Halil Berktay

Gül dahi yaralayacaksa, ne yapalım, varsın yaralasın seni

Pir Sultan’ı tarihsel bağlamından çıkarıp, beş asır sonra ona retrospektif “doğru politika” öğütleri verecek değilim. Benim karşı olduğum, zulmün ve ölümün eşiğinde sarındığı yüzde yüz uzlaşmazlığı 21. yüzyıla taşımak. Osmanlı tarım ve köylü toplumunda siyaset başka; bugünün Türkiye’sinde siyaset başka. Kamusal alan mevcut, ara zemin mevcut. Demokrasi sırf çatışmaya indirgenemez; çatışma ve uzlaşmanın içiçeliği demek.

“Dost acı söyler”den, “dostun bir tek gülü”ne

1971’de, askerî cezaevinde, iç dayanışma ihtiyacımız çok yüksek. Hele yargılandığımız sıkıyönetim mahkemesinde, saflardan hiç fire verilmemeli. Onun için Pir Sultan ruhumuza çok hitap etmekte. O veya herhangi bir Alevi, veya herhangi bir azınlık mensubu, veya herhangi bir köylü isyancısı… devletin tahrikiyle taşlanırken, kışkırtılmış kalabalıkların içindeki dostları taş yerine gül dahi atmayacak pirine (kahramanına, liderine).

Dost acı söyler

Tarihte muhalif akımların yapabildiği muazzam yanlışlara belki en çarpıcı örnek, 1920’ler ve 30’larda Komintern’in ve çeşitli ülkelerdeki komünist partilerin, Faşizmin ve Nazizmin iktidar yürüyüşüne katkısı. Demokrasiyi savunmak yerine illâ dünya devriminde ısrar etmeleri ve sokak şiddeti girdabına çekilmeleri, özellikle “kızıl korkusu”na kapılan orta sınıfları kâh Mussolini’ye, kâh Hitler’e hediye etmede tâyin edici rolü oynadı.

Zırhlı trenin can çekişmesi

Ünlü bir doktor arkadaşım, yıllar önce insan beyni için “tıbbın son serhaddi” dediydi (“medicine’s last frontier”). Tuhaf gerçekten. O 86 milyar sinir hücresinin akson’ları ve dendrit’leri birbirine kaç şekilde bağlanıyor acaba? Olmadık çağrışımlar nasıl oluşuyor? Dün, iktidar medyasının durmaksızın her yönde ateş eder hale gelmesini düşünüyordum. Hangi sözcük neyi tetikliyor da, ansızın gençliğimde okuduğum bir romandan, görünüşte çok alâkasız bir imajı hatırlıyorum?

Ateş Tanzim Subayları

  İktidar medyasının öfkesi ve sözel şiddeti halen de sınır tanımıyor. İstanbul seçimlerinden sonra biraz yatışabilir diye düşünmüştüm; pek o yönde gitmiyorlar gibi. Tersine,...

İnalcık’ı unutmamak

Farkı (a) zekâsı; (b) birleştirici hafızası; (c) beş misli fazla çalışması; (d) dünya tarihçiliğiyle bağı; (e) Osmanlıya ilişkin Bizans, Venedik vb kaynaklarından da yararlanması; (f) Batı tarihçi ve sosyal bilimcilerini de (Bloch, Marx, Weber, Pirenne, Chayanov vb) okuması, özümlemesi ve kullanmasında yatıyordu.

“Post-truth” neymiş meğer

Ali Babacan’ın ismi AK Parti kurucular listesinden çıkarılmış. Biraz komik buldum doğrusu. Türkiye (bütün kusurlarına karşın) son tahlilde demokratik, geçirgen, çok-sesli, çok-kaynaklı bir toplum. 14 Kasım 2001’de İçişleri Bakanlığına sunulan metni de değiştirebilir, devlet kayıtlarından da silebilir misiniz Babacan’ı? Sovyetler bunu da yapardı gözünü kırpmadan. İnsanlık çok daha kötülerini gördü, tarihi değiştirme çabalarının. Buradan olsa olsa, Mahmut Övür’e “post-truth” yazısını revize etme malzemesi çıkar.

Ruhumuzdaki şeytan (16) Bitebilir mi? Bitecek mi? Bitiyor mu?

