Halil Berktay
Tuhaf zamanlar
Burada (a) bir tarih sorunu var, (b) bir de AYM. Tarihin tahrifi derseniz… zaten her yanımızda. Tek ölçüt, tek değişmez var: Cumhurbaşkanı Erdoğan her zaman doğru (ve sadece o doğru) olmuş olacak; hattâ tarihin farklı dönemlerinde yaşamış, sağ-muhafazakâr kesim açısından makbul başka kişiler de kendi çağlarında aynen Erdoğan gibi davranacak. Tarihî eser restorasyonları gibi tarihî kişi ve olaylar da “temize çekilecek.” Abdülhamid de, Adnan Menderes de güncellenecek, Erdoğanlaşacak.
Galip Batının hubris’i (ve sonuçları)
Irak örneğinde, kasıtlı bir rejim değişikliği müdahalesine Birleşmiş Milletler seyirci kaldı. Buna karşılık bir dizi “Batı ötekisi,” kendini kollektif güvenlikten yoksun hissedip, Saddam benzeri bir kadere maruz bırakılma ihtimaline karşı savunmaya çekildi. Post-komünist milliyetçiliğin yeni ve tamamen pragmatik bir dalgası yükseldi. Bir dizi Asya-Afrika lideri, içe kapanıp evrensel hukuk normlarını hiçe sayabilmek için kalkan niyetine iyice ucuzlamış bir anti-emperyalizm retoriğine sarıldı.
Küçük ve büyük birimler
Peki, insanlık tarihinde zaman zaman zuhur eden bu imparatorluklar, görece kısa veya uzun yaşamları süresince ne yapıyorlar da bu kadar geniş toprakları ve değişik kavimleri, insanları ve kültürleri bir arada tutabiliyorlar? Her şey fetih ve askerî üstünlükten mi ibaret? Yoksa başka faktörler de söz konusu mu? Bundan herhangi bir ders çıkarılabilir mi, insanlığın geleceği açısından? Yeni bir literatür bunları araştırıyor.
Formel ve informel imparatorluklar
İmparatorluklar er ya da geç yıkılıyor. W. G. (Garry) Runciman çok iyi açıklıyor bunu. Tam bir “kendi mezar kazıcılarını yaratma” diyalektiği. Emperyalize edilen diyarlar, kavimler, daha aşağı düzeydeki savaş şefleri, han veya krallar… ister istemez öğreniyorlar, dahil edildikleri imparatorluktan. Tecrübe kazanıyor, periferiden başkaldırıyor, gelip merkezi zaptediyor ve kendi imparatorluklarını kuruyor, ya da mevcudun bünyesinde yeni bir hanedan başlatıyorlar.
Demokrasinin 1945-2000 yükselişi
1980-82 arasında Turan Güneş: “Orası [o zamanlar AT, sonra AB] bir briç kulübü ve ona göre kuralları var; sen de illâ ben briç değil prafa oynayacağım diyemezsin.” 1999’da Amartya Kumar Sen: “Demokrasinin evrensel bir sistem olarak kabulü ve ardından, evrensel bir değer olarak da kabul edilmeye başlaması, düşünce alanında büyük bir devrimdir ve yirminci yüzyılın en önemli katkıları arasında sayılmalıdır.”
1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü
Avrupa’da iki savaş arasındaki dönemin önde gelen isimleri ve ünvanları bunlar işte: Krallar, prensler, naipler, mareşaller, amiraller, generaller (paşalar), tek tük albaylar. Horthy (yukarıda sağda), Pilsudski (ortada), Antonescu (solda). İkinci sırada, soldan sağa I. Alexander, II. Karol, II. Alfonso. Şu insanlık nelerden geçmiş; suratlarını böyle yanyana görünce daha iyi anlıyoruz.
Çığlıklar, feryatlar, haykırışlar
Tek tük de olsa kimileri geleceği görüyor sanki: yaklaşan Büyük Savaşı ve sonrasını; 1918-1939 arasında büyük totalitarizmlerin yükselişini; emperyalizmlerin hegemonya mücadelesini. Rilke beni duyacak bir Melek var mı diye soruyor. Yeats “korkunç bir güzelliğin doğuşu”ndan irkiliyor. Geride bıraktığımız asrın büyük orkestra şeflerinden Leonard Bernstein, Gustav Mahler’i de bu bağlama oturtuyor.
