Halil Berktay

Marksizm ve ahlâk (11) Tepede taht kavgaları, aşağıda sıradan halk yığınları

Özetle, bağlayıcı legalite diye bir şey yok. Birileri devrim yapıyor, partinin ve devletin başına geçiyor, Büyük Lider, Führer veya Ulu Önder konumuna yükseliyor. O kadar vazgeçilmez hale geliyor ki, yaşarken aşırı merkeziyet hâsıl oluyor. Koestler’in “Bir Numara”sının izni ve onayı olmadan, orta ve aşağı kademelerde dahi hiçbir şey yapılamıyor. Peki, sahneden çekildiğinde ne olacak? En sağlam, en devrimci, en güvenilir vâris kim olabilir? Bu büyük bir krize dönüşüyor.

Marksizm ve ahlâk (10) Tarihin emrediciliği ve partinin rehberliğinde, cehennem yollarında

Hele şu “Bize karşı koyanlar…” pozu ve tehdidinde, Faşizm ve Komünizm el sıkışıyor; Türkiye’nin Tek Parti rejimi dahil bütün diktatörlükler şaha kalkıyor. Robespierre’den Kızıl Khmer’lere kadar, “tek doğru”cu bir ütopyacılığın yol açabileceği bütün felâketlerin; tarihin “durdurulmaz akışı” ve “ezelî kanunları” adına işlenebilecek bütün cinayetlerin apolojisini, Nâzım daha 1925’te en veciz ifadesiyle sunuyor.

Marksizm ve ahlâk (9) Gregor Samsa, ya da mazlumlardan zalimlere

Komintern bir tür vampir ısırığıyla kendine üye olan bütün partileri zehirledi. Hepsine “tarihsel zorunluluk” imanını zerketti. Hepsini, kendilerini Tarihin taşıyıcısı; Tarihin emirlerini içeren bir tür “vahiy” olayının elçisi, peygamberi, ya da en azından Sovyetlerin halifesi gibi görmeye sevketti. Bu da onları ortak bir otorite, uluslararası bir iktidar konumuna çekti. Ülkelerinde tek tek muhalefette de olsalar, “zamanından önce” devletleştirdi ve suç ortağı kıldı.

Marksizm ve ahlâk (8) Kimlik inşası (yarı-otobiyografik notlar)

Hayatı ve toplumu ikiye böldüm, ilericiler ve gericiler diye. Bir mazlumlar ve mağdurlar enternasyonaline intisap ettim. Azınlık ve marjinalliğimin telâfisi oldu. Yalnız değildim, çünkü her yerde vardık. Sanat ve edebiyat üzerinden, solun kollektif hafızasını olduğu gibi benimsedim; bütün epik ve tragedyalarını okudum, bütün zafer ve yenilgilerinin içinde yaşadım.

Marksizm ve ahlâk (7) Formalistler ve araçsalcılar

Ahlâktan sonra hukuk da bir enstrümana indirgeniyor. İster Nazilerin ırk hukuku, ister proletarya diktatörlüğünün hukuku, ister Takrir-i Sükûn’un ve İstiklal Mahkemelerinin hukuku. Dâvâya, partiye, rejime, o ânın çıkarlarına tâbi olması doğal, meşru, âdetâ sorgulanamaz, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hal alıyor.

Marksizm ve ahlâk (6) Başka hiçbir alternatif bağlayıcılığın kalmaması

1976 Tangşan depremi sonrasında halktan insanlar kendi ailelerini düşünmeksizin öncelikle yerel parti liderlerini kurtarmaya çalıştıkları için övülüyor, bu davranışları “işçi sınıfı”na ve “sosyalizm ruhu”na örnek gösteriliyordu. Aradan kırk küsur yıl geçti; insanın en normal ve doğal sevgi halkası ve ahlâkının karşısına başka bir üst-ahlâk çıkarma çabasının bu en vicdansız örneğini hiç unutmadım.

Marksizm ve ahlâk (5) Bir özet ve hatırlatma

Kendiliklerinden ve/ya kendilerine rağmen ahlâklı değillerdiyse, Komünist olarak Komünist hareketlerin ve keza Komünist olarak Komünist bireylerin kamusal alanda ve siyaset sahnesinde davranış biçimleri, operasyonel bir ahlâktan, bir proje ahlâkından, manipüle edilip kâh o yöne kâh bu yöne bükülebilecek kullanışlılıkta bir ahlâktan başka, geriye ne bıraktı?