“Gün akşamlıdır devletlim / elbet biz de ölürüz.” 2 Aralık 1954 tarihinde ABD Senatosu, 22’ye karşı 65 oyla McCarthy’yi “Senatoyu küçük düşürmeye ve onursuzlaştırmaya yatkın davranışlar”dan sorumlu tutmaya karar verdi. Türkiye’de de yakın zamanda benzer bir uyanış, durulma ve sükûnete avdet yaşayacak mıyız acaba?

Ruhumuzdaki şeytan (15) Mao’ya inanma ihtiyacı

Kişiye tapma kültleri nasıl teşekkül eder? Bilinç nasıl teslim edilir? İnsanlar ne zaman, hangi dürtüler ve düşünüş tarzlarıyla, “ben nasıl onun kadar bilebilirim?” demeye başlar? Şu veya bu liderin yanılmazlığı efsanesi nasıl doğar?

Ruhumuzdaki şeytan (14) Mao’nun “insana karşı mükemmel insan” savaşı

Mao’nun ekstremist popülizminin Kültür Devrimi icadını bir matah zannettik bir zamanlar. Oysa tam tersiydi. Marksizm alanında olabilecek en yanlış, en kötü fikirdi. Günümüzün episodik bekacılıklarından türeyen cadı avları, asla bu kadar veya bundan daha aşırı noktalara varamaz. İnsanlık gerçeğine karşı sosyalizmin sarsılmaz temelini ekonomide değil, politikada da değil, hayalî bir “mükemmel insan”da arayışın ifadesiydi.

Ruhumuzdaki şeytan (13) Marksizm ve İslâmcılık

Neresinden bakarsanız bakın, geriliği, zaafları ve bölünmüşlüğünü satırbaşlarıyla işaretlemeye çalıştığım İslâm âleminin gene de açık arayla en ileri ülkesi Türkiye -- bütün defolarına rağmen. Aynı şey AK Parti için de geçerli: bu tarihsel dönemin İslâm kökenli partilerinin herhalde en ilerisi -- 2012-13’de girdiği yeni çizginin, 2016 darbesiyle birlikte aşırı savunmacı, aşırı merkeziyetçi bir iktidar konfigürasyonuna dönüşmesine rağmen.

Ruhumuzdaki şeytan (12) paradigma kayması

Thomas Kuhn’un dilimize soktuğu “eski paradigma” kavramı, sosyal hayatta Pierre Bourdieu’nün habitus dediği yoğun kültürel alışkanlıklar bütünlüğünün bağlayıcılığına denk düşüyor. Paradigmatik körlüğü andıran bir deyim ise “at gözlükleri” takmışlık (yani sağını solunu görmenin engellenmesi suretiyle, tek bir yöne gitmeye zorlanmak). “Kutunun dışında” düşünebilmek de eski paradigmadan kurtulmayı başka sözcüklerle anlatıyor.

Ruhumuzdaki şeytan (11) Menşeviklerin gördüğü, Bolşeviklerin kabul edemediği

  Çok uzun sürdü bu yazıyı bitirmek. Her seferinde ancak bir paragrah, ya da üç cümleyi yeniden okuyup düzeltmek ve derken başka işler. Dur...

Ruhumuzdaki şeytan (10) gerilik sorunu

Tarihsel amacı orta ve uzun vâdede (gelişmiş kapitalizmden de daha ileri bir düzen olarak tasavvur ettiği) sosyalizmi kurmak olan bir parti, devrim (sosyalist devrim?) umudu ve angajmanını, sırf patlama potansiyeli var diye, Avrupa’nın doğusunun geri toplumları ve şiddet rejimlerine transfer edebilir miydi? Bu takdirde “sosyalizm tarihî aşaması” nasıl bir şekil alacak ve hangi yöntemlerle yürütülecekti?

Ruhumuzdaki şeytan (9) Marx, Engels ve sosyalizm

1850’lerde Marksizmin kurucuları için henüz geri dönüş tehlikesi diye bir şey mevcut değildi. Sosyalizm tarihin zorunlu gelişme yönünü temsil ediyordu; bir kere kurulduktan sonra yıkılabilir olması, Marx ve Engels’in teorik algısının dışında kalıyordu. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmin restorasyonunu önlemek için değil, bizatihî kapitalizmi alaşağı etmek için gerekliydi. Bu da görece “kısa süreli” olması demekti.

