Halil Berktay
Bu da “Türk usulü” düşünsel apartheid
Demokrasinin, daha doğrusu demokratik bir siyasî kültürün, belki bir yığın koşulu var ama bana göre en basit ikisi: (a) insanların bağırıp çağırmadan, deyim yerindeyse “küçük harflerle” konuşup anlaşabilmesi ve (b) bunun yapılabildiği, mümkün olduğu geniş bir orta alanın varlığı. Kimden gelirse gelsin her türlü hamaset ve militanlık ise, tam da bu yüzden akla ve rasyonaliteye düşman. Herkes avazı çıktığı kadar bağırırsa, insan kendi kafasından geçenleri bile duyamaz olur. Zaten budur istenen; isteriler, heyecan ve hezeyanlarla sürüklenip düşünemez hale gelmektir.
Güney Afrika notları (2) Reel, fiziksel apartheid
Asıl önemli (ve belki bize en yabancı gelebilecek) nokta şu ki, duygusallığın frenlendiği nesnel bir yaklaşım, sadece zalimlere değil, mazlumlara ve mazlumları temsil edenlere de uygulanmıştı. Yeni Güney Afrika’nın bir bakıma ulusal müzesi demek olan Apartheid Müzesi’nde, ırkçı rejime karşı mücadelenin de, bu mücadeleyi her türlü fedakârlığa katlanarak sürdüren ve sonunda zafere ulaştıranlarından da yüceltilmesine, idealize edilmesine, her türlü yanlıştan tenzih edilmesi ve kusursuz gösterilmesine rastlanmıyordu.
Nedir bu “pilotların Rusya’ya teslimi” masalı?
Vedat Türkali’nin 1960’larda ünlenen “141. Basamak” piyesinin bir sahnesinde Rânâ Cabbar “Geliyor Mister Pikson [= Nixon], çektiklerimize son” diye tef çalıp söylüyor, oynuyordu. Çok komikti. Celâl Bayar’ın başlattığı “Küçük Amerika” ideolojisiyle iyi dalga geçiyordu. Fakat maalesef şimdi de kimileri bir “Geliyor Mister Tramp, ayağımdan çıktı kramp” rüzgârı estirmekte (kafiyeyi bu kadar tutturabildim). Tabii “Geliyor Mister Putin, burnumuzu sürttün, aman ne iyi ettin”i de unutmayalım.
Bir okuyucu mektubu: Yüksel Taşkın’lar neye yarar?
Bu metin ilk başta Serbestiyet’e tamamen dışarıdan bir yazı olarak geldi aslında. Geldi ve sonra geri çekildi -- ilk defa konuk yazarımız olacak bu kişi, kendisi de kara listeye alınmayı ve bir sonraki KHK’nın kapsamına girmeyi göze alamadığı için. Okuduğumda tahammül edemedim bu acıya. Daha önce tanımadığım meslekdaşımdan rica ettim; bana tekrar, bir mektup olarak yollayın, kabul ederseniz ben bir sonraki yazımda kullanayım dedim. Öyle de yaptı. Ama lütfen bir düşünün. Bu ayıp bize yetmez mi?
“Aynı paralel”
Bilinen absürdist espridir. “Soru: Fil ile sivrisinek neden birbirine benzer? Cevap: İkisinin de pervanesi olmadığı için.” Keza, bilinen deyiştir: “Durmuş bir saat bile günde iki kez ‘doğru’yu gösterir.” (Çözün bakalım şimdi; bunlar neye atıftır?)
Ara nağme (5) başkanlık neden Avrupa dışında yoğunlaştı?
Afrika’da ve Latin Amerika’da, milletleşememişliği, etno-lingüstik heterojenlik ve karışıklığı, “organik devlet” yokluğunu, çok geniş alanlarda seyrek ve dağınık beyaz kolonizatör yerleşimlerini yönetme zorluğunu aşabilme ihtiyacı, güçlü yürütme ve dolayısıyla başkanlık sistemi arayışlarının arkaplanını oluşturdu. Böylece, Avrupa’nın parlamenter sistem yeknesaklığıyla tezat teşkil eden bir “kısmen başkanlık, kısmen parlamenter sistem” bileşimi vücut buldu.
(4) Avrupa’da demokrasi arayışı neden parlamenter sisteme kanalize oldu?
Çağdaş demokrasi Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de doğup gelişti. Daha ilk cumhuriyet ve demokrasi arayışları, 17. yüzyıldan itibaren parlamenter sisteme yöneldi. Bu sisteme çıkış noktası itibariyle “Westminster sistemi” de denmesi boşuna değildir. Bu, kıtanın ve İngiltere’nin özgün koşullarının sonucuydu. Böyle hazır bir sistem yoktu aslında. El yordamıyla oluştu. Zaman içinde kendi geleneğini yarattı. İngiltere’den kıtaya, oradan dünyanın kalanına yayıldı. İhraç ve taklit edilen bir modele dönüştü.
Ara nağme (3) geçmiş çağlarda ölçek ve güçlü yürütme ihtiyacı
En gevşeğinden başlayıp, giderek buyurma yetkisi daha güçlü olanlarına doğru uzanan yönetim sistemlerinin, ölçekle, yollarla, hareketle, iletişimle, zaman ve mesafe kavramlarıyla ilişkisine, Tarihöncesinden ve İlkçağdan alınmış bazı örneklerle işaret etmeye çalışıyorum. Bu bağlamda, Antik diktatörlük veya imparatorluk kategorilerini de yalnızca (henüz ideolojinin değil hemen sadece koşulların zorladığı) birer güç temerküzü ve güçlü yürütme boyutlarıyla irdeliyorum. Bunun, başkanlık sisteminin neden daha çok Avrupa dışı toplumlarda kendine uygulama alanı bulduğuna biraz olsun ışık tuttuğu kanısındayım.
Ara nağme (intermezzo): Atilla Aytemur’un korrelasyonu sebep-sonuç ilişkisiyle karıştırması
Parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin çoğunda gözlenen göreli refah düzeyi, gelir dağılımının görece âdil ve yoksulluk endekslerinin daha düşük olması, bizatihî parlamenter sistemin sonucu olarak yorumlanabilir mi? Tersten söyleyecek olursak, başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde daha sık ve daha yoğun olarak gözlenen sosyo-ekonomik gerilik, gelir dağılımında daha büyük eşitsizlik ve daha ağır yoksulluk göstergeleri, bizatihî başkanlık sisteminin sonucu olarak yorumlanabilir mi? Tarih ve sosyal bilimler literatüründe böyle bir iddia yok. Aytemur’u argümanı bilimsellik taşımıyor.
Ara nağme (intermezzo): başkanlık tartışmasının neresindeyim?
“Evet” veya “hayır” lehine araçsallaştırılmamış bütün kamuoyu yoklamaları, iki tarafın birbirine çok yakın olmasının yanısıra, ortada (merkezde) yüzde 6’lık bir “kararsız kesim”in yer aldığına işaret ediyor. Bir analize göre, bunların hepsi “hayır” dese sandıktan yüzde 53-47 red, hepsi eşit dağılsa şu veya bu yönde yüzde 1’den az farkla belirlenecek bir sonuç, hepsi “evet” dese yüzde 47-53 kabul çıkabilir. Ben de bu yazıda uzun uzadıya anlattığım nedenlerle, şimdilik bu “kararsızlar” arasındayım. Fakat bu tahlilde biraz olsun gerçek payı varsa, galibiyet halinde bile farkın bu derece az olması (ihtimali), hükümet kanadının üzerinde ciddiyetle düşünmesini gerektiriyor.