Nâzım ve 1945’te dünyanın hali
Türkiye kadar hibrid, yarı-Doğulu yarı-Batılı, Ortadoğu’nun savaş alanlarıyla içiçe, Amerika ile Rusya arasında gidip gelen bir ülke… çoğu yerde güçlü sağ popülizm rüzgârları esiyorsa, hemen bütün ülkeler giderek sağa kayıyorsa ve bölgesel sorunlara kısa-orta vâdede kapsamlı, barışçı çözümler bulunabilecek gibi değilse, nereye kadar düzeltebilir kendini?
Gül dahi yaralayacaksa, ne yapalım, varsın yaralasın seni
Pir Sultan’ı tarihsel bağlamından çıkarıp, beş asır sonra ona retrospektif “doğru politika” öğütleri verecek değilim. Benim karşı olduğum, zulmün ve ölümün eşiğinde sarındığı yüzde yüz uzlaşmazlığı 21. yüzyıla taşımak. Osmanlı tarım ve köylü toplumunda siyaset başka; bugünün Türkiye’sinde siyaset başka. Kamusal alan mevcut, ara zemin mevcut. Demokrasi sırf çatışmaya indirgenemez; çatışma ve uzlaşmanın içiçeliği demek.
“Dost acı söyler”den, “dostun bir tek gülü”ne
1971’de, askerî cezaevinde, iç dayanışma ihtiyacımız çok yüksek. Hele yargılandığımız sıkıyönetim mahkemesinde, saflardan hiç fire verilmemeli. Onun için Pir Sultan ruhumuza çok hitap etmekte. O veya herhangi bir Alevi, veya herhangi bir azınlık mensubu, veya herhangi bir köylü isyancısı… devletin tahrikiyle taşlanırken, kışkırtılmış kalabalıkların içindeki dostları taş yerine gül dahi atmayacak pirine (kahramanına, liderine).
Dost acı söyler
Tarihte muhalif akımların yapabildiği muazzam yanlışlara belki en çarpıcı örnek, 1920’ler ve 30’larda Komintern’in ve çeşitli ülkelerdeki komünist partilerin, Faşizmin ve Nazizmin iktidar yürüyüşüne katkısı. Demokrasiyi savunmak yerine illâ dünya devriminde ısrar etmeleri ve sokak şiddeti girdabına çekilmeleri, özellikle “kızıl korkusu”na kapılan orta sınıfları kâh Mussolini’ye, kâh Hitler’e hediye etmede tâyin edici rolü oynadı.
Zırhlı trenin can çekişmesi
Ünlü bir doktor arkadaşım, yıllar önce insan beyni için “tıbbın son serhaddi” dediydi (“medicine’s last frontier”). Tuhaf gerçekten. O 86 milyar sinir hücresinin akson’ları ve dendrit’leri birbirine kaç şekilde bağlanıyor acaba? Olmadık çağrışımlar nasıl oluşuyor? Dün, iktidar medyasının durmaksızın her yönde ateş eder hale gelmesini düşünüyordum. Hangi sözcük neyi tetikliyor da, ansızın gençliğimde okuduğum bir romandan, görünüşte çok alâkasız bir imajı hatırlıyorum?
Ateş Tanzim Subayları
İktidar medyasının öfkesi ve sözel şiddeti halen de sınır tanımıyor. İstanbul seçimlerinden sonra biraz yatışabilir diye düşünmüştüm; pek o yönde gitmiyorlar gibi. Tersine,...
İnalcık’ı unutmamak
Farkı (a) zekâsı; (b) birleştirici hafızası; (c) beş misli fazla çalışması; (d) dünya tarihçiliğiyle bağı; (e) Osmanlıya ilişkin Bizans, Venedik vb kaynaklarından da yararlanması; (f) Batı tarihçi ve sosyal bilimcilerini de (Bloch, Marx, Weber, Pirenne, Chayanov vb) okuması, özümlemesi ve kullanmasında yatıyordu.
“Post-truth” neymiş meğer
Ali Babacan’ın ismi AK Parti kurucular listesinden çıkarılmış. Biraz komik buldum doğrusu. Türkiye (bütün kusurlarına karşın) son tahlilde demokratik, geçirgen, çok-sesli, çok-kaynaklı bir toplum. 14 Kasım 2001’de İçişleri Bakanlığına sunulan metni de değiştirebilir, devlet kayıtlarından da silebilir misiniz Babacan’ı? Sovyetler bunu da yapardı gözünü kırpmadan. İnsanlık çok daha kötülerini gördü, tarihi değiştirme çabalarının. Buradan olsa olsa, Mahmut Övür’e “post-truth” yazısını revize etme malzemesi çıkar.
