Vahap Coşkun
Soçi’den sonra SDG (*)
Yine de SDG hâlâ sürecin önemli bir aktörü ve elinde iki önemli koz var. Kozlardan biri, diri bir silahlı güce sahip olmasıdır. Diğer koz ise, petrol sahalarındaki hâkimiyetidir.
Soçi’den sonra Türkiye (*)
Mevcut şartlar altında, Türkiye’nin düşündüğü büyüklükte bir bölge oluşturması ve Suriyelileri oraya göndermesi mümkün görünmüyor. Zira ciddi bir demografik mühendislik anlamına gelecek bu düşünceye uluslararası camia karşı çıkıyor. Batı’yı kapıları açmakla tehdit etmek de sonuç alıcı bir siyaset gibi görünmüyor. Ama daha mühimi, Rusya ve Esed rejiminin de buna kapalı olmasıdır.
Ateşe benzin döken akıl (*)
Hâlihazırda iktidara yön veren bir akıl var. Bu akıl, Kürt meselesini demokratik araçlarla çözmeyi, temel hak ve özgürlükleri korumayı, seçilmişlere ve seçmen iradesine sahip çıkmayı, siyasi kanalları ve müzakereyi önemsemeyi “liberal yanılgı” olarak kodluyor.
Tehlikeli yalnızlık (*)
Esed’in Fırat’ın doğusuna ilişkin iki amacı vardı: ABD’nin oradan çıkması ve SDG’nin kendisiyle anlaşmaya mecbur kalması. Türkiye yaptığı operasyonla Esed’in iki amacının da gerçekleşmesine katkıda bulundu. Rejim, tek bir kurşun sıkmadan kendisi için çok büyük önem taşıyan topraklara geri döndü ve eli zayıflamış SDG karşısında daha güçlü bir pozisyonda masaya oturdu.
Fırat’ın doğusuna operasyon: Belirsizlikler ihtimaller
“Kürtler ve Türkler birbirlerinin doğal düşmanı” diyecek kadar bölgeden haberdar, “Bir tarihçi onların birbirleriyle yüzyıldır savaştığını söylüyor” diyecek kadar tarihe vakıf bir Amerikan başkanı var! Meseleye bu kadar uzak olunca, beyanatları da iç politik dengelere ve aldığı tepkilere göre biçimleniyor.
Barış arayışı ve medyanın sorumluluğu
Küreselleşme, her sahayı olduğu gibi, medyayı da etkiledi. İnternet sayesinde iletişimin küreselleşmesi, ilk önceleri iyimser bir havanın doğmasına sebep oldu. Buna göre internet, devlet müdahalesinin olmadığı (ya da sınırlı olduğu) ve rasyonel tartışmanın yapılacağı bir mekân olacaktı. Ne var ki işler beklendiği gibi gitmedi, iyimserlik dağıldı ve bu kez de dozu yüksek bir kötümserlik egemen oldu.
CHP’nin tarihi fırsatı (2): Avantajlar
Hülasa madalyon iki taraflı: Bir tarafta bütün alet- edevatı devreye sokmasına rağmen Kürt meselesinin hal yoluna sokamayan bir devlet var; diğer tarafta ise, güçlerinin sınırlarını gören Kürtler. Hem çözülmesi gereken bir sorun var hem de talepleri gerçekçi bir zemine oturtma mecburiyeti. Tarafları aşırılıktan arınmaya zorlayan bu vaziyetin, CHP için yeni bir fırsata tekabül ettiğini düşünüyorum.
Berlin ile konuşmalar (2) Yumurtalar, omlet ve ölüm (*)
“…böyle bir [nihaî] çözümün gerçekten mümkün olduğuna inanılırsa, o zaman elbette onu gerçekleştirmek için hiçbir maliyetin çok yüksek olamayacağına da inanılacaktır. İnsanlığı sonsuza dek âdil, mutlu ve yaratıcı ve ahenkli kılmak; bunun için ödenecek hangi bedel çok yüksek olabilir ki? Böyle bir omlet yapmak için, şüphesiz ki kırılması gereken yumurtaların sayısının sınırı yoktur. Lenin’in, Troçki’nin, Mao’nun, bildiğim kadarıyla Pol Pot’un inancı buydu.”
