Selçuk Orhan
Kartlaşmış kırmızı kart
Kırmızı Kart her şeyden önce maçın hakemi tarafından gösterilebilir. Oyuncular ya da teknik direktörlerin ceplerinde kart yoktur. CHP neden kendisini demokrasi oyununun parçası olarak sahada koşarken görmüyor? Neden hakem rolüne soyunuyor? Halbuki yerel seçimlerde skoru eşitlemeye yaklaşmış olmasına karşın CHP’nin hala kazanması gereken çok maç var. Hakemliğe soyunmak yerine kadro mühendisliği, oyun, teknik ekip ve kondisyona kafa yormaları daha doğru olmaz mı?
Hayatsız kul olmaz
Gassal’da İslami bir birey kurma çabası var. Kuruluş’un ya da Payitaht’ın muktedir kahramanlarına benzemiyor, çünkü - kim ne derse desin - kahramanlar çoğunlukla birey değildir, onlar toplumsal tutkuların manzarasıdır. Kusurdan münezzeh değilseler bile trajedinin tahtına oturmadan acz durumuna düşmezler. Ancak Gassal karakteri tam olarak korku duymayı bile beceremiyor. Galiba modern bir derviş hayal ederken ihtirasları yontulmuş bir endişe korkuluğu ortaya çıkmış. Meşhur “Allah varsa trajedi yoktur” yorumunun silik bir temsili.
Lezzetli heykeller diyarında
Heykel bana kalırsa plastik sanatların en karmaşığı, hatta galiba dokunma duyusuna hitap eden tek sanat. Bir heykelin, önü arkası altı ve üstü var, sinema bile bu derinliği sağlamakta eksik kalır. İşlevsel kudreti de tartışılmaz. Galiba kent meydanlarında benimsenen heykeller insanların neye dokunmak istediğini, neye aç olduğunu da az çok anlatıyor. Popüler figürler ve kayısı, mısır, bazlama, sucuk… Büyük İskender, bizim için nefis bir kebap. Belki bir gün heykeli de dikilir!
Küreyi doyurmak
Etik bir ilkeye sarılarak küresel yoksulluk gibi büyük sorunlara çare bulunabilir mi? Enis Doko’nun Dedemin zekât felsefesi ve Peter Singer’ın etiği: Küresel açlıkla yüzleşmek başlıklı yazısından esinle bu soru karşısındaki karamsarlığımı gözden geçirmek istedim.
Bir ağacın apoletleri
Ağaç süslemekle kimse dinden çıkmaz. Kimse daha Atatürkçü ya da laik de olmaz. Olan ağaca olur sanırım. Öyle bir memleket ki bir taraf Arapça kebapçı tabelası görünce tüyleri diken diken oluyor, öteki taraf yılbaşı süslerinden nem kapıyor.
Curios Case of LGBTQIA+
Seinfeld hayranları hatırlayacaktır: 4. Sezonun “The Outing” başlıklı 17. bölümünde acemi bir gazetecinin yanlış anlaması sonucu dizinin iki ana karakteri Jerry ve George bir gazete haberinde eşcinsel bir çift olarak duyurulur. Bu noktadan sonra başkalarına eşcinsel olmadıklarını açıklamak çok zor hale gelmiştir. Hassas bir konudur, sözcükleri özenle seçmeye uğraşırlar, her cümlenin sonuna da tedbiren “... not that there's anything wrong with that! ([eşcinsel] olmanın yanlış bir tarafı yok tabi ki)” ifadesini eklerler.