Pinokyo ödülleri (1) Doğu Perinçek

Bu sabahın, aşağıdaki konuyla ilgisiz çağrışımı: Ömer Seyfettin “Gayet Büyük Bir Adam” öyküsünde, 1908’de bir kere küçük bir arkadaş çevresince omuzlara kaldırıldıktan sonra o tesadüfî, kazara edinilmiş şöhretin tadına doyamamanın yol açtığı düşüşü anlatır.

Bu yılın Pinokyo ödülleri (2) Suudi yönetimi ve Prens Muhammed bin Salman

2009-2011 arasında Amerika’da üç sezon gösterilen “Lie to Me” dizisi vardı; Türkiye’de de epey izlemiştik, “Bana Yalan Söyle” başlığıyla. Tim Roth’un oynadığı Dr Carl Lightman, sanıkların vücut dili ve mimiklerinden, küçük ifade değişikliklerinden, doğru söyleyip söylemediklerini, ya da sakladıkları bir şey olup olmadığını anlıyordu.

Bu yılın Pinokyo ödüllerini şimdiden açıklıyoruz: (3) Putin, GRU, “Petrov” ve “Bushirov”

Garip şey. Ortaçağ Gotik katedralleri üzerine doktora tezi yazmıyorsanız, tek bir kent ve tek bir katedral için iki günlüğüne kalkıp gidilir mi Rusya’dan İngiltere’ye? Diyelim ki gittiniz; hava durumuna dudak büküp hemen ikinci günün akşamı apar topar geri mi dönülür? Ya çamur masalına ne demeli?

Günün düşüncesi: Myanmar (nereden nereye)

İktidar yozlaştırır, demişti Lord Acton. 15 yılını ev hapsinde geçiren Suu Kyi, üç gün önce, Rohingya katliamını araştıran iki gazetecinin bir polis tezgâhıyla tutuklanıp casusluk gerekçesiyle yedi yıla mahkûm edilmesini savundu. Bunun basın özgürlüğüyle hiçbir ilgisi yok dedi.

Günün düşüncesi: Macaristan (nereden nereye)

Rapor, tasarı, sonra oylama ve karar, Avrupa siyaset sahnesinde ilginç bir bölünmeye, bu arada bazı kayma ve tavır değişikliklerine yol açtı. Karar öncesinde AP’de konuşan Viktor Orban, tahmin edilebileceği gibi kendisini ve hükümetini gene milliyetçi bir söylemle savundu. Macaristan’ın “içişlerine müdahele”den, “şantaj”dan ve “hakaret”ten dem vurdu. Ama AP merkez-sağının çoğu tarafından terkedilmekten kurtulamadı.

Uzun bir geçiş süreci — ne ile ne arasında?

Sosyalizmin “kapitalizm ile komünizm arasında” bütün bir tarihsel dönem ve uzun bir geçiş süreci demek olduğu klişesi, Sovyetler Birliği çökerken, sosyalizmin “kapitalizm ile kapitalizm arasında” uzun bir geçiş süreci demek olduğu esprisine dönüştü.

Recep Peker’den Süleyman Soylu’ya

Mahir Ünal’ın kastı bu değildi, demişti bazı okurlarım. O sadece CHP’yi “çoklu kişilik bozukluğu”yla suçluyordu. Yoksa AKP’nin, kendisine Tek Parti dönemini örnek alması asla söz konusu olamaz. Hiç endişeniz olmasın. Göreceksiniz, şimdi ve başkanlık seçimlerinden sonra, AK Parti ferah bir demokrasi ve insan hakları çizgisinde yürümeye devam edecek.

Marksizm ve ahlâk (4) Göreliliğe karşı, örtüşme ve devamlılık

Dinlerle çıkagelen büyük ahlâk öğretileri çok derin bir sosyal ihtiyaca cevap verdi. Öyle ki, dinler ve ahlâk sistemleri Marksizmin değişim teorisine pek uymayan bir devamlılık kazandı. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyetin 4000-2000-1500 yıllık varlıklarında en az beş altı çağ ve toplum tipi geldi geçti. Oysa üç tektanrıcı inanç (tabii çeşitli Doğu dinleriyle, örneğin Hinduizm ve Budizmle de birlikte) hep varoldu.