CHP’nin tarihî fırsatı (1) zorluklar (*)
Birçok Kürt seçmen, CHP’nin yaptığı doğrulardan ziyade AK Parti’nin tahammülfersa yanlışlarından ötürü, yüreğine taş basarak gidip Altı Oka oy verdi. Lâkin siyasette bir başkasının hatâları bir dönem konjonktürel faydalar sağlasa da, istikrarlı bir desteği sağlayacak olan kendi doğrularıdır.
Berlin ile konuşmalar (1): “Zalim bir yetenek” (*)
1946’da Londra’da karşılaştığı bir Alman Yahudisi, ona 1933’te Almanya’dan ayrıldığını ve İsviçre’ye yerleştiğini söyler. Berlin de kendisine “kesinlikle daha ilginç olan Paris’e neden gitmediğini” sorar. Adam neşeli biridir, edebiyat ve tiyatroyla çok ilgilidir. Verdiği cevap ne kadar Alman olduğunun kanıtıdır: “Düşmanlarımızın ülkesine gitmeyi asla hayal edemem.”
Ölümü kutsayarak bir gelecek kurulamaz (*)
“Bir annenin yavrusuna kavuşmayı istememesi anormal, sıra dışı ve doğaya aykırı olurdu. Dolayısıyla annelerin bu beklentisinin, her türlü siyasi çıkar tartışmasının üstünde ayrı ve özel bir yerde tutulmasına özen gösterilmelidir. Kanımca meselenin bu yönünün tartışılacak bir tarafı yoktur. İşin özü ve esası da budur. Geri kalan bütün tartışmalar meselenin siyasi yönüdür. Ve tamamı da işin özünü ıskalar niteliktedir.” (Demirtaş)
Anneler, çocuklar ve siyaset (*)
Diğer bir taraf ise, bu hadiseyi tamamen siyasi istismar ve siyasi hesaplaşma için kullandı. Annelerin evlâtlarına kavuşmak için yükselttikleri sesi, kayyımları meşrulaştırmanın ve HDP'yi kriminalize etmenin bir aracı kılmaya çalıştı. İçişleri Bakanı, mutad olduğu üzere, HDP’yi atış tahtasına koyuyor. Yargı, HDP il ve ilçe yöneticileri hakkında soruşturma açıyor. Medyada HDP’nin kapatılması gerektiğine dair görüşlere yer veriliyor.
İmamoğlu’nun uzun yolu (*)
İlk olarak ortada şöyle bir tablo var: AK Parti, HDP’li belediyelere kayyım atıyor. CHP ise kayyımlara karşı çıkıyor. AK Parti, belediye başkanlarını “terörle dirsek teması içinde olmakla” itham ediyor. CHP ise, o başkanlara destek ziyaretinde bulunuyor.
Giyotinin altındaki kelleler (*)
Gerçi Kürtlerin yok sayılmasının bir bedeli olmadığından, kayyım atamalarına muhalefet yeteri kadar itiraz etmiyor, ama bu mekanizma ilerde -- dokunulmazlık konusunda olduğu gibi -- kendileri için de devreye girebilir. Erdoğan’ın “İstanbul’un bölücü örgütün destekçilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” sözü, yaklaşmakta olanı haber veren bir ön işaret sayılabilir.
Güvenli bölge, süreç ihtimali ve kayyım (*)
ABD’nin SDG’yi muhafaza etme siyaseti sürüyor. İdlib’de Suriye ordusu ilerliyor. Ankara, buna izin verdiği için Moskova’ya sitem ediyor ve iki başkent arasındaki ipler de geriliyor. Ezcümle, Türkiye’nin Suriye politikası büyük bir açmaza girmiş durumda. Bu itibarla kayyımların atanması, operasyon beklentisi içine sokulan milliyetçileri tatmin için yapılan ve içine girilen açmazın üzerini örtmek için kullanılan bir şal olarak da düşünülebilir.