Güney Afrika notları (1) “değerler” ve “çıkarlar”
“İnsan yalnız ekmekle yaşamaz” (Man shall not live by bread alone). Matta İncili 4:4’e göre İsa, “Tanrının oğluysan, haydi, şu taşları ekmeğe dönüştür de görelim” diyen şeytana, “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, Tanrının ağzından çıkan her sözle yaşar” diye karşılık vermiş. Burada ekmek maddiyattır, “çıkar”lardır. “Tanrının ağzından çıkan söz” ise kültür, ahlâk, idealler, bağlayıcı davranış kuralları demektir. Kısacası, onsuz yapamıyacağımız “değer”leri simgeler.
Yeni gergedanlar
Güneş’e yayınlattıklarıyla dibe vuran bir bayağılaşma. Yeni Şafak’ta İsmail Kılıçarslan’ın “Çok bunaldık be reis” başlığıyla dile getirdikleri. Benim kendi “Buharin’i anlamak” yazımdaki bir klik, bir çete, sözel bir “cehennem makinesi” tesbiti… Hepsi birleşti ve bana “gergedanlaşmak” hakkında on yıl önce yazdıklarımı çağrıştırdı.
Buharin’i anlamak
Lütfen, elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; bu mudur siyasî mücadele? Gazetecilik bu mudur? Ahlâk bu mudur, namus bu mudur, ilke bu mudur, dürüstlük bu mudur? İnsanlara, Güneş gazetesinin eleştiriyor ve muhalefet ediyor diye Etyen Mahcupyan’a reva gördüğü kadar rastgele, bu kadar bomboş, bu kadar temelsiz bir şekilde kara çalınabilir mi?
“Sözün bittiği yer”
AK Parti tarihteki tartışılmaz yerini askeri-bürokratik vesayet rejimini yıkmaya borçlu. Tek Partinin sürünen mirasına karşı Türkiye’nin gelişen ve serpilen, olgunlaşan demokrasisinin ve demokratik bilincinin simgesi olmuş. Derken bir başkanlık sistemine geçiş tasavvuru çıkmış ortaya. İtirazlar karşısında iş gelmiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iradesine, yanılmazlığına, “organik lider”liğine dayanmış. Bir de üstüne, AKP’nin Adalet Bakanı çıkmış; 2017 Türkiyesine 1921-1924 anayasalarını giydirmeye kalkmış. AKP’nin taslağını “Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir… Siz Atatürk'ün anayasasına karşı çıkıyorsunuz” diye savunmaya koyulmuş.
Kassandra (ya da, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar)
Aiskhylos’un Oresteia üçlemesinin ilk bölümü olan Agamemnon trajedisinde, ünlü bir “cinnet sahnesi” vardır Kassandra’nın. İçerde, hamamda, Klitemnestra (ve Aegisthus) robalara sardıkları Agamemnon’u bıçaklayarak öldürmekte; dışarıda Kassandra da bunu tane tane anlatmakta; ama her iki üç dizede bir araya giren Koro bir türlü olan biteni idrak edememektedir. Derken Agamemnon’un çığlıkları duyulur. Sonra sarayın kapıları açılır. Agamemnon ve Kassandra cansız yatmakta; Klitemnestra üzerlerinde dikilmektedir. “Şimdiye kadar söylediğim her şey zorunluluktandı” diye söze girer.
Marx: bazen devrim (belki), ama bazen de toptan yıkım
Sol barışçı değildi aslında. Kendi içinde, çevresiyle ve insanlıkla ilişkilerinde, varoluş tarzı itibariyle yumuşak bir barış kültürü ve zihniyetine sahip değildi. Sertti, kavgacıydı. Hele Türkiye’de! Enver Gökçe’nin “dost dost ille kavga” dizesi; Yılmaz Güney hayranlığı; en kötü şekliyle Nihat Behram’da tezahür eden, ama aslında bütün bir kuşağın paylaştığı mavzer - çapraz fişeklik - Celali - efe - eşkiya romantizmi, aslında solun ve solcuların ruhundaki barışmazlığı, savaş ve kavga estetiğini oldukça iyi yansıtıyordu.
