Halil Berktay

Bu yılın Pinokyo ödülleri (2) Suudi yönetimi ve Prens Muhammed bin Salman

2009-2011 arasında Amerika’da üç sezon gösterilen “Lie to Me” dizisi vardı; Türkiye’de de epey izlemiştik, “Bana Yalan Söyle” başlığıyla. Tim Roth’un oynadığı Dr Carl Lightman, sanıkların vücut dili ve mimiklerinden, küçük ifade değişikliklerinden, doğru söyleyip söylemediklerini, ya da sakladıkları bir şey olup olmadığını anlıyordu.

Bu yılın Pinokyo ödüllerini şimdiden açıklıyoruz: (3) Putin, GRU, “Petrov” ve “Bushirov”

Garip şey. Ortaçağ Gotik katedralleri üzerine doktora tezi yazmıyorsanız, tek bir kent ve tek bir katedral için iki günlüğüne kalkıp gidilir mi Rusya’dan İngiltere’ye? Diyelim ki gittiniz; hava durumuna dudak büküp hemen ikinci günün akşamı apar topar geri mi dönülür? Ya çamur masalına ne demeli?

Günün düşüncesi: Myanmar (nereden nereye)

İktidar yozlaştırır, demişti Lord Acton. 15 yılını ev hapsinde geçiren Suu Kyi, üç gün önce, Rohingya katliamını araştıran iki gazetecinin bir polis tezgâhıyla tutuklanıp casusluk gerekçesiyle yedi yıla mahkûm edilmesini savundu. Bunun basın özgürlüğüyle hiçbir ilgisi yok dedi.

Günün düşüncesi: Macaristan (nereden nereye)

Rapor, tasarı, sonra oylama ve karar, Avrupa siyaset sahnesinde ilginç bir bölünmeye, bu arada bazı kayma ve tavır değişikliklerine yol açtı. Karar öncesinde AP’de konuşan Viktor Orban, tahmin edilebileceği gibi kendisini ve hükümetini gene milliyetçi bir söylemle savundu. Macaristan’ın “içişlerine müdahele”den, “şantaj”dan ve “hakaret”ten dem vurdu. Ama AP merkez-sağının çoğu tarafından terkedilmekten kurtulamadı.

Uzun bir geçiş süreci — ne ile ne arasında?

Sosyalizmin “kapitalizm ile komünizm arasında” bütün bir tarihsel dönem ve uzun bir geçiş süreci demek olduğu klişesi, Sovyetler Birliği çökerken, sosyalizmin “kapitalizm ile kapitalizm arasında” uzun bir geçiş süreci demek olduğu esprisine dönüştü.

Recep Peker’den Süleyman Soylu’ya

Mahir Ünal’ın kastı bu değildi, demişti bazı okurlarım. O sadece CHP’yi “çoklu kişilik bozukluğu”yla suçluyordu. Yoksa AKP’nin, kendisine Tek Parti dönemini örnek alması asla söz konusu olamaz. Hiç endişeniz olmasın. Göreceksiniz, şimdi ve başkanlık seçimlerinden sonra, AK Parti ferah bir demokrasi ve insan hakları çizgisinde yürümeye devam edecek.

Marksizm ve ahlâk (4) Göreliliğe karşı, örtüşme ve devamlılık

Dinlerle çıkagelen büyük ahlâk öğretileri çok derin bir sosyal ihtiyaca cevap verdi. Öyle ki, dinler ve ahlâk sistemleri Marksizmin değişim teorisine pek uymayan bir devamlılık kazandı. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyetin 4000-2000-1500 yıllık varlıklarında en az beş altı çağ ve toplum tipi geldi geçti. Oysa üç tektanrıcı inanç (tabii çeşitli Doğu dinleriyle, örneğin Hinduizm ve Budizmle de birlikte) hep varoldu.

Marksizm ve ahlâk (3) Görelilik, devrim(cilik), sınıf(sallık)

Devrim Fransa’sında burjuvazi hani, nerede? Yok, gösterilemiyor. Ampirik varlığı ispatlanamayan şeyler, ancak sübjektif inanç ve iman konusu olabilir. “Burjuva devrimi” kavramlaştırması da öyle. Bilginin değil paradigmanın bir icabı. Ama derin temelleriyle birlikte bu dogma, ahlâk alanına da uzanıyor.