Ruhumuzdaki şeytan (8) imkânsızlıktan acımasızlığa, mülksüzleştirme ve hak mahrumiyeti operasyonları

Ekonomi alanındaki mülksüzleştirme listelerine paralel, içişleri bakanlıkları, kamu güvenliği departmanları ve gizli polis teşkilâtlarınca bir de siyasî hak mahrumiyeti listeleri oluşturuldu. Resmî kısıtlılıkların ötesinde, hayatın her alanına; bazı “kritik” mesleklere girip girememeye; kültür alanında temayüz edip edememeye; yurtdışına çıkıp çıkamamaya; hattâ eski zengin ailelerin çocukları ve torunları için, sosyal bilimler alanında doktora yapamamalarına kadar uzandı.

Ruhumuzdaki şeytan (7) sözde “bilimsel,” fiiliyatta en hayalci sosyalizm

Komünist parti iktidarları, imkânsızlık olarak algılamadı, kapitalizmin ve burjuvazinin kökünü tamamen kazımayı. Sadece, ilk başta sanıldığından çok daha uzun ve çetin bir “proletarya diktatörlüğü” ve “sınıf mücadelesi”ni gerektirdiği biçiminde teorileştirdiler. 19. yüzyıl Marksizminden türeyen 20. yüzyıl komünizmi, kendi hayalciliğini bu acımasızlıkla aşmaya çalıştı.

Ruhumuzdaki şeytan (6) burjuvazi nerede saklanıyor?

Gerçi bütün devrim ideolojileri ve programlarında bir karşı-devrim korkusu var. Ama bu, daha çok bir siyasî restorasyon (cumhuriyete karşı monarşinin, Stuartların, Bourbonların veya Osmanlıların geri gelmesi) tehlikesi ile sınırlı. Marksist devrim teorisinde ise çok daha geniş boyutlara ulaşıyor. Bütün bir “burjuvazi ve revizyonizm” sorunsalını beraberinde getiriyor.

Ruhumuzdaki şeytan (5) kendi kendime bir bibliyografya

Geçmişte hukuk ve ahlâk, 19. yüzyıl Alman devletçi-milliyetçileri, Treitschke ve Schmitt, sonra Thierack, Freisler ve Vyshinsky gibi Nazi ve Sovyet hukukçuları hakkında yazdıklarım, halen “söylenmemişliklerin suç sayılması”ndan hareketle yazmakta olduklarımla, bir noktada buluşuyor.

Ruhumuzdaki şeytan (4) “cadı avı” kavramının güncellenmesi

Stalin’in Büyük Tasfiye hareketi, buradan, bu korkudan -- sosyalizmin geri dönülmez zaferinden değil, 1928-33 yıllarının ekonomik felâketleri koşullarında yeni bir muhalefetin yükselebileceği korkusundan kaynaklandı. 1936-38 Moskova Duruşmaları ile, bütün Eski Bolşevikler (başka bir deyişle, tanınan liderler nesli) tasfiye edildi ve renksiz aparatçiklerin kumanda ettiği yeni bir parti yaratıldı.

Ruhumuzdaki şeytan (3) hangi Avrupa-merkezcilik?

Batı dışı ülkelerin gerçek durumunu anlatmak mı Oryantalizm, anlatmamak mı? Eski sömürgelerin pek çoğunda, cadı avları dahil kan ve şiddet üzerine kurulu pek çok âdeti beyaz yönetimler yasakladı. Bunu hatırlatmak, acaba Batının “uygarlaştırma misyonu” üzerinden, meselâ Hindistan halkına karşı Britanya İmparatorluğu’nun yanında yer almak anlamına mı gelir? Tersine, illâ anti-emperyalizm diye diye, “antropolojik görelilik” denizinde mi boğulmalıyım?

Ruhumuzdaki şeytan (2) Yeniçağda Kilisenin “beka” sorunu

Erken Modernitenin cadı avları, iktidar açısından büyük tehlikeleri de içeriyor. Bir kere başladığında, durdurmak çok zor oluyor. Tam bir kitle isterisi yaşanıyor. Bir deli kuyuya bir taş atıyor; kırk akıllı çıkaramıyor. Normal zamanlarda aklı başında sanabileceğiniz hâkim ve savcılar tuhaf yaratıklara dönüşüyor. Hiçbiri zulüm yarışında diğerlerinden geri kalmak istemiyor. Kendini bu yolla güvenceye almaya çalışıyor.

