Halil Berktay

Ara fikir: proto-faşizm ve proto-komünizm

Mussolini ve Hitler hiçbir 19. yüzyıl düşünürünü toptan sahiplenmiyor; toplu eserlerini yayınlamıyor; heykellerini dikmiyor; adlarını enstitülere, ödüllere, meydanlara ve kentlere vermiyor. Beri yanda ise Marx’tan “el almak” muazzam bir mesele. Kim gerçek Marksist yarışları yaşanıyor. Faşizmde aidiyet ve ubudiyet doğrudan doğruya lidere. Komünizmin ise kutsal metinleri var ve etraflarında kıyametler kopuyor.

Dubara atmak da mümkünken

1909-1941. Hepi topu otuz küsur yıl. Demek, modern çağda bu kadarı yeterli, insanların büyük bir değişimi algılamalarına. Benim aile tarihim de aynı İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş eşiğinin üzerine oturmakta. Freisler, Vyshinsky ve bütün çağrışımları, olanca envanterleri, temsil ettikleri her şey karşısında Asrî Yusuf’a benzer şeyler duyuyorum.

Sırf Vyshinsky mi? Bütün bir kültür öyleydi…

Stalin mağrur ve mağmum bir Buddha bu satırlarda. Dev bir Buddha heykeli. “Sovyet halkı” popülizmine yaslanarak herkese ve aslında kendi çevresine, kendi aygıtına, apparatına, sizler de geçici görevlilerimsiniz, istersem parmağımı şöyle bir kımıldatarak hepinizi birer süprüntü gibi silip atabilirim mesajını veriyor.

Bir hukukçu: Andrey Vyshinsky

“Bu kuduz köpekleri kurşuna dizin. Yırtıcı dişlerini, kartal pençelerini halktan gizleyen bu çeteye ölüm! Kahrolsun, ağzından kanlı bir zehir damlayan Troçki! Tilkilerle domuzların bu pis melezlerine, bu kokuşmuş cesetlere kesin bir son verelim. Kapitalizmin, yeni çiçeklenen Sovyet milletimizi paramparça etmek isteyen bu kuduz köpeklerini imha edelim! Liderlerimize karşı güttükleri hayvanî nefreti boğazlarına tıkalım!”

Bir hukukçu: Roland Freisler

Her iki diktatörün ve diktatörlüğün, ideolojik zıtlıklarına karşın birbirlerine ne kadar hayran olduğunu bugün daha iyi biliyoruz. Yekdiğerinde beğendikleri şey, cüret, irade, kahharlık, hikmet-i devlet, rakip ve muhaliflerini ezip geçme kapasitesi. Freisler, totaliter yargının bu tür özellikleriyle çok ilgili. 1936-38 Moskova Duruşmaları’nı gidip bizzat izliyor. Sovyet Başsavcısı Andrey Vyshinsky’nin Eski Bolşeviklere aşağılayıcı muamelesini örnek alıp Hitler karşıtlarına uyguluyor.

Bir hukukçu: Otto Thierack

“Yargıçlara Mektuplar” Nazilerin bile bütün hukuk ve yargı teamüllerine o kadar tersti ki, SS’lerin Güvenlik Servisi SD dahi ürktü ve “Richterbriefe”yi devlet sırrı diye gizlemek yoluna gitti. Gerekçesi, yargı üzerindeki devlet denetiminin bu kadar açık ve çıplak bir biçim almasının, kamuoyunun tepkisine yol açacağıydı. 30 Mayıs 1943 tarihli raporunda SD, “Eğer halk hâkimlerin belirli bir yönde karar vermeye mecbur bırakıldığına kanaat getirseydi, adalet sistemi ve dolayısıyla devlet bütün meşruiyetini yitirirdi” demekteydi.

Nazi hukukunun bütün bünyeyi sarması

Yukarıdaki başlık resminin açıklaması: Nazi ideolojisini Alman yargı sisteminin tamamına empoze eden dört hukukçu. Soldan sağa, Roland Freisler, Franz Schlegelberger, Otto Georg Thierack ve Curt Rothenberger. Bombardımanda ölen Freisler ve yakalandığında intihar eden Thierack hariç, diğer ikisi 1945’ten sonra Nürenberg’de yargılandı. Schlegelberger müebbet aldı. Yedi yıl yatıp çıkan Rothenberger ise, 1959’da yaptıkları tekrar gözler önüne serilince intihar etti.