Marksizm ve ahlâk (2) Ne gitti, ne kaldı?

Ahlâkı fazla geçicileştirmek ve görelileştirmek; insanlığın ahlâk ihtiyacının kalıcılığını görememek. Ahlâkın çağlar boyu en önemli taşıyıcısı olan dine soğukluk. Ahlâk öğretilerine boş ideolojik vaazlar diye burun kıvırmak. Uğruna her şeyin feda edilebileceği bir “büyük dâvâ”nın, her çareyi mübah kılan bir “nihaî amaç”ın varlığı... İşte Marksizmin ahlâk alanına yaklaşımının bazı problemleri.

Marksizm ve ahlâk sorunu (1) Apollon, Dionysos ve Nâzım Hikmet

Marksizmin farklı kökenlerden gelen bu iki boyutu aslında homojen ve uyumlu değil. Örneğin Dionysosçu boyut için devrim, kitlelerin zulüm ve sömürüye karşı ayaklanması. Bir kahramanlık destanı. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu ayaklanmayı kan ve şiddetle bastırma girişimi.) Apolloncu boyut içinse devrim, tarihin ilerlemesine hizmet eden eylem. Akılcı bir zaruret. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu sefer tarihi geri götürme, ilerlemeyi durdurma ve geri çevirme çabası.)

15 Temmuz’da halk niçin ve nasıl direnebildi?

Bunları şimdi tek tek hatırlayıp yanyana koyduğumda, birincisi, bu nasıl bir muameleydi; hangi iktidar bizzat devlet aygıtının, ordu-yargı-bürokrasi üçlüsünün bu kadar yoğun ve şiddetli devirmeciliğine maruz kaldı… diye düşünüyorum ister istemez. İkincisi, hepsiyle bir şekilde başedebildiklerini; 14 yıl boyunca ayakta kaldıklarını ve giderek daha çok şey öğrendiklerini, özgüven kazandıklarını ve kararlılık peydahladıklarını görüyorum.

Tayland ve Türkiye

23 Haziran - 10 Temmuz arasında Tayland 12 çocuğun (antrenörleriyle birlikte) bir mağarada kayboluşu ve sonra hepsinin sağ salim kurtarılışını yaşadı. Türkiye’de ise bu arada 8 Temmuz’daki Çorlu tren kazası meydana geldi. İlginçtir; felâketler karşısında her iki toplum çok benzer davranışlar ortaya koydu.

(4) 15 Temmuz sonrasının “ihtilâl hukuku”ndan nasıl çıkılacak?

Şahin Alpay. Ahmet ve Mehmet Altan. Nazlı Ilıcak. Enis Berberoğlu. Büyükada insan hakları aktivistleri. Osman Kavala (8 ay 12 gündür tutuklu ve henüz iddianame yok ortada). Peki, şimdi ne olacak? Hepsi çıkacak, dedi bir arkadaşım. Bir, öyle mi acaba? İki. Çektikleri hatırlanacak mı? “Affedersiniz, yanılmışız, hatâ etmişiz” var mı bu toplumun kültüründe? Rastgele kaleme alınmış o dehşetengiz “haber”ler küçük bir özüre, iki çift gönül alıcı söze konu olacak mı?

(3) “Geçiş sarsıntıları” bittiyse…

Diyelim ki şimdi olan da bir AKP devrimidir. Farzedelim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kapitalizm”i parlamenter sistem, “sosyalizm”i de başkanlık sistemiydi. Oldu işte; birinden diğerine geçtik. Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” için öngördüğü bu aşama bittiyse, son iki yılın anormal “ihtilâl hukuku [ve basını]” da sona erecek mi? Normalleşme başlayacak mı?

(2) 15 Temmuz sonrasının “ihtilâl hukuku” nasıl oluştu?

Korkarım (soldaki) Engels’in (sağdaki) Bismarck ve Almanya için yazdıkları bizde de oldu; tarih “iyi” değil “kötü” yanından gelişmeye yüz tuttu. AK Parti’nin giderek katılaşan “dar çizgi”si yargı açısından da ciddî sonuçlar doğurdu. Dün saydığım tarihsel örneklerden tabii çok daha yumuşak, boşluklu ve geçirgen de olsa, “üç Ali”leri ve Vişinsky’leri olmasa da, sehpalar ve Gulag’larla noktalanmasa da, kendine has bir “ihtilâl hukuku” vücut buldu.