“Pirus zaferi” (ve Helenistik Çağ üzerine notlar)
Tarihçiler için her şeyin bir başlangıcı, evveliyatı, arkaplanı olmak zorunda. Bu yüzden, her benzetme ve “ders çıkarma” denemesi aynı zamanda başlıbaşına bir öyküye dönüşüyor. Epir’in (Epiros) ve Pirus’un (Pyrrhus) Helenistik Çağdaki serüveni, sadece “kifayetsiz ihtiras”lar, “kırk akıllının çıkaramadığı taşlar” veya “astarı yüzünden pahalı” projeler hakkında bir şeyler söylemekle kalmıyor. Karşılaştırmalı bir tarihsel sosyoloji için, tarihsel akışın değişik ipliklerini birleştirip “büyük resmi” kavramak için de bize önemli malzemeler sunuyor.
Tarih tekerrür etmez; felâket hep farklı kılıklarda çıkagelir
Türkiye’nin iki büyük sosyo-kültürel kesiminin tamamı ve kanaat önderlerinin hepsi değilse de bir bölümü (ve maalesef, özellikle de sosyal medya üzerinden, en çok ve en yüksek sesle konuşanları), en ciddî toplumsal kriz ve “âcil durum” hallerinde bile birbirlerini ötekileştirme ve şeytanlaştırmaya aralıksız devam ediyor. Bazen herkesin azamici, herkesin boyölçüşmeci, herkesin imhacı kesildiği hissine kapılıyorum.
Reina’ya sevinmek
Terörün ideolojisi olmaz olur mu? Bu da bir kaçamak, gerçeklere gözümüzü kapamanın başka bir türü. Tek ve soyut bir “trafik canavarı” olmadığı gibi, tek ve soyut bir “terör” de yok. Her büyük dünya görüşünün kendi marjinal fanatizmleri oluşuyor. Buradan da, farklı ideolojik gerekçelerden motivasyon sağlayan farklı terör akımları türüyor. Genel olarak Marksizm terörist olmayabilir. Ama Marksist terör diye bir şey var kuşkusuz. Kürt milliyetçiliği de bir bütün olarak terörist değil. Ama PKK ve uzantıları tabii ki terörist. İslâmiyet açısından ise, El Kaide, IŞİD, FETÖ, hep gözümüzün önünde. Müslümanlığın ana mecrası, araya nasıl bir sınır çizecek? Burada liderliğe nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Belirsizlik
15 Temmuz’dan bu yana izlenen bazı politikalardaki aşırılıklar, iç kutuplaşmaları tekrar sertleştirmekle kalmadı; Batı’yla ilişkileri de fazlasıyla gerdi ve kötüleştirdi. Buna karşı Türkiye’nin genel tavrı ve mevzilenişi (Karlov suikastinin de etkisiyle) gitgide daha fazla Rusya ile dostluğa bağlandı. Özel olarak Suriye’de, ABD - PYD/YPG ittifakının zıddında bir Rusya - Türkiye ittifakı yükseliyor. Kabul etmek gerekir ki bu, Türkiye’nin (a) III. Selim ve II. Mahmud döneminden; (b) asıl resmî Tanzimattan; (c) Cumhuriyetten ve (d) 1945’ten beri sürdürdüğü “Batılı aidiyet”te, şu kadarıyla dahi önemli bir değişiklik demek. Bu konjonktürde, bir de anayasa değişikliği gündemde.
“Tanrının oyun sahası” (God’s playground)
Son iki yüz yılda Polonya’nın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Dolayısıyla evet, Norman Davies’in 1979’daki yakıştırmasında isabet payı büyük. Peki ya Türkiye? Ortadoğu, Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye? Aşağı yukarı aynı zaman diliminde, buraları da “Tanrıların oyun sahası” ve “oyuncağı”na dönüşmedi mi? Hâlâ da aynı konumda mı, değil mi? Goya’nın Kolossus’u, önüne çıkanı ezerek dolaşmıyor mu etrafımızda?