Ruhumuzdaki şeytan (1) Prehistoryadan Ortaçağa

Tahmin edilebileceğinin aksine, Ortaçağ Hıristiyanlığı cadı avlarından yana değil. Tersine, bu tür “bâtıl” inanışları çoktanrıcılığın kalıntısı sayıyor ve aslı astarı olmadığını belirtiyor; sathın altında, popüler kültürdeki yaygınlığını önlemeye çalışıyor. 15. ve 16. Yüzyıllar ise, Ortaçağdan Erken Moderniteye geçişte farklı bir kırılma noktasını oluşturuyor.

Yargı Reformu (2) 1128’lerin hali

Nesnel hukuk ölçüleri açısından bu dilekçede söylenenler bir suç değil. Suç gibi gösterilmesi, ancak söylemedikleri üzerinden mümkün. Başka bir deyişle, mesele (1) terör propagandası yapmış olmaları değil, (2) anti-terör propagandası yapmamış olmaları. İkincisi, birincisine eşit sayılıyor. Bu gerekçeyle yargılanıyor ve mahkûm ediliyorlar.

Yargı Reformu (1) beş ay önceki bir görüşmeden aklımda kalanlar

Ama kendilerini, çoğulculuğun olmazsa olmazı olan “ara zemin”de konumlandıran ılımlı, tutarlı, barışçı demokratlar bu tartışmaya hiç giremedi. Aman… demeye kalmadı; iktidar kükreyiverdi. Hedef gösterdi. Kanaat empoze etti. Rektörleri, polisi, savcıları… özetle bütün idare ve yargı bürokrasisini “göreve” çağırdı.

Özgür iradesiyle

YSK’nın yeni açıklanan gerekçeli kararında, “oyların çalınması”na ilişkin tek sözcük var mı? Hayır, yok. Peki bu durum karşısında Binali Yıldırım ne dedi? Biz “çaldılar” derken bunu halk diliyle söylüyoruz, hukukun ifade dili elbette farklı. Öyle mi? “Oylar çalındı” ısrarı ile “usulsüz oy sayısı sadece 706’dır” (yani: hayır, çalınmadı) saptaması, aynı gerçeği mi yansıtıyor?

Tarih ve siyaset

Günümüz tarihçileri de tarihten ders çıkartır kuşkusuz. Ama siyasete yardımcı olmak için yapmaz bunu. Sırf kendileri için yapar. Tarih/çilik devletin vesayetinden ve politikanın ataerkilliğinden giderek sıyrıldıkça, artan özgürlüğü ve gerçekçiliği içinde çıkardığı dersler, hele bir kısım politikacı için giderek tatsızlaşır. Okşayıcılık ve rahatlatıcılıktan uzaklaşır. Büsbütün kabul edilmez hale gelir.

Ağla, sevgili yurdum

Biri siyah ve yoksul, biri beyaz ve zengin iki baba. Birinin oğlu, diğerinin oğlunu öldürmüş. Aralarındaki dostluk, yeni bir toplumsal barışın ilk umudu gibi yükseliyor. Ama olamıyor. 1948-1994 arasında, 46 yıllık bir ırkçı rejim giriyor araya. Bizim de ilk umutlarımız gerçekleşemedi bir türlü. Birleşik bir Türkiye’nin kurulması, kültürünün kök salıp yeşermesi için, daha kaç yıl beklememiz lâzım?

Kötülük kol gezerken

Günlerdir kulağımda çınlıyor. Evet, “Cry, the Beloved Country.” Ağla Sevgili Yurdum. Evet, “Ill Fares the Land.” Kötülük Kol Gezerken. Memleketin Hali Kötü. Bu kadarı yeter bile. Bugün Tony Judt. Yarın Alan Paton’la devam edeceğim.

Bu nasıl bir kin?

Bir kere, bu nasıl bir demokrasi ve siyaset anlayışı ki, rakip kabul edilen politikacıyı bütün kamusal alandan, topyekûn dışlamaya kalkar? Her şekilde kötülemek ve aşağılamakla kalmaz; aynı zamanda hiçbir yerde konuşturmamaya, sesini tümüyle kısmaya ve boğmaya tevessül eder? Ayrıca bu nasıl bir nefret ve intikamcılık ki, sadece söz konusu politikacıyı değil, eşi ve ailesini de hedef alır? Aynı dışlayıcılık ve susturuculuğu onlara da uygular?