(1) “İhtilâl hukuku” üzerine düşünceler

Fransız Devrimi ve Jakoben Terörü’nden, şiddetin ve diktatörlüğün idealizasyonu yönünde sonuçlar çıkaranlar, sırf Marksistler olmadı. Bu konudaki en kapsamlı, en sistematik, zihinlerde en fazla yer eden teoriyi Marksizm kurdu. Başkaları, özellikle de çok-uluslu imparatorluklara karşı mücadele eden milliyetçi devrimciler, kendi daha eklektik, daha esnek, daha geçirgen düşünce patikalarını oluşturdular bu açıdan. 1848 ayaklanmaları yenildiğinde, doğu ve güney Avrupa’daki sayısız küçük konspirativist örgüt, aşağı yukarı aynı “devrimci şiddet” felsefesini benimsedi. Bu meyanda, İttihatçılardan Kemalistlere geçti ve Cumhuriyetin ilk otuz yılını belirledi.

Kim Avrupalı?

Eğer benim tahminlerim tutarsa, yarı-finalde sadece Hırvatistan’ı göreceğiz, geçmişin eski beyaz (Germen veya Slav) Avrupa’sından. Sınırlar çatırdıyor, kültürler karışıyor, eski etnik kimlikler çöküyor, yerini her türlü “melezlik” alıyor. Neo-nasyonalist muhafazakârlıklar bu değişime daha ne kadar dayanacak?

Neden Fransa? (Kupadaki son Afrika takımı olduğu için)

Emperyal diaspora’lar ve küreselleşme. Dokuz Afrika ülkesi: Senegal, Kamerun, Fas, Angola, Cezayir, Mali, Gine, Moritanya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti. Bir zamanların Fransız sömürgeleri. 23 kişilik kadronun (Benzema’ı saymaksızın) 12’si.

“Post-truth” toplumda huzura eriyorum

TRT spikerinin basiretli direncine karşın, tabii yerli ve millî olmayan bazı haber ajansları, üst aklın talimatıyla ve sırf milletimizi gıcık etmek için, Danimarka-Hırvatistan maçı vesilesiyle dünya kupalarının en hızlı golünün, yukarıda hayasız sevincine tanık olduğunuz FETÖ’cü hain tarafından atıldığını hatırlatıyor.

Dün gece gördüğüm gerçek rüyadır

Deniz harikulade. Çarşaf gibi. Mavi yeşil hareli. Işıldıyor. Çağırıyor. Zaman geçiyor. Kaçırıyorum.

Judt’ın 68’inin, Cohn-Bendit’in 68’inden farkı

“Hakkında yüzyıllara seslenen büyük teoriler kurduğumuz tarihin en büyük dönüm noktalarından birini kaçırdık böylece. Marksizm kendisini 1968’in o yaz aylarında, Prag ve Varşova’da tüketti. Sadece birkaç döküntü Komünist rejimi değil, asıl Komünizm fikrinin kendisini aşındıran, itibarsızlaştıran ve giderek yıkan, Orta Avrupa’nın isyancı öğrencileri oldu.”

Judt ve Fransız aydınları

Tony Judt’ın yıllar boyu üzerinde çalıştığı Fransız “intelligentsia”sına tepkisinde, klasik İngiliz ampirisizminin Locke ve Hume’dan bu yana Fransız teorisizminden hazzetmeyişinin de bir payı var kuşkusuz. Ama bunun ötesinde, aynı Fransız aydınlarının (ve herhalde en çok Sartre’ın) uzun süre Leninizmin etkisinden çıkamamış, Sovyetlerin reel kötülüğünü görememiş, devrimci şiddet fetişizminden arınamamış olmasına tepkiyi de içeriyor.

Hafıza Köşkü, ya da insan ruhunun direnişi

Ve sonra yedi saat boyunca karanlıkta yalnız kalıyor. Uyuyamıyor ve kımıldayamıyor; kederi ve kasvetiyle başetmek için odasını anılarıyla kalabalıklaştırıyor; deyim yerindeyse, hayatının şu veya bu dilimini insanlarıyla birlikte yanına çağırıyor ve onlara dair bir vinyet, bir hikâye kuruyor kafasında. Ertesi sabah teype okuyor veya asistanına dikte ediyor. Kitabın 25 küçük anlatısı böyle oluşuyor.

