Ana SayfaYazarlarTrump’ın dış politikası (3) Çin’e ve Putin’e direnecek mi?

Trump’ın dış politikası (3) Çin’e ve Putin’e direnecek mi?

 

[6 Aralık 2016] Seçilmesinden bir ay sonra, Trump’ın gerek Doğu Asya, gerekse Avrupa ve NATO sorunlarına bakışına, hâlâ esas olarak belirsizlik hâkim. