Halil Berktay

Ara nağme (intermezzo): başkanlık tartışmasının neresindeyim?

“Evet” veya “hayır” lehine araçsallaştırılmamış bütün kamuoyu yoklamaları, iki tarafın birbirine çok yakın olmasının yanısıra, ortada (merkezde) yüzde 6’lık bir “kararsız kesim”in yer aldığına işaret ediyor. Bir analize göre, bunların hepsi “hayır” dese sandıktan yüzde 53-47 red, hepsi eşit dağılsa şu veya bu yönde yüzde 1’den az farkla belirlenecek bir sonuç, hepsi “evet” dese yüzde 47-53 kabul çıkabilir. Ben de bu yazıda uzun uzadıya anlattığım nedenlerle, şimdilik bu “kararsızlar” arasındayım. Fakat bu tahlilde biraz olsun gerçek payı varsa, galibiyet halinde bile farkın bu derece az olması (ihtimali), hükümet kanadının üzerinde ciddiyetle düşünmesini gerektiriyor.

Güney Afrika notları (1) “değerler” ve “çıkarlar”

“İnsan yalnız ekmekle yaşamaz” (Man shall not live by bread alone). Matta İncili 4:4’e göre İsa, “Tanrının oğluysan, haydi, şu taşları ekmeğe dönüştür de görelim” diyen şeytana, “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz, Tanrının ağzından çıkan her sözle yaşar” diye karşılık vermiş. Burada ekmek maddiyattır, “çıkar”lardır. “Tanrının ağzından çıkan söz” ise kültür, ahlâk, idealler, bağlayıcı davranış kuralları demektir. Kısacası, onsuz yapamıyacağımız “değer”leri simgeler.

Yeni gergedanlar

Güneş’e yayınlattıklarıyla dibe vuran bir bayağılaşma. Yeni Şafak’ta İsmail Kılıçarslan’ın “Çok bunaldık be reis” başlığıyla dile getirdikleri. Benim kendi “Buharin’i anlamak” yazımdaki bir klik, bir çete, sözel bir “cehennem makinesi” tesbiti… Hepsi birleşti ve bana “gergedanlaşmak” hakkında on yıl önce yazdıklarımı çağrıştırdı.

Buharin’i anlamak

Lütfen, elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; bu mudur siyasî mücadele? Gazetecilik bu mudur? Ahlâk bu mudur, namus bu mudur, ilke bu mudur, dürüstlük bu mudur? İnsanlara, Güneş gazetesinin eleştiriyor ve muhalefet ediyor diye Etyen Mahcupyan’a reva gördüğü kadar rastgele, bu kadar bomboş, bu kadar temelsiz bir şekilde kara çalınabilir mi?

“Sözün bittiği yer”

AK Parti tarihteki tartışılmaz yerini askeri-bürokratik vesayet rejimini yıkmaya borçlu. Tek Partinin sürünen mirasına karşı Türkiye’nin gelişen ve serpilen, olgunlaşan demokrasisinin ve demokratik bilincinin simgesi olmuş. Derken bir başkanlık sistemine geçiş tasavvuru çıkmış ortaya. İtirazlar karşısında iş gelmiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iradesine, yanılmazlığına, “organik lider”liğine dayanmış. Bir de üstüne, AKP’nin Adalet Bakanı çıkmış; 2017 Türkiyesine 1921-1924 anayasalarını giydirmeye kalkmış. AKP’nin taslağını “Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir… Siz Atatürk'ün anayasasına karşı çıkıyorsunuz” diye savunmaya koyulmuş.

Kassandra (ya da, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar)

Aiskhylos’un Oresteia üçlemesinin ilk bölümü olan Agamemnon trajedisinde, ünlü bir “cinnet sahnesi” vardır Kassandra’nın. İçerde, hamamda, Klitemnestra (ve Aegisthus) robalara sardıkları Agamemnon’u bıçaklayarak öldürmekte; dışarıda Kassandra da bunu tane tane anlatmakta; ama her iki üç dizede bir araya giren Koro bir türlü olan biteni idrak edememektedir. Derken Agamemnon’un çığlıkları duyulur. Sonra sarayın kapıları açılır. Agamemnon ve Kassandra cansız yatmakta; Klitemnestra üzerlerinde dikilmektedir. “Şimdiye kadar söylediğim her şey zorunluluktandı” diye söze girer.