Bir siyasî intikam operasyonu (*)
“Seçim akşamı, iş bitti neticeler belli oldu. Bunların içinde terörle iltisaklı, ilgili olanlar varsa biz artık öyle 5,6,7 sene bekleyemeyiz. Anında gereğini yasal olarak, savcılıklar inanıyorum ki yapacaktır. Bu milletin parasını çarçur edecek olanlara buralar teslim edilmeyecektir.”
Güvenli bölgeden ötesi (*)
Türkiye, Azez-Cerablus ve Afrin’den sonra Suriye’de yeni bir etki sahası kazandı. Böylece “masada güçlü olmak için sahada var olmak” şeklinde özetlediği politikasına uygun bir adım daha attı. YPG ise, Türkiye’nin “Fırat’ın Doğusu”na operasyon yapmaktan caydırılmasını ve ABD’nin koruma kalkanının bir kez daha devreye girmesini artı hanesine yazdırdı. Velhasıl uzlaşma kimseyi zor durumda bırakmadı; aksine, her bir tarafa kendi kamuoyuna anlatabileceği bir başarı öyküsü verdi.
Yeni bir oyun ve Öcalan’ın rolü (*)
Öcalan’ın kendisinden beklenen rolü oynayıp oynayamayacağını tâyin edecek iki faktör var. Biri, devletin alacağı tavırdır. Diğeri ise, Kandil’in Öcalan’a nasıl mukabele edeceğidir. Kandil’den gelen ilk tepkiler, Öcalan’ı destekler mahiyette değil. Meselâ KCK Yürütme Kurulu Üyesi Duran Kalkan’a göre, Öcalan ve HDP yeni bir barış ve çözüm umudu yaratmaya çalışsa da, savaşın sürmesi en güçlü olasılık olmaya devam ediyor.
Zor zamanlarda özgürlüğe kapı aralamak (*)
Zor zamanlarda devletin yaptığı ikinci şey, düşman tanımının esnekleştirilmesi ve düşman kategorisinin genişletilmesidir. Böyle dönemlerde hedef tahtasındakiler sadece düşmanlar değildir. Özgürlük kısıtlamalarına ve baskı politikalarına karşı çıkanlar da atış menziline alınır. Hattâ denebilir ki, devletin özgürlük savunusu yapanlara duyduğu öfke düşmana duyduğundan daha fazladır.
Bambaşka bir AK Parti (*)
AK Parti’de ilk yola çıkan kadro ile mevcut kadro arasında bugün dağlar kadar fark var. Kadrolar hallaç pamuğu gibi atıldı, gidenlerin ve gönderilenlerin yerleri aynı evsafta kişilerce doldurulamadı, istişare mekanizmaları fiilen ortadan kaldırıldı. Partinin kurumsal kimliği tuzla buz oldu ve parti bütünüyle Erdoğan’a bağlı hale geldi.
Hukukun dışına çıkılarak devlet korunamaz (*)
Bildirinin, devlet aleyhine menfi bir algı yaratmak gayesiyle kalem alındığı iddia edilebilir. Toplumun çoğunluğu buna inanabilir. İddia sahipleri bunu bildirinin imzacıları ile çeşitli platformlarda tartışabilir. Medyada, akademide, kamuoyunda farklı görüşler dillendirebilirler. Ama mahkemeler somut delil olmadan bu tür iddialara itibar edip cezalandırma gerekçesi olarak kullanamaz.
23 Haziran’dan sonra CHP (*)
Eskiye dönmenin imkânı yok! Çatlak bazı sesler çıkabilir ama CHP’nin, meselâ, artık bir başörtüsü karşıtlığı ve irtica gündemi olmayacaktır. Tersine, şimdiye kadar yeterince irtibat kurulamamış, hakir görülmüş veya en azından gözardı edilmiş gruplarla ve onların sorunlarıyla daha fazla hemhal olunacaktır. Muhafazakârlarla, milliyetçilerle ve Kürtlerle daha sıkı bağlar kurulmaya çalışılacaktır.
Topyekûn körlük: AYM’nin gördüğünü hâkimler neden görmez? (*)
Baskıya verilen destekle şekillenen bir atmosfer bütün toplumsal kesimleri etkiler. Yargı da toplumun dışında değildir; hukukçular bir laboratuvar ortamında yaşamaz. Baskı politikalarına verilen popüler destek, hâkimlerin de üzerine çöker ve onların kararlarını yönlendirir. Böyle bir vasatta, iktidarın hassasiyet gösterdiği bir mevzuda hukuk ve vicdana uygun ve doğru bir karar vermek, bireysel bir fedakârlığa dönüşür.
Kürt fobisi (*)
Irak Kürdistanı’ndan Uzungöl’e tatile gelen Kürtler, üzerinde Kürdistan yazılı atkı taşıdıkları için linçe uğruyor. Can Yayınları, Paulo Coelho’nun bir kitabında geçen Kürdistan sözünü sansürlüyor. Yapı Kredi Yayınları, Evliya Çelebi için ekmek kadar, su kadar doğal olan Kürdistan kelimesi yerine “Kürt diyarı” diyor. Resmi Kürdistan bayrağı, haber kanalları tarafından buzlanarak veriliyor.
Fabrika ayarları (*)
2002’den bu yana tablo tamamen değişti. Başörtüsü sorunu aşıldı. Asker bir vesayet makamı olmaktan çıktı. Keza bürokrasi baştan aşağı yeniden tanzim edildi ve bürokratik vesayetin yerini de partizanlaşmış bir bürokrasi aldı. Köprünün altından çok sular aktı. Bu meyanda, “yeni” olmak iddiasındaki bir siyasi hareketin yapabileceği en büyük hatâ, sırf eski AK Partililerden müteşekkil bir görünüm arz etmesi olur.
23 Haziran’dan sonra AK Parti (*)
AK Parti’yi en çok zorlayacak olan husus, AK Parti’de baş gösteren çözülme belirtisidir. Gerek Gül-Babacan ve gerekse Davutoğlu, bir vakittir AK Parti ile aralarına mesafe koymuşlar ve ayrı bir yol tutturmaya dair niyetlerini belli etmişlerdi. 23 Haziran her iki aktörün de arayışlarına ivme kattı. Erdoğan ise geçmişteki gibi oyun kuramıyor ve sorunları çözme performansı giderek düşüş gösteriyor.
Reisi yanıltmak
Erdoğan’ın çevresi geçmişle kıyaslandığında “kötü” olabilir, ama bu ona dayatılmış ya da onun arzusu hilâfına oluşturulmuş bir çevre değil. Dün olduğu gibi bugün de, çalıştığı kadro Erdoğan’ın kendi seçimi. Eğer ekibin bir başarısı varsa, bu, liderin hanesine artı olarak işler. Yok, eğer ekip başarısız olmuşsa bunun sorumluluğunu da yine liderin göğüslemesi gerekir.
Demokrasiye esaslı katkı (*)
AK Parti psikolojik üstünlüğünü kaybetti. Erdoğan büyüsünü yitirdi. Onun her koşulda seçimi kazanacağı, kaybetmesinin mümkün olmadığı düşüncesi yerle yeksan oldu. Artık muhalefetin karşısında, tabanında çözülme başlamış ve özellikle 31 Mart’taki iptalin ardından ahlâkî meşruiyet debisi daralmış, “mağlup edilebilir bir Erdoğan” var.
O sandığa dokunmayacaksın!
23 Haziran, herkesin bildiği ya da bilmesi gereken bazı hususları bizlere tekrar hatırlattı.
Dağ fare doğurdu(*)
Erdoğan ile Baykal’ın 2002’de Uğur Dündar’ın yönetiminde katıldığı program, Türkiye’deki son siyasi kapışma oldu. İktidarı kazanan Erdoğan, o günden sonra kimseyle halkın önünde tartışmadı. Gücünü tahkim ettikçe diğer parti liderleriyle bir araya gelip konuşma fikrinden uzaklaştı. Rakiplerinden gelen bu yönlü bütün teklifleri geri çevirdi. Seçim zamanlarında hep tek başına sahneye çıktı.