Ruhumuzdaki şeytan (16) Bitebilir mi? Bitecek mi? Bitiyor mu?
“Gün akşamlıdır devletlim / elbet biz de ölürüz.” 2 Aralık 1954 tarihinde ABD Senatosu, 22’ye karşı 65 oyla McCarthy’yi “Senatoyu küçük düşürmeye ve onursuzlaştırmaya yatkın davranışlar”dan sorumlu tutmaya karar verdi. Türkiye’de de yakın zamanda benzer bir uyanış, durulma ve sükûnete avdet yaşayacak mıyız acaba?
Ruhumuzdaki şeytan (15) Mao’ya inanma ihtiyacı
Kişiye tapma kültleri nasıl teşekkül eder? Bilinç nasıl teslim edilir? İnsanlar ne zaman, hangi dürtüler ve düşünüş tarzlarıyla, “ben nasıl onun kadar bilebilirim?” demeye başlar? Şu veya bu liderin yanılmazlığı efsanesi nasıl doğar?
Ruhumuzdaki şeytan (14) Mao’nun “insana karşı mükemmel insan” savaşı
Mao’nun ekstremist popülizminin Kültür Devrimi icadını bir matah zannettik bir zamanlar. Oysa tam tersiydi. Marksizm alanında olabilecek en yanlış, en kötü fikirdi. Günümüzün episodik bekacılıklarından türeyen cadı avları, asla bu kadar veya bundan daha aşırı noktalara varamaz. İnsanlık gerçeğine karşı sosyalizmin sarsılmaz temelini ekonomide değil, politikada da değil, hayalî bir “mükemmel insan”da arayışın ifadesiydi.
Ruhumuzdaki şeytan (13) Marksizm ve İslâmcılık
Neresinden bakarsanız bakın, geriliği, zaafları ve bölünmüşlüğünü satırbaşlarıyla işaretlemeye çalıştığım İslâm âleminin gene de açık arayla en ileri ülkesi Türkiye -- bütün defolarına rağmen. Aynı şey AK Parti için de geçerli: bu tarihsel dönemin İslâm kökenli partilerinin herhalde en ilerisi -- 2012-13’de girdiği yeni çizginin, 2016 darbesiyle birlikte aşırı savunmacı, aşırı merkeziyetçi bir iktidar konfigürasyonuna dönüşmesine rağmen.
Ruhumuzdaki şeytan (12) paradigma kayması
Thomas Kuhn’un dilimize soktuğu “eski paradigma” kavramı, sosyal hayatta Pierre Bourdieu’nün habitus dediği yoğun kültürel alışkanlıklar bütünlüğünün bağlayıcılığına denk düşüyor. Paradigmatik körlüğü andıran bir deyim ise “at gözlükleri” takmışlık (yani sağını solunu görmenin engellenmesi suretiyle, tek bir yöne gitmeye zorlanmak). “Kutunun dışında” düşünebilmek de eski paradigmadan kurtulmayı başka sözcüklerle anlatıyor.
Ruhumuzdaki şeytan (11) Menşeviklerin gördüğü, Bolşeviklerin kabul edemediği
Çok uzun sürdü bu yazıyı bitirmek. Her seferinde ancak bir paragrah, ya da üç cümleyi yeniden okuyup düzeltmek ve derken başka işler. Dur...
Ruhumuzdaki şeytan (10) gerilik sorunu
Tarihsel amacı orta ve uzun vâdede (gelişmiş kapitalizmden de daha ileri bir düzen olarak tasavvur ettiği) sosyalizmi kurmak olan bir parti, devrim (sosyalist devrim?) umudu ve angajmanını, sırf patlama potansiyeli var diye, Avrupa’nın doğusunun geri toplumları ve şiddet rejimlerine transfer edebilir miydi? Bu takdirde “sosyalizm tarihî aşaması” nasıl bir şekil alacak ve hangi yöntemlerle yürütülecekti?
Ruhumuzdaki şeytan (9) Marx, Engels ve sosyalizm
1850’lerde Marksizmin kurucuları için henüz geri dönüş tehlikesi diye bir şey mevcut değildi. Sosyalizm tarihin zorunlu gelişme yönünü temsil ediyordu; bir kere kurulduktan sonra yıkılabilir olması, Marx ve Engels’in teorik algısının dışında kalıyordu. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmin restorasyonunu önlemek için değil, bizatihî kapitalizmi alaşağı etmek için gerekliydi. Bu da görece “kısa süreli” olması demekti.