Cohn-Bendit anlatıyor (2) Kitle hareketinin kazanımlarını, seçimler ve yasalar tahkim eder

“İlk defa kırk yaşımda oy kullandım, Hesse eyaleti Yeşiller Partisi için. İş oraya geldiğinde, toplumsal hareketlerin de gelgit yasalarına tâbi olduğunu öğrenmiştik artık: sular önce yükselir, ama sonra durulur ve geri çekilir -- ve herkes ağır surette depresyona girer. Seçimler ve partiler değişimlerin yasalarla koruma altına alınması açısından önem taşıyor.”

Cohn-Bendit anlatıyor (1) De Gaulle Almanya’ya kaçmıştı

  Nisan ve Mayıs hiç yazamadığım aylardı. Hem iş çokluğundan, hem de ortama bakıp içim sıkıldığı, elim varmadığından. Fransa’da Mayıs 1968’de patlak veren --...

Sorular (2) Amerika ne yapmalı?

Dünya tarihçiliğinde bir ekol, insanlığın geleceği açısından geçmiş imparatorluklara bakıyor ve meselâ Perslerden veya Roma’dan dersler çıkarmaya çalışıyor (burada, Osmanlı tecrübesini gündeme getirmek açısından belki bir fırsat söz konusu, ama hatırı sayılır bir zihinsel çevikliğe ve eski klişelerden kopmaya ihtiyaç gösteriyor). Fikir şu: “yeni dünya düzeni” olacaksa da, mutlak eşitlikçi ve çoğulcu olmayacak; her şeye rağmen bir ağırlık merkezine, modifiye edilmiş bir emperyal birleştiriciliğe ihtiyaç duyacak.

Sorular (1b) Türkiye nereye (darbe sonrasından günümüze kadar)

Bütün eşitsizlikleriyle birlikte, son tahlilde özgür, çünkü sonucu belirsiz bir seçim yaşıyoruz. Böyle bir döneme girdik (ve bunu Batının da anlaması, idrak ve kabul etmesi lâzım). Bu da Türkiye demokrasisinin yeni bir olgunlaşma aşaması. Demokratik siyasetin eskime ve yenilenmelerine, halk desteğinin azalma ve çoğalmalarına, oylarının düşmesi ve çıkmasına, bütün diğer fânî partiler gibi AK Parti de tâbi. Kendi tarihî eylemiyle normalleştirdiği Türkiye’nin normal siyasasında, normal bir siyasî parti olarak, demokrasinin kaçınılmaz döngülerini yaşıyor ve yaşayacak. Bundan da korkmayacak. Buna alışacak, asıl bunun tadını çıkaracak.

Sorular (1a) Türkiye nereye (2002’den 2016 darbe girişimine kadar)

AKP’nin 2002’den bugüne uzanan tarihî başarısı: Türkiye’nin politika sahnesi ile sosyolojisi arasındaki uyumsuzluğu gidermesi; çok daha temsilî ve demokratik bir siyasî hayat olanağı yaratması. Buna karşılık liderliğinin 15-16 Temmuz girişiminden hem bir zaferle, hem sürekli bir düşmanlık, tehdit ve kuşatma algısıyla çıkması. Daha 2002’den beri maruz kaldığı devirmeci muhalefet biçimlerinin sonunda zehirli meyvalarını verip, AKP liderliğini aşırı defansif bir mantalite ve bir “beka” dâvâsına kapandırması.

Tartışmalar

Diyelim ki toplumun bütün alt-kimlik ve aidiyetlerinden derlenmiş böyle beş yüz kişiyi biz de bir salonda topladık; bir konu seçtik ve mikrofonu dolaştırdık; en fazla üç dakika konuşacak, sadece kendi görüşlerinizi dile getirecek ve kimseyle polemik yapmayacaksınız dedik... Kim, buna ne kadar uyar? Hoşlanmadığı fikirlere, nereye kadar tahammül gösterir?

Anılar

Nerede durduğum son derece netti o yıllarda. Sosyalizm ve millî kurtuluş mücadeleleri kampında yer alıyordum. Öte yandan, benimkisi salt düşünsel bir partizanlıktı. Amerikan vatandaşı değildim, dolayısıyla en ufak akademik başarısızlıkta (veya mezuniyetten sonra) öğrenci tecilimi yitirip Vietnam’a gönderilme tehlikesi yaşamıyordum.