Ara fikir: Teorili ve teorisiz diktatörlükler

Bu teorili/teorisiz ayırımı, bir halk desteği meselesi değil. Belirli bir anda geniş kitlelerin lideri ne kadar sevip sevmediği, iktidarın ne kadar yüksek oy alıp almadığı meselesi değil. Rejimin ideolojik sirayet ve kurumsal kalıcılık gücüyle ilgili, çok daha derin bir mesele. Hukuk devletini teorik bakımdan da askıya alan ideolojik hamle, kesinlikle bunlardan, örneğin Nazi ve Sovyet düşünürlerinden geliyor.

Elizaveta Zachariadou (1931-2018)

İlim insanları illâ ciddiyetle mi anılır? Tâ 1996’dan bir anı: “Whooo is Peter Schmeichel? And hooow do youuu knooow this?” Yüzünde beliren o komik ifade hiç gözümün önünden gitmeyecek; hep gülümsemeye devam edeceğim, her hatırlayışımda.

Bir sergide başıma gelenler

“Bu ülkede 1939’da bitti herşey. Atatürk öldü ya. İnönü İngilizlerle anlaştı ve Atatürk’ü sildi. Bütün ders kitaplarını değiştirdi. Herşey bitti o zaman.”

Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar; Nuri Cemil’lerin gönlünde kaç aslan yatar?

Fakat bir dönemin galipleri ez kaza mağluplara dönüşürse… Objektif gerçekler gibi sübjektif değerlendirmeler de altüst olacak. O zaman tarihçiler, düşen veya modası geçene de, onunla birlikte çıkan ve inen ikincil aktörlere de özel bir ilgiyle eğilecek. Bir zamanlar yazılması mümkün olmayan, cesaret edilemeyen şeyler yazılır olacak.

İskender niçin ve nasıl kazanabildi?

Yunan-Makedon ağır piyadesi karşısında Persler, esas olarak bir süvari ve hafif piyade ordusu; silâhları itibariyle zırh, uzun dürtme mızrağı ve kılıç değil, cirit (yani fırlatma mızrağı), ok ve yay geleneğinden geliyor. Tabloyu, İskender’in eğik formasyon ve nihaî darbeyi nereye vuracağını maskeleme taktikleri tamamlıyor.

“Bir milyonluk ordu” neye yarar? Nasıl savaşabilir?

Tipik bir Roma ordusu, İÖ 3. yüzyılda 2 lejyon (11,000 asker), İS 1. yüzyılda 3 lejyon ve ilâve kohortlar (yani belki 20,000, en çok 30,000 asker) boyutlarında. 13. yüzyılda tipik bir Moğol ordusu üç tuman, yani 30,000 atlı. İskender’in orduları da İssos’ta 40,000, Gaugamela’da 47,000 kadar. Bu rakamların birbirine yakınlığı, İlkçağ ve Ortaçağda “efektif olarak kumanda edilebilir çekirdek” hakkında bize bir şey söylüyor olmalı.

“Bir milyon” İlkçağ ve Ortaçağda ne anlama gelir?

Çok eski kroniklerde sözü edilen muazzam ordular, o dönemin olanaklarıyla nasıl beslenir, iaşe ve ibatesi nasıl sağlanır? Köylülerden ne kadar küçük artı-ürün oranlarının vergilendirilebildiğini hesaba katarsak, bir milyonluk bir ordu, toplam kaç milyonluk bir nüfusun üzerinde yükselebilir? Bunu hangi devlet hazinesi karşılayabilir? Geçtim; bu kadar asker (i) seferde nasıl yol alır; (ii) gideceği yere vardığında, arazide nasıl mevzilenir?

Genç Siviller, Carl Schmitt ve bir İstanbul Barosu öyküsü

Meğer son zamanlarda bir ben değilmişim, Carl Schmitt’i şu veya bu bağlamda gündeme getiren. Genç Siviller sekiz küsur yıl önce davranmış. Ne ki bağlam farklı. O zaman hâlâ, yarı-Atatürkçü vesayet rejimi ve otoriter-patriyarkal ideolojisine karşı mücadele söz konusu. İyi de, farklı taraflarca da olsa, Türkiye’de her on yılda bir hukuk bu kadar keyfîleştirilmek zorunda mı?

Savaş ve devlet fetişizmi: kendi sözleriyle Treitschke

Bu nasıl bir retorik? Bu nasıl bir gergedan? Nasıl bir derisi kalın, sırtında yumurta küfesi olmayan yaşlı namussuz? Savaşın azameti. Devletin muazzam tasavvuru (veya telâkkisi; bugün vizyonu diyoruz). Bireyin hiçliği… Kendinizi sırf Treitschke’lerin konuşabildiği bir toplumda düşünün. Hukukun araçsallaştırılmasının nasıl önüne geçilebilir, böyle bir ideolojik ortamda?

Nazizmin habercilerinden Heinrich von Treitschke

Gerçekten de, proto-faşizm adına ne ararsanız var Treitschke’de. Aydınlanma, liberalizm, kuvvetler ayırımı ve birey haklarına karşı, otoriter monarşizm. Irkçılık. Sosyal Darwinizm. İrrasyonalizm, Ortaçağ mistisizmi. Anti-semitizm. Sömürgecilik. Militarizm, hattâ kitlesel imha savaşları (etnik temizlik, soykırım). Hepsinin bir bulamacını sunuyor.

Treitschke’nin dünyası: liberalizmden milliyetçiliğe ve millî devrimlere

1848’den sonra devrimler mahiyet değiştirdi. Monarşi ve aristokrasilerin devrilmesi şöyle dursun, yeni tip millî devrimlerin başına onlar geçti. Almanya’da “birlik” platformuyla önderliği Prusya krallığı ve başbakanı Otto von Bismarck; İtalya’da keza “birlik” platformuyla önderliği, Sardunya-Piyemonte Krallığı ile başbakanı Kont Cavour aldı.

Parantez ve bir yol haritası: önümdeki sekiz on yazı

“Benim oğlum bina okur, döne döner gene okur.” 15 Kasım 2007’de, Taraf gazetesinin ilk sayısında yayınlanan “Mütevazi bir kitap listesi”nden on küsur yıl sonra, başka şey bilmediğimden olacak, kendimi hâlâ benzer sorunlar ve kavramlarla uğraşıyor buluyorum.

Bir hukukçu: Carl Schmitt

Schmitt “vesayet diktatörlüğü”ne karşıydı. Bu deyimle, mevcut hukuk düzenini kurtarmak için başvurulan “olağanüstü hal”leri kastediyordu. Bu takdirde hukukun üstünlüğü, sadece geçici olarak askıya alınabilmekteydi. Oysa asıl gerekli olan, hukukun yeni bir anayasa yaratmak için askıya alındığı “egemen diktatörlük”tü. Carl Schmitt, Üçüncü Reich boyunca Hitler’in anayasal düzeni dört yılda bir askıya almasını tam bu gerekçeyle savunacaktı.

Hukuk ve ahlâk

1930’larda bunun teorisini kuran hukukçular da çıkıyor, sağdan ve soldan. Onların hukuk anlayışında, bireyin değil rejimin korunması ön planda. Devletin düşman gözetmesini doğallaştırıyor; zıddında, gene devletin bekası uğruna, olağanüstü halin olağanlaşmasını egemenlik hakkının özü ve esası kabul ediyorlar. Kanunlara ve yargılama usulüne bakışlarında objektif “norm”lar yok. Herşey niyete ve niyetin yorumuna bağlanıyor.

(12) ve son: Fraksiyon ahlâkı, ahlâkın fraksiyonlaşması

Fraksiyon Makyavelizminin ikinci ve en kötü ayağı, kendi ülkelerinde muhalefetteki bu partilerin, özendikleri ve önder bildikleri iktidar partileriyle aynı davranış biçimlerini peydahlamaları. “İşçi sınıfını temsil” ve “tarihin kaçınılmaz yürüyüşünün başını çekme” iddiası onları da kapsamına alıyor. Boylarına bakmaksızın kibire bürünüyor ve özel çöplüklerini gerçek “proletarya diktatörlükleri”nin suretinde yönetmeye kalkıyorlar.

Marksizm ve ahlâk (11) Tepede taht kavgaları, aşağıda sıradan halk yığınları

Özetle, bağlayıcı legalite diye bir şey yok. Birileri devrim yapıyor, partinin ve devletin başına geçiyor, Büyük Lider, Führer veya Ulu Önder konumuna yükseliyor. O kadar vazgeçilmez hale geliyor ki, yaşarken aşırı merkeziyet hâsıl oluyor. Koestler’in “Bir Numara”sının izni ve onayı olmadan, orta ve aşağı kademelerde dahi hiçbir şey yapılamıyor. Peki, sahneden çekildiğinde ne olacak? En sağlam, en devrimci, en güvenilir vâris kim olabilir? Bu büyük bir krize dönüşüyor.