Marx: bazen devrim (belki), ama bazen de toptan yıkım

Sol barışçı değildi aslında. Kendi içinde, çevresiyle ve insanlıkla ilişkilerinde, varoluş tarzı itibariyle yumuşak bir barış kültürü ve zihniyetine sahip değildi. Sertti, kavgacıydı. Hele Türkiye’de! Enver Gökçe’nin “dost dost ille kavga” dizesi; Yılmaz Güney hayranlığı; en kötü şekliyle Nihat Behram’da tezahür eden, ama aslında bütün bir kuşağın paylaştığı mavzer - çapraz fişeklik - Celali - efe - eşkiya romantizmi, aslında solun ve solcuların ruhundaki barışmazlığı, savaş ve kavga estetiğini oldukça iyi yansıtıyordu.

“Pirus zaferi” (ve Helenistik Çağ üzerine notlar)

Tarihçiler için her şeyin bir başlangıcı, evveliyatı, arkaplanı olmak zorunda. Bu yüzden, her benzetme ve “ders çıkarma” denemesi aynı zamanda başlıbaşına bir öyküye dönüşüyor. Epir’in (Epiros) ve Pirus’un (Pyrrhus) Helenistik Çağdaki serüveni, sadece “kifayetsiz ihtiras”lar, “kırk akıllının çıkaramadığı taşlar” veya “astarı yüzünden pahalı” projeler hakkında bir şeyler söylemekle kalmıyor. Karşılaştırmalı bir tarihsel sosyoloji için, tarihsel akışın değişik ipliklerini birleştirip “büyük resmi” kavramak için de bize önemli malzemeler sunuyor.

Tarih tekerrür etmez; felâket hep farklı kılıklarda çıkagelir

Türkiye’nin iki büyük sosyo-kültürel kesiminin tamamı ve kanaat önderlerinin hepsi değilse de bir bölümü (ve maalesef, özellikle de sosyal medya üzerinden, en çok ve en yüksek sesle konuşanları), en ciddî toplumsal kriz ve “âcil durum” hallerinde bile birbirlerini ötekileştirme ve şeytanlaştırmaya aralıksız devam ediyor. Bazen herkesin azamici, herkesin boyölçüşmeci, herkesin imhacı kesildiği hissine kapılıyorum.

Reina’ya sevinmek

Terörün ideolojisi olmaz olur mu? Bu da bir kaçamak, gerçeklere gözümüzü kapamanın başka bir türü. Tek ve soyut bir “trafik canavarı” olmadığı gibi, tek ve soyut bir “terör” de yok. Her büyük dünya görüşünün kendi marjinal fanatizmleri oluşuyor. Buradan da, farklı ideolojik gerekçelerden motivasyon sağlayan farklı terör akımları türüyor. Genel olarak Marksizm terörist olmayabilir. Ama Marksist terör diye bir şey var kuşkusuz. Kürt milliyetçiliği de bir bütün olarak terörist değil. Ama PKK ve uzantıları tabii ki terörist. İslâmiyet açısından ise, El Kaide, IŞİD, FETÖ, hep gözümüzün önünde. Müslümanlığın ana mecrası, araya nasıl bir sınır çizecek? Burada liderliğe nasıl bir sorumluluk düşüyor?

Belirsizlik

15 Temmuz’dan bu yana izlenen bazı politikalardaki aşırılıklar, iç kutuplaşmaları tekrar sertleştirmekle kalmadı; Batı’yla ilişkileri de fazlasıyla gerdi ve kötüleştirdi. Buna karşı Türkiye’nin genel tavrı ve mevzilenişi (Karlov suikastinin de etkisiyle) gitgide daha fazla Rusya ile dostluğa bağlandı. Özel olarak Suriye’de, ABD - PYD/YPG ittifakının zıddında bir Rusya - Türkiye ittifakı yükseliyor. Kabul etmek gerekir ki bu, Türkiye’nin (a) III. Selim ve II. Mahmud döneminden; (b) asıl resmî Tanzimattan; (c) Cumhuriyetten ve (d) 1945’ten beri sürdürdüğü “Batılı aidiyet”te, şu kadarıyla dahi önemli bir değişiklik demek. Bu konjonktürde, bir de anayasa değişikliği gündemde.