Marksizm ve ahlâk (3) Görelilik, devrim(cilik), sınıf(sallık)

Devrim Fransa’sında burjuvazi hani, nerede? Yok, gösterilemiyor. Ampirik varlığı ispatlanamayan şeyler, ancak sübjektif inanç ve iman konusu olabilir. “Burjuva devrimi” kavramlaştırması da öyle. Bilginin değil paradigmanın bir icabı. Ama derin temelleriyle birlikte bu dogma, ahlâk alanına da uzanıyor.

Marksizm ve ahlâk (2) Ne gitti, ne kaldı?

Ahlâkı fazla geçicileştirmek ve görelileştirmek; insanlığın ahlâk ihtiyacının kalıcılığını görememek. Ahlâkın çağlar boyu en önemli taşıyıcısı olan dine soğukluk. Ahlâk öğretilerine boş ideolojik vaazlar diye burun kıvırmak. Uğruna her şeyin feda edilebileceği bir “büyük dâvâ”nın, her çareyi mübah kılan bir “nihaî amaç”ın varlığı... İşte Marksizmin ahlâk alanına yaklaşımının bazı problemleri.

Marksizm ve ahlâk sorunu (1) Apollon, Dionysos ve Nâzım Hikmet

Marksizmin farklı kökenlerden gelen bu iki boyutu aslında homojen ve uyumlu değil. Örneğin Dionysosçu boyut için devrim, kitlelerin zulüm ve sömürüye karşı ayaklanması. Bir kahramanlık destanı. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu ayaklanmayı kan ve şiddetle bastırma girişimi.) Apolloncu boyut içinse devrim, tarihin ilerlemesine hizmet eden eylem. Akılcı bir zaruret. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu sefer tarihi geri götürme, ilerlemeyi durdurma ve geri çevirme çabası.)

15 Temmuz’da halk niçin ve nasıl direnebildi?

Bunları şimdi tek tek hatırlayıp yanyana koyduğumda, birincisi, bu nasıl bir muameleydi; hangi iktidar bizzat devlet aygıtının, ordu-yargı-bürokrasi üçlüsünün bu kadar yoğun ve şiddetli devirmeciliğine maruz kaldı… diye düşünüyorum ister istemez. İkincisi, hepsiyle bir şekilde başedebildiklerini; 14 yıl boyunca ayakta kaldıklarını ve giderek daha çok şey öğrendiklerini, özgüven kazandıklarını ve kararlılık peydahladıklarını görüyorum.

Tayland ve Türkiye

23 Haziran - 10 Temmuz arasında Tayland 12 çocuğun (antrenörleriyle birlikte) bir mağarada kayboluşu ve sonra hepsinin sağ salim kurtarılışını yaşadı. Türkiye’de ise bu arada 8 Temmuz’daki Çorlu tren kazası meydana geldi. İlginçtir; felâketler karşısında her iki toplum çok benzer davranışlar ortaya koydu.

(4) 15 Temmuz sonrasının “ihtilâl hukuku”ndan nasıl çıkılacak?

Şahin Alpay. Ahmet ve Mehmet Altan. Nazlı Ilıcak. Enis Berberoğlu. Büyükada insan hakları aktivistleri. Osman Kavala (8 ay 12 gündür tutuklu ve henüz iddianame yok ortada). Peki, şimdi ne olacak? Hepsi çıkacak, dedi bir arkadaşım. Bir, öyle mi acaba? İki. Çektikleri hatırlanacak mı? “Affedersiniz, yanılmışız, hatâ etmişiz” var mı bu toplumun kültüründe? Rastgele kaleme alınmış o dehşetengiz “haber”ler küçük bir özüre, iki çift gönül alıcı söze konu olacak mı?

(3) “Geçiş sarsıntıları” bittiyse…

Diyelim ki şimdi olan da bir AKP devrimidir. Farzedelim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kapitalizm”i parlamenter sistem, “sosyalizm”i de başkanlık sistemiydi. Oldu işte; birinden diğerine geçtik. Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” için öngördüğü bu aşama bittiyse, son iki yılın anormal “ihtilâl hukuku [ve basını]” da sona erecek mi? Normalleşme başlayacak mı?

(2) 15 Temmuz sonrasının “ihtilâl hukuku” nasıl oluştu?