Marksizm ve ahlâk (10) Tarihin emrediciliği ve partinin rehberliğinde, cehennem yollarında

Hele şu “Bize karşı koyanlar…” pozu ve tehdidinde, Faşizm ve Komünizm el sıkışıyor; Türkiye’nin Tek Parti rejimi dahil bütün diktatörlükler şaha kalkıyor. Robespierre’den Kızıl Khmer’lere kadar, “tek doğru”cu bir ütopyacılığın yol açabileceği bütün felâketlerin; tarihin “durdurulmaz akışı” ve “ezelî kanunları” adına işlenebilecek bütün cinayetlerin apolojisini, Nâzım daha 1925’te en veciz ifadesiyle sunuyor.

Marksizm ve ahlâk (9) Gregor Samsa, ya da mazlumlardan zalimlere

Komintern bir tür vampir ısırığıyla kendine üye olan bütün partileri zehirledi. Hepsine “tarihsel zorunluluk” imanını zerketti. Hepsini, kendilerini Tarihin taşıyıcısı; Tarihin emirlerini içeren bir tür “vahiy” olayının elçisi, peygamberi, ya da en azından Sovyetlerin halifesi gibi görmeye sevketti. Bu da onları ortak bir otorite, uluslararası bir iktidar konumuna çekti. Ülkelerinde tek tek muhalefette de olsalar, “zamanından önce” devletleştirdi ve suç ortağı kıldı.

Marksizm ve ahlâk (8) Kimlik inşası (yarı-otobiyografik notlar)

Hayatı ve toplumu ikiye böldüm, ilericiler ve gericiler diye. Bir mazlumlar ve mağdurlar enternasyonaline intisap ettim. Azınlık ve marjinalliğimin telâfisi oldu. Yalnız değildim, çünkü her yerde vardık. Sanat ve edebiyat üzerinden, solun kollektif hafızasını olduğu gibi benimsedim; bütün epik ve tragedyalarını okudum, bütün zafer ve yenilgilerinin içinde yaşadım.

Marksizm ve ahlâk (7) Formalistler ve araçsalcılar

Ahlâktan sonra hukuk da bir enstrümana indirgeniyor. İster Nazilerin ırk hukuku, ister proletarya diktatörlüğünün hukuku, ister Takrir-i Sükûn’un ve İstiklal Mahkemelerinin hukuku. Dâvâya, partiye, rejime, o ânın çıkarlarına tâbi olması doğal, meşru, âdetâ sorgulanamaz, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hal alıyor.

Marksizm ve ahlâk (6) Başka hiçbir alternatif bağlayıcılığın kalmaması

1976 Tangşan depremi sonrasında halktan insanlar kendi ailelerini düşünmeksizin öncelikle yerel parti liderlerini kurtarmaya çalıştıkları için övülüyor, bu davranışları “işçi sınıfı”na ve “sosyalizm ruhu”na örnek gösteriliyordu. Aradan kırk küsur yıl geçti; insanın en normal ve doğal sevgi halkası ve ahlâkının karşısına başka bir üst-ahlâk çıkarma çabasının bu en vicdansız örneğini hiç unutmadım.

Marksizm ve ahlâk (5) Bir özet ve hatırlatma

Kendiliklerinden ve/ya kendilerine rağmen ahlâklı değillerdiyse, Komünist olarak Komünist hareketlerin ve keza Komünist olarak Komünist bireylerin kamusal alanda ve siyaset sahnesinde davranış biçimleri, operasyonel bir ahlâktan, bir proje ahlâkından, manipüle edilip kâh o yöne kâh bu yöne bükülebilecek kullanışlılıkta bir ahlâktan başka, geriye ne bıraktı?

Pinokyo ödülleri (1) Doğu Perinçek

Bu sabahın, aşağıdaki konuyla ilgisiz çağrışımı: Ömer Seyfettin “Gayet Büyük Bir Adam” öyküsünde, 1908’de bir kere küçük bir arkadaş çevresince omuzlara kaldırıldıktan sonra o tesadüfî, kazara edinilmiş şöhretin tadına doyamamanın yol açtığı düşüşü anlatır.