ABD’nin Avrupa’da yaratacağı boşluğun telafisinde ülkemiz hak ettiği yeri alır.               

- Advertisment -