Derlemek Dergilemek
Dergiler; kültür, siyaset ya da sanat yolunda yolları kesişmiş entelektüellerin oluşturduğu çeşitliliğe sahip kadrolardan doğar. 90’ların dergilerinde yazanlara bakarsanız ayrı toplumsal köklerden gelmiş ve aynı odada toplanmayı başarmış özneler göreceksiniz. Dergi, yazarı kadar okurunun da sahiplendiği bir yayındır. İşte bana kalırsa sosyal medyayla birlikte bu kadro fikri ortadan kalktı. Bugünün yayınları birçok yönden modern futbol takımlarına benziyor. Endüstrinin bir araya getirdiği iyi eğitilmiş üstün profesyonellerden oluşuyor bu takımlar…
Kazara liberal
Söyleşiyi baştan sona dinlediğimde, Mert’in yorumlarında açıkçası doğrudan itiraz edebileceğim bir nokta bulamadım. Söyleşinin eleştirilen kısmını Mert, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ‘laiklik dayatması’ diye etiketleyebileceğimiz demeciyle ilişkili bir soruya karşılık verirken telaffuz ediyor. Mert’e göre Yusuf Tekin, muhafazakar sağın “laiklik pek de bize göre bir şey değil” diye özetlenebilecek, 50’lerden beri gelen ezberine dayanan bir şey söylüyor. “Laiklikle başı hoş olmadığı için demokrasiye sarılan muhafazakar sağ ile karşılarında laiklik o kadar önemli ki demokrasi olmasa da olur diyenlerin tartışmasından demokrasi çıkmaz" minvalinde bir sonuca varıyor, ki bu bana hiç yanlış görünmedi.
Popülizm: Masal anlatma sanatı
İnternet bir çeşit anti-Gutenberg devrimi oldu. Yayıncılığın formunu değiştirirken herkesi, her bireyi yayıncı haline getirdi. Geçmişin tek yönlü yayıncılık paradigması dönüştü. Söylemek her bireyin imkanı haline geldi. Cahiller olarak söz hakkı elde ettik. Peki nasıl oluyor da, ifade özgürlüğünü sağlayan araçların artması, imkanların çoğalması muhafazakar, milliyetçi hatta kimi zaman ayrımcı siyasetlerin gelişmesi için bir katalizör olabiliyor.
Kola Koladır
Coca Cola içmekle övünen, seçmenini McDonald’s’da karşılayan bir başkan Donald Trump… Canının istediğini tüketmenin refah sayıldığı ABD’yi büyük görüyor. Canımın istediğini yerim ve kimseye hesap vermem. ABD’nin büyüklüğüne gelince, onu Andy Warhol şöyle tarif ediyor: “Kola koladır ve paranız ne kadar çok olursa olsun daha iyi bir kola satın alamazsınız.”
Çözüm patinajı
Bahçeli’nin açıklamasının üstünden daha terimiz soğumadan, oldukça ağır bir terör eylemiyle karşı karşıya kaldık. Arkasından Esenyurt Belediye Başkanı’nı demir parmaklıklar arkasına gönderildi. CHP liderleri kendilerini, çevresinde kararsız adımlarla yürüdükleri bu belirsiz sürecin çukurunda buluverdi. Bütün bunların bir satranç oyununun hamleleri olduğunu söylemeye kalkanlar olabilir. Öyleyse deli saçması bir oyun var tahtada. Fil L gidiyor, piyonlar ters hareket ediyor, kalelerin yerinde yeller esiyor.
Bir temas bir tevafuk
İnsanları hapse atmak ya da kovuşturmakla çözülemeyecek bir sorun bu. Elbette suçlar cezasını bulmalı. Buna kuşku yok. Ama o temas noktasının sırrına kafa yormadığımız sürece bu hastalık bittiğini sandığımız noktadan hücre hücre büyüyebilir. Pekiyi, ağız dolusu sövmekle bunun önüne geçilebilir mi?
Yeni Doğmak
Zıvanadan çıkmış birkaç doktor, işi gücü onunla bununla fotoğraf çektirmek olan bir müptezel, üç kuruşa tamah eden bir ebe… Böyle birkaç kişi bir araya gelince memleketin lafın gelişi değil gerçek anlamda “canını emanet ettiği” kurumlarında bebek öldürebilecek mi? CİMER’e şikayet düşene kadar nasıl bilinmez? E-nabız şu bu ne işe yarar? O hastanelerde çalışan başka hekimler, hemşireler yok mu? Hepsinin mi basireti bağlanmış? Bu kadar mı kayıtsız, ilgisiz, alakasız, sorumsuz insanlardı hepsi? Her şeyimizde yeniden doğmaya ihtiyacımız var gibi görünüyor. Ama hangi kucakta?