“Tanrının oyun sahası” (God’s playground)

Son iki yüz yılda Polonya’nın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Dolayısıyla evet, Norman Davies’in 1979’daki yakıştırmasında isabet payı büyük. Peki ya Türkiye? Ortadoğu, Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye? Aşağı yukarı aynı zaman diliminde, buraları da “Tanrıların oyun sahası” ve “oyuncağı”na dönüşmedi mi? Hâlâ da aynı konumda mı, değil mi? Goya’nın Kolossus’u, önüne çıkanı ezerek dolaşmıyor mu etrafımızda?

“Evde tek başıma”

Daha ne kadar giderim bu şekilde? Neredeyse yetmiş yaşımdayım ve realist olmak gerekirse, en fazla beş yıl daha bu tempoda çalışmayı umabilirim. Oysa asıl bitirmek, ortaya çıkarmak istediğim çok başka şeyler var. Bu da bazı şeyleri, belki birçok şeyi bırakmayı zorunlu kılacak.

Trump’ın dış politikası (3) Çin’e ve Putin’e direnecek mi?

ABD’nin tekrar “şahlanması” ne anlama gelebilir? Müttefiksiz yapabilir mi? İçe kapanmak ile sağa sola rastgele kılıç sallamak arasında nerede duracak? Türkiye’yi kollayacak mı gerçekten? Yoksa Ankara’yı Avrasyacılık üzerinden Rusya’nın kucağına mı atacak?

Trump’ın dış politikası (2) belirsizlik ve tuhaflıklar sürüyor

Geçiş sürecinde, ekibini tamamlamakla uğraşan yeni başkan, hemen her noktada acemiliğini belli ediyor. Zizaglar çiziyor, sık sık geri adım atmak zorunda kalıyor.

Trump’ın dış politikası (1) en genel yeryüzü, insanlık ve ideoloji sorunları

ABD’nin “emperyal tavır” diye tek-yanlı bir keyfîlik ve bencilliğe dönmesi, dünya açısından ne gibi sonuçlara yol açar? Ortadoğu’da paradigma değişikliği mümkün mü? Netanyahu neden bu kadar sevinçli? Neo-con ırkçılığı, yabancı düşmanlığı, İslamofobisi özellikle bölgemize nasıl yansıyacak?

Bilinmeyene doğru (4) “o duvar”ın neresinde duracak?

İçeride, oylarını aldığı beyazlar/yoksullar için ne yapacak? Bir yandan Obama’nın sağlık reformunu ya toptan iptal edeceğini, ya da kapsamını daraltacağını açıklamak; diğer yandan, New York’un kendisinin de gittiği en girilmez restoranlarındaki müşterilerin vergilerini azaltacağı müjdesini vermek, olabildiği kadarıyla Amerikan “refah devleti”ni daha nerelere taşıyacak?

Bilinmeyene doğru (3) gelen gideni aratır mı?

Trump ve ekibi, icraatından önce doğrudan doğruya kimliğiyle, Avrupa’nın da bütün ırkçıları, aşırı-milliyetçileri ve yabancı düşmanlarına cesaret verecek; “kendi değerleri”ne düşkün beyaz-Hıristiyan âleminde bir dalga yaratacak. Peki, dış politikada (gerçek veya hayalî) bazı “vaat” ve “fırsat”ları kovalamanın ötesinde, Türkiye’nin temel ahlâkî tavrı ne olacak?

Bilinmeyene doğru (2) şimdi ne yapacak?

Peki, başkanlığı kazandı; bundan sonra ne olabilir? Basına bakıyorum; varsa yoksa Türkiye için ne ifade ettiği (edeceği). Yeryüzünde başka kimse yok mu? İnsanlık bu dar “biz”den mi ibaret? Onun için, sıralamamın özellikle altını çiziyorum: ilk etapta Amerika’yı, sonra dünyayı, sonra Türkiye’yi neler beklemekte?