“Evde tek başıma”
Daha ne kadar giderim bu şekilde? Neredeyse yetmiş yaşımdayım ve realist olmak gerekirse, en fazla beş yıl daha bu tempoda çalışmayı umabilirim. Oysa asıl bitirmek, ortaya çıkarmak istediğim çok başka şeyler var. Bu da bazı şeyleri, belki birçok şeyi bırakmayı zorunlu kılacak.
Trump’ın dış politikası (3) Çin’e ve Putin’e direnecek mi?
ABD’nin tekrar “şahlanması” ne anlama gelebilir? Müttefiksiz yapabilir mi? İçe kapanmak ile sağa sola rastgele kılıç sallamak arasında nerede duracak? Türkiye’yi kollayacak mı gerçekten? Yoksa Ankara’yı Avrasyacılık üzerinden Rusya’nın kucağına mı atacak?
Trump’ın dış politikası (2) belirsizlik ve tuhaflıklar sürüyor
Geçiş sürecinde, ekibini tamamlamakla uğraşan yeni başkan, hemen her noktada acemiliğini belli ediyor. Zizaglar çiziyor, sık sık geri adım atmak zorunda kalıyor.
Trump’ın dış politikası (1) en genel yeryüzü, insanlık ve ideoloji sorunları
ABD’nin “emperyal tavır” diye tek-yanlı bir keyfîlik ve bencilliğe dönmesi, dünya açısından ne gibi sonuçlara yol açar? Ortadoğu’da paradigma değişikliği mümkün mü? Netanyahu neden bu kadar sevinçli? Neo-con ırkçılığı, yabancı düşmanlığı, İslamofobisi özellikle bölgemize nasıl yansıyacak?
Bilinmeyene doğru (4) “o duvar”ın neresinde duracak?
İçeride, oylarını aldığı beyazlar/yoksullar için ne yapacak? Bir yandan Obama’nın sağlık reformunu ya toptan iptal edeceğini, ya da kapsamını daraltacağını açıklamak; diğer yandan, New York’un kendisinin de gittiği en girilmez restoranlarındaki müşterilerin vergilerini azaltacağı müjdesini vermek, olabildiği kadarıyla Amerikan “refah devleti”ni daha nerelere taşıyacak?
Bilinmeyene doğru (3) gelen gideni aratır mı?
Trump ve ekibi, icraatından önce doğrudan doğruya kimliğiyle, Avrupa’nın da bütün ırkçıları, aşırı-milliyetçileri ve yabancı düşmanlarına cesaret verecek; “kendi değerleri”ne düşkün beyaz-Hıristiyan âleminde bir dalga yaratacak. Peki, dış politikada (gerçek veya hayalî) bazı “vaat” ve “fırsat”ları kovalamanın ötesinde, Türkiye’nin temel ahlâkî tavrı ne olacak?
Bilinmeyene doğru (2) şimdi ne yapacak?
Peki, başkanlığı kazandı; bundan sonra ne olabilir? Basına bakıyorum; varsa yoksa Türkiye için ne ifade ettiği (edeceği). Yeryüzünde başka kimse yok mu? İnsanlık bu dar “biz”den mi ibaret? Onun için, sıralamamın özellikle altını çiziyorum: ilk etapta Amerika’yı, sonra dünyayı, sonra Türkiye’yi neler beklemekte?
Bilinmeyene doğru (1) neden ve nasıl kazandı?
Donald Trump’ın beklenmeyen seçim zaferi, sırf kısa vâdeli hınç ve beklentilerle tahlil edilebilir mi? “Halk kazandı” olayın doğru ve yeterli bir özeti mi? Ortada gerçekten sevinilecek bir şey mi var, dünya ve Türkiye için? Önce seçim kampanyasından; ne tür korku ve endişelere seslendiğinden, nasıl bir dalga ve hareket yarattığından başlayalım.
Uncle Orhan, in final memoriam
There he is, on a Wiltshire hillside, probably around the time he retired (punctually on his 65th birthday) back in 1991.