Maarif modelinin algoritması
Yeni müfredatta MEB tarafından 9. sınıf (Lise 1) için hazırlanan Matematik 2 kitabının 5. teması “Algoritma ve Bilişim.” Müfredat çocukların bilgisayar bilimlerindeki gibi “akış” diyagramları hazırlamasını bekliyor. Akış diyagramları bir bilgisayar programının nasıl çalıştığını gösteren soyut çizelgeler… Yaklaşık 25 yıldır yazılım sektöründeyim. Uluslararası projelerde de rol aldım. Açıkçası akış diyagramlarını etkin biçimde hazırlayanlar bir yana “kullanabilen” yazılım mühendisleri bile bir elin parmaklarını geçmiyordu.
Faşist ne demek?
Bizde de faşist ithamlarının sonu yok… Bu derece savrulan bir terim ister istemez anlamını yitiriyor. Ne milliyetçiliği ne de ırkçılığı içerebiliyor. Eleştirel anlamından soyunmuş, köyün delisi gibi ortalıkta dolaşan bir faşizm tanımı. Tükürük hokkası gibi bir şey… Gelen geçen söyleniyor ama artık bir şeye de yaramıyor.
Nöbette uykusunu alamayanlar
Savaş fikrinin verdiği büyük bir heyecan, doyum sağlayan bir ciddiyet olmalı. Savaşılsın. Kafirle ya da başka milletle. Yeter ki savaşılsın. Savaşılmıyorsa da insanlar savaşsızlık için suçluluk duysun. Nihal Atsız, subayların baskın olduğu bir aileden geliyordu. Askeri Tıbbiyeye girdi. Bu okuldan da üçüncü sınıfta “Arap” bir askere selam vermeyi reddettiği için atıldı. İsmet Özel’in askerliğiyle ilgili bildiğimiz Yıkılma Sakın şiirini yazabilecek zamanı bulmak için revire gidip sağlam dişini çektirdiği.
Bay alkolü takdimimdir
Rakı içmek muhtemelen Tanpınar’dan önce de bir çeşit işaret sayılıyordu. Hatta belki de elit çevrelerde mutaassıp olmadığını göstermenin bir yoluydu. Rakı içen birini içmeyene göre daha açık görüşlü saymak da bir çeşit taassup… Ancak insan olarak ön yargıyla malül mahluklarız. Böyle bakınca ana muhalefet partisi liderinin bu ayrımı, bu adı konmamış çizgiyi akla getiren açıklaması insanı şaşırtıyor.
Solu hatırlamak
Türkiye’de Sol’un geçmişiyle ilgili yayınların sayısında son dönemde bir artış oldu. Nehir söyleşiler, anı kitapları, arşiv çalışmaları, derlemeler… Belki de artık solgunlaşan ateşin alacakaranlığında bazı ayrıntılar belirmeye başlıyor. Bu anıları okudukça muazzam bir telaş ve acelenin olduğunu görmemek elde değil… Sanki devrim ellerinin ucundan kaçıvermiş gibi. Halbuki tarihe bugünün penceresinden bakınca aslında hiç yaklaşamadıklarını ama umutlarının değerli bir yanı olduğunu görmek mümkün.
Travma Tramvayı
İnsanlar “Kendi” ya da “Olmak” sözcüklerini içeren kitapları çok seviyor. Sanki bir şeyi yaşayamama, bir şeyden eksik kalma telaşı var. Hayat bir açık büfe gibi ve her şeyi tatma hevesi yüzünden burnuna kadar dolmuş olmasına rağmen psikolojik anlamda obezleşmiş bireyler kan ter içinde ellerinde çatal kaşık koşturuyor. Bitti bitecek… Roma’da zenginler daha çok yiyip hayattan tat alabilmek için doydukça vomitaryumda kusar, sonra yeniden sofranın başına otururlarmış. Bugün de psikolojik bir kusmuk seli içindeyiz.