Bilinmeyene doğru (1) neden ve nasıl kazandı?

Donald Trump’ın beklenmeyen seçim zaferi, sırf kısa vâdeli hınç ve beklentilerle tahlil edilebilir mi? “Halk kazandı” olayın doğru ve yeterli bir özeti mi? Ortada gerçekten sevinilecek bir şey mi var, dünya ve Türkiye için? Önce seçim kampanyasından; ne tür korku ve endişelere seslendiğinden, nasıl bir dalga ve hareket yarattığından başlayalım.

Uncle Orhan, in final memoriam

There he is, on a Wiltshire hillside, probably around the time he retired (punctually on his 65th birthday) back in 1991.

Mağduriyet ve spor

Gerçekle ilişkimizi sorgulamaya devam edeceğim. Zaten güncel siyaset de bunu zorunlu kılıyor. Örneğin son günlerde iktidarın uygulamalarına yönelik eleştiriler giderek artmakta. (1) Diyarbakır belediyesi eşbaşkanlarının tutuklanmasına (ve sonra yerlerine kayyum atanmasına); (2) idam cezasının geri getirilmesi talebinin tırmandırılmasına; (3) rektör seçimlerinin kaldırılmasına; (4) Cumhuriyet gazetesi baskınına; (5) AKP’nin, anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilemezliğini kabul noktasına gelmesine... ben de karşıyım. Ama önce, hepsinden ayrı gibi duran küçük bir olay var, görünüşte sporla ilgili. Atlarsam unutulacak. Değinmeden geçmek istemiyorum.

(4) Kant’ı hangi köyden kovdular?

Parantez parantezi açıyor. Çok alelâde bir noktadan, Hurşit Külter olayından yola çıkarak, sol neden yalan söyler diye sormuştum. Düşündükçe, konu genel olarak siyasette neden yalan söylenir (ve kabul edilir, normal sayılır, vicdan azabına yol açmaz); derken, her boyutuyla bizim kültürümüzde neden yalan söylenir (ve keza, vaka-yı âdiyeden addedilir) gibi boyutlara doğru genişleme istidadı gösteriyor. Bir veya iki sonraki yazımın başlığını, kafamda şimdiden “19. yüzyılın üç büyük ideolojisinde gerçek sorunsalı” koydum. Ama artık üç sonra mı, beş sonra mı, bilemeyecek durumdayım.

(3) “Gerçeğe mecbur” olup olmamak

Mecbur edilmek. Kendini mecbur hissetmek. Şairler daha çok aşk bağlamında söz eder bu kadar güçlü bir duygudan. Fakat hayatımızda sevgililer dışında başka bir şeye, meselâ gerçeğe de, yüksek sesle beyan etmekten bu kadar hoşlandığımız bir bağlılığımız, adanmışlığımız, mecburiyetimiz var mı acaba?

Siyaset ve ahlâk (2) İdeoloji, politika ve birey ayırımları

İdeoloji ile siyaset aynı şey değildir. Birinden diğerine ancak çeşitli kademeler ve çoklu belirlenimlerle gidilebilir. Az veya çok teorileştirilmiş ideolojiler örtüşüp kesişerek siyaset sahnesine taşınır. Hemen bütün modern ideolojiler eklektiktir; rakiplerinden etkilenir; lâfzen yekdiğerini kesinlikle reddederken dahi onların çeşitli parçacıklarını kendi içine alır. Reel hayatta hemen hiçbir ideoloji öyle “saf” şekliyle yer almaz. Faraza (X) ideolojisi illâ gidip kendisine bire bir tekabül eden (X) partisine hayat vermez. Doğadaki mineraller gibi, her türlü siyasal aktör de toz toprakla, başka cevher ve alaşımlarla, oksidasyon ve amalgamlarla, cüruf, posa ve yığışımlarla birlikte çıkagelir.