Ruhumuzdaki şeytan (8) imkânsızlıktan acımasızlığa, mülksüzleştirme ve hak mahrumiyeti operasyonları
Ekonomi alanındaki mülksüzleştirme listelerine paralel, içişleri bakanlıkları, kamu güvenliği departmanları ve gizli polis teşkilâtlarınca bir de siyasî hak mahrumiyeti listeleri oluşturuldu. Resmî kısıtlılıkların ötesinde, hayatın her alanına; bazı “kritik” mesleklere girip girememeye; kültür alanında temayüz edip edememeye; yurtdışına çıkıp çıkamamaya; hattâ eski zengin ailelerin çocukları ve torunları için, sosyal bilimler alanında doktora yapamamalarına kadar uzandı.
Ruhumuzdaki şeytan (7) sözde “bilimsel,” fiiliyatta en hayalci sosyalizm
Komünist parti iktidarları, imkânsızlık olarak algılamadı, kapitalizmin ve burjuvazinin kökünü tamamen kazımayı. Sadece, ilk başta sanıldığından çok daha uzun ve çetin bir “proletarya diktatörlüğü” ve “sınıf mücadelesi”ni gerektirdiği biçiminde teorileştirdiler. 19. yüzyıl Marksizminden türeyen 20. yüzyıl komünizmi, kendi hayalciliğini bu acımasızlıkla aşmaya çalıştı.
Ruhumuzdaki şeytan (6) burjuvazi nerede saklanıyor?
Gerçi bütün devrim ideolojileri ve programlarında bir karşı-devrim korkusu var. Ama bu, daha çok bir siyasî restorasyon (cumhuriyete karşı monarşinin, Stuartların, Bourbonların veya Osmanlıların geri gelmesi) tehlikesi ile sınırlı. Marksist devrim teorisinde ise çok daha geniş boyutlara ulaşıyor. Bütün bir “burjuvazi ve revizyonizm” sorunsalını beraberinde getiriyor.
Ruhumuzdaki şeytan (5) kendi kendime bir bibliyografya
Geçmişte hukuk ve ahlâk, 19. yüzyıl Alman devletçi-milliyetçileri, Treitschke ve Schmitt, sonra Thierack, Freisler ve Vyshinsky gibi Nazi ve Sovyet hukukçuları hakkında yazdıklarım, halen “söylenmemişliklerin suç sayılması”ndan hareketle yazmakta olduklarımla, bir noktada buluşuyor.
Ruhumuzdaki şeytan (4) “cadı avı” kavramının güncellenmesi
Stalin’in Büyük Tasfiye hareketi, buradan, bu korkudan -- sosyalizmin geri dönülmez zaferinden değil, 1928-33 yıllarının ekonomik felâketleri koşullarında yeni bir muhalefetin yükselebileceği korkusundan kaynaklandı. 1936-38 Moskova Duruşmaları ile, bütün Eski Bolşevikler (başka bir deyişle, tanınan liderler nesli) tasfiye edildi ve renksiz aparatçiklerin kumanda ettiği yeni bir parti yaratıldı.
Ruhumuzdaki şeytan (3) hangi Avrupa-merkezcilik?
Batı dışı ülkelerin gerçek durumunu anlatmak mı Oryantalizm, anlatmamak mı? Eski sömürgelerin pek çoğunda, cadı avları dahil kan ve şiddet üzerine kurulu pek çok âdeti beyaz yönetimler yasakladı. Bunu hatırlatmak, acaba Batının “uygarlaştırma misyonu” üzerinden, meselâ Hindistan halkına karşı Britanya İmparatorluğu’nun yanında yer almak anlamına mı gelir? Tersine, illâ anti-emperyalizm diye diye, “antropolojik görelilik” denizinde mi boğulmalıyım?
Ruhumuzdaki şeytan (2) Yeniçağda Kilisenin “beka” sorunu
Erken Modernitenin cadı avları, iktidar açısından büyük tehlikeleri de içeriyor. Bir kere başladığında, durdurmak çok zor oluyor. Tam bir kitle isterisi yaşanıyor. Bir deli kuyuya bir taş atıyor; kırk akıllı çıkaramıyor. Normal zamanlarda aklı başında sanabileceğiniz hâkim ve savcılar tuhaf yaratıklara dönüşüyor. Hiçbiri zulüm yarışında diğerlerinden geri kalmak istemiyor. Kendini bu yolla güvenceye almaya çalışıyor.