Hakikatın karikatürü
Tavizsiz Kemalistler var elbette, ama halkın çoğunun gözünde Abdülhamit ve Atatürk karşıt görüşleri temsil eden kişilikler değil, ortak bir Türkiye ülküsünün başka görünüşleri artık. İnsanların gözünde tarihin bir parçası oldular, tıpkı Yavuz Sultan Selim ya da Pir Sultan Abdal gibi. Bugüne ancak simge olarak gölgeleri düşüyor, ama kimsenin eli gerçekten raftan indirmeye varmıyor. Çünkü tarihsel hakikatiyle ne Atatürk bugünün Kemalistlerinin işine yarar ne de Abdülhamit İslamcıların. İdeolojiler hakikatlerin karikatürünü tercih eder.
Linç akbabalarının dümenleri
Oğuzhan Kayacan dergideki şiirini paylaşmış ve popüler söylenişiyle Kayacan’ı linç etmişler. İnsanın herhangi bir meselede olumsuz görüşleri olabilir, bir kişinin ya da kurumun yaptıklarını kınamak isteyebilir, bunu ifade edebilir. Yalnız linç yorumları kendini bariz şekilde ele veren bir formatta yazılıyor: Çoğunlukla içerikte hedef aldığı kişi ya da meseleyle ilgili hiçbir hakiki referans içermiyor. Linç edilen bir kişi olduğundan herhangi bir eser ya da metinden çok o kişiyle ilgili ifadeler oluyor.
Üniversite? Öyle değil işte
YKS sonuçlarına göre sınavda derece yapan üstün başarılı öğrenciler imkanları çok daha yüksek sayılabilecek vakıf üniversitelerinde burslu okumak varken ısrarla Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etti. Yeni kurulan ve tartışmalara neden olan Hukuk Fakültesi de puanı en yüksek bölümler arasında. Diğer bir deyişle aylardır süren protestoların Boğaziçi Üniversitesi’nin adı, etiketi ve aday öğrenci ölçüsündeki değerine hiçbir etkisi yok. Yani, biraz bile etkisi yok. Hiç yok. Peki neden böyle?
Yersiz soysuz sosyal medya
Akla ilk gelen “yerli ve milli” sosyal medya geliştirmek. İmkansız. Bir sosyal medya platformu ilke olarak “yersiz”dir. Bir vatana, bir toprağa bağlı olamaz. Öyle kalarak hiçbir cazibe üretemez, kimseyi kendine çekemez, merak bile uyandırmaz. Biz kültür olarak bir sosyal medya platformu için elzem olan asgari ifade özgürlüğüne henüz erişmiş değiliz. Biz hala neyin söylenmemesi gerektiğine kafa yoruyoruz. Sağıyla soluyla durum bu. Dolayısıyla bir sosyal medya platformu “milli” hiç olamaz. Milli bir platform en fazla devlet kurumlarının iç iletişimlerinde kullandıkları sıkıcı portallere benzeyecektir.
Düz Dünya Olimpiyatları
Sağ yükselmiyor. Yerinde duruyor. Hatta toplumun alt yapı sorunlarını, ekonomik geleceğini anlama ve ihtiyaçlara yanıt verme açısından daha etkin. Ancak sol, belki tamamı değil ama günümüzde baskın sayılabilecek sol ideolojiler, toplumun varlığını yıkıcı bir dönüşüme uğratmayı teklif eden fikirlere insanların neden sıcak yaklaşmadığına şaşırmaya devam ediyor. Bunu da tehlike olarak etiketleyip önlem almaya çalışıyor.