Orhan Berktay (1926-2016)

Bir zamanlar dört erkek kardeş vardı. 1896-1900 Girit ayaklanması ve artçı şoklarından kaçıp İzmir’e yerleşen bir ailenin, Türkiye’de doğup büyüyen ikinci kuşağıydılar. Sırasıyla 1921, 1923, 1926 ve 1931’de dünyaya geldiler. Yukarıdaki fotoğraf 1945’te, en geç 46’da çekilmiş olmalı. Önde anneleri. Arka ortadaki Erdoğan belki 24-25, arka sağdaki Alparslan 22-23, onun önündeki İlhan ancak 14-15. Arka soldaki ise 19-20 yaşlarındaki haliyle Orhan. Bir bakıma diğerlerinden en farklı, daha atipik, kendine özgü olanıydı.

Siyaset ve ahlâk (1) Külter’in düşündürdükleri

PKK, BDP veya HDP liderlerini uzun süre izlediğimde, hangi durumlarda ne yapacaklarını, ne diyeceklerini, herhangi bir köşeye sıkışmışlarsa oradan nasıl çıkmaya kalkışacaklarını, bir Kürt davranış modeli değil solcu-komünist-Stalinist bir davranış modeli temelinde öngörebildiğimi; (geldikleri noktada) siyasî çizgi ve manevralarının artık Kürtçülükle değil Stalinizmle açıklanabilir olduğunu algıladım. Bu da beni sol/cular neden yalan söyler sorusuna götürüyor. Ne oldu da, giderek küçülüp daralan bir solun tuzlu bataklıklarında, en çok da PKK, HDP ve onlara hâlâ sempatiyle bakan kesimlerde, yalan kronik ve endemik bir hal aldı?

“Devrim sonrası”na örnekler (2) Mustafa Kemal ve Çanakkale

Âkif için, biz bizizdir, düşman da düşman: gösterdikleri vahşetle kendilerine derhal işte bakın, Avrupalılar dedirten yırtıcılardır, sırtlan sürüleridir. İster Garp, ister yirminci asır, ister medeniyyet -- hepsi aldatıcıdır. Onlarla olan karmaşık aşk-nefret ilişkimizden vazgeçmemiz, aşkı reddetmemiz ve sadece nefreti alıkoymamız gerekir. Mustafa Kemal’de ise ne düşman var, ne istilâ ve işgal. Hepsi gitmiş, ölümün birleştirdikleri kalmış. Haklı-haksız savaş gitmiş, anaların ortak acıları kalmış. Milliyetçilik gitmiş, evrenselcilik kalmış. Öfke ve intikam gitmiş, barış ve barışma kalmış.

Tarihten “devrim sonrası” örnekleri (1) Abraham Lincoln ve Amerikan İç Savaşının sonu

Tarihsel bağlamlar elbette çok değişik. Türkiye örneğinde, darbecilere ve mevkiini-görevini kötüye kullanarak suç işlediği tesbit edilen herkese karşı, hatırı sayılır bir cezalandırma kaçınılmaz. Mutlak surette gerekli. Ama bütün bu farklarla birlikte, bu cezalandırmaya ve sonrasına hangi ruhla yaklaşılacağı açısından, Lincoln’ın sonsuza dek kin gütmeyen, intikam peşinde koşmayan bilgeliği ve cömertliği de büyük önem taşıyor.

“Devrim sonrası durum”da, AK Parti’yi rayından çıkarıp ulusalcılığa çekme arayışları

1908’den bu yana tarihsel saflaşma hep liberaller ile dindar muhafazakârların ittifakı, İttihatçı-Kemalist jakobenizmin ve Marksist solun ise “komprador burjuvazi artı yarı-feodal gericilik” diye karaladıkları bu bloka saldırısı yönünde gelişti. Öyleyse, şimdi bu yeni liberalizm düşmanlığı neyin peşinde koşmakta? AK Parti’nin gerçek tabanına, hangi sahte projeyi yutturarak kendi tarihini unutturmaya kalkıyor? Son tahlilde bu, AK Parti saflarına sızmaya çalışan bir ulusalcılık. 15 Temmuz’un yarattığı endişelerden yararlanarak ulusalcılığın itibarını iade etme, AK Parti’yi gerisin geri ulusalcı militarizm saflarına çekme, ulusalcılıkla sarıp sarmalama, esir alma çabası.