Korkarım (soldaki) Engels’in (sağdaki) Bismarck ve Almanya için yazdıkları bizde de oldu; tarih “iyi” değil “kötü” yanından gelişmeye yüz tuttu. AK Parti’nin giderek katılaşan “dar çizgi”si yargı açısından da ciddî sonuçlar doğurdu. Dün saydığım tarihsel örneklerden tabii çok daha yumuşak, boşluklu ve geçirgen de olsa, “üç Ali”leri ve Vişinsky’leri olmasa da, sehpalar ve Gulag’larla noktalanmasa da, kendine has bir “ihtilâl hukuku” vücut buldu.

(1) “İhtilâl hukuku” üzerine düşünceler

Fransız Devrimi ve Jakoben Terörü’nden, şiddetin ve diktatörlüğün idealizasyonu yönünde sonuçlar çıkaranlar, sırf Marksistler olmadı. Bu konudaki en kapsamlı, en sistematik, zihinlerde en fazla yer eden teoriyi Marksizm kurdu. Başkaları, özellikle de çok-uluslu imparatorluklara karşı mücadele eden milliyetçi devrimciler, kendi daha eklektik, daha esnek, daha geçirgen düşünce patikalarını oluşturdular bu açıdan. 1848 ayaklanmaları yenildiğinde, doğu ve güney Avrupa’daki sayısız küçük konspirativist örgüt, aşağı yukarı aynı “devrimci şiddet” felsefesini benimsedi. Bu meyanda, İttihatçılardan Kemalistlere geçti ve Cumhuriyetin ilk otuz yılını belirledi.

Kim Avrupalı?

Eğer benim tahminlerim tutarsa, yarı-finalde sadece Hırvatistan’ı göreceğiz, geçmişin eski beyaz (Germen veya Slav) Avrupa’sından. Sınırlar çatırdıyor, kültürler karışıyor, eski etnik kimlikler çöküyor, yerini her türlü “melezlik” alıyor. Neo-nasyonalist muhafazakârlıklar bu değişime daha ne kadar dayanacak?

Neden Fransa? (Kupadaki son Afrika takımı olduğu için)

Emperyal diaspora’lar ve küreselleşme. Dokuz Afrika ülkesi: Senegal, Kamerun, Fas, Angola, Cezayir, Mali, Gine, Moritanya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti. Bir zamanların Fransız sömürgeleri. 23 kişilik kadronun (Benzema’ı saymaksızın) 12’si.

“Post-truth” toplumda huzura eriyorum

TRT spikerinin basiretli direncine karşın, tabii yerli ve millî olmayan bazı haber ajansları, üst aklın talimatıyla ve sırf milletimizi gıcık etmek için, Danimarka-Hırvatistan maçı vesilesiyle dünya kupalarının en hızlı golünün, yukarıda hayasız sevincine tanık olduğunuz FETÖ’cü hain tarafından atıldığını hatırlatıyor.

Dün gece gördüğüm gerçek rüyadır

Deniz harikulade. Çarşaf gibi. Mavi yeşil hareli. Işıldıyor. Çağırıyor. Zaman geçiyor. Kaçırıyorum.

Judt’ın 68’inin, Cohn-Bendit’in 68’inden farkı

“Hakkında yüzyıllara seslenen büyük teoriler kurduğumuz tarihin en büyük dönüm noktalarından birini kaçırdık böylece. Marksizm kendisini 1968’in o yaz aylarında, Prag ve Varşova’da tüketti. Sadece birkaç döküntü Komünist rejimi değil, asıl Komünizm fikrinin kendisini aşındıran, itibarsızlaştıran ve giderek yıkan, Orta Avrupa’nın isyancı öğrencileri oldu.”

Judt ve Fransız aydınları

Tony Judt’ın yıllar boyu üzerinde çalıştığı Fransız “intelligentsia”sına tepkisinde, klasik İngiliz ampirisizminin Locke ve Hume’dan bu yana Fransız teorisizminden hazzetmeyişinin de bir payı var kuşkusuz. Ama bunun ötesinde, aynı Fransız aydınlarının (ve herhalde en çok Sartre’ın) uzun süre Leninizmin etkisinden çıkamamış, Sovyetlerin reel kötülüğünü görememiş, devrimci şiddet fetişizminden arınamamış olmasına tepkiyi de içeriyor.