Sokak insanları
Bir de başıboş sokak insanları var. Korkmayın, onlar da pek ısırmıyor. Bunların bir bölümü işsizler. Artık üniversite de bir çeşit işsizliğe hazırlık kursu haline geldi. Bir bölümü de emekliler. Ellerine geçen maaşla hiçbir şey yapamadıklarından sokakları arşınlıyor, parklarda bakınıyor ve sessizce evlerine dönüyorlar. Ara sıra onlara sövüyoruz. Kesin şu partiye oy vermişlerdir diyoruz.
Candy Crush ağlamaz
Gelecekte uykusunu alamamış ya da gece sevgilisiyle kavga etmiş bir yazılım mühendisi o kafayla yanlış paketi güncellerse akıllı otomobilinizin kapısını bir süreliğine açamayabilirsiniz. Şaka değil, komplo değil… Kapsamlı ağ servislerini sağlayan büyük kurumlarda da bu işleri insanlar yapıyor ve ne kadar kontrollü olunursa olunsun gözden kaçan bir ayrıntı nedeniyle açık kalp ameliyatınız sırasında hayati cihazların mavi ekran verme ihtimali var
Sağ sıla, sol gurbet
Basit görünen her şey gibi bu sol/sağ ayrımı oldukça karmaşık, daha doğrusu bulanık. Örneğin CHP’nin neden sağ bir parti sayılmadığını anlamak için Türkiye’de doğmuş olmak gerekiyor. Cumhuriyetçi, kurucu parti. Ülkenin kuruluş değerlerine tutunuyor ve kriz anlarında muhafazakar reflekslerle kuruluş değerlerine dönmeyi öneriyor. Solcu ya da sağcı olmak bazı insanların yazgısı, isteseler de değiştiremiyorlar.
Türkiyeli Türkler ya da Türk kökenli Türkiyeliler
Kayseri’de yaşanan olayları tasvip etmiyoruz, evet, ama tasvip etmemek ile bu meseleyi çözecek miyiz? Daha beteri, sığınmacı karşıtlığıyla başlayan reaksiyon toplumun başka meselelerdeki davranışını da belirleyecektir. Acil çözüm üretilmesi gerekiyor, ama at gözlüğüyle görüp karşılığı olmayan kavramsal önerileri konuşmak yerine toplum nezdinde ederi olan, insanların kendisi için bir yarar gördüğü değerler üretmek gerekiyor.
Bir Çirkin Adam
Yılmaz Güney’in hayatı film oluyormuş. Merakla, biraz da heyecanla bekliyorum. Yılmaz Güney, yakın tarihin anlaşılması, işlenmesi ve anlatılması en güç isimlerinden biri. Kimilerine göre büyük bir sanatçı, bir özgürlük savaşçısı, bir devrimci. Kimilerine göreyse katil, kadın düşmanı, şiddet faili bir manyak. Her şeye rağmen devrimci portresinin perdeye yansıması açısından Arkadaş ve Bir Gün Mutlaka filmlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrimci bir karakteri gerçek insan ilişkileri içinde, kendi çelişkileriyle işlemeye en yakın olan sanırım hala Yılmaz Güney…
Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Gençlik Teşkilatı
Yakın zamanda Türkiye’de kökleri kısmen “Eski Türkiye”de olan bir çeşit ateizm doğdu. Genç, doğrudan ve yargılayıcı bir ateizm bu. Ateizmin merkezde göründüğü yüzeysel bir ulusalcılık, yabancı düşmanlığı, dozu belirsiz bir ırkçılık, Jakobenizm, militarizm ve güç/iktidar tapıncı iç içe geçmiş. Yani aslında 90’ların ekranlarında İslam’ı çağdaşlaştırma önerisiyle meseleyi halledebileceklerini düşünenlerin kuliste konuştuklarını doğrudan savunuyor. Türkiye’de ateizmin bu çeşidi her denemede “halkın cehaleti” inancının cazibesinde kayboluyor. Herhalde ateist (ya da agnostik her neyse) olmakla bir aydınlanma yaşadığını, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi bir üst karaktere geçtiğini sanma hali var. Dindarlığın bir insanı ‘iyi’ yapmaya yetmemesi gibi inançsızlık da daha akıllı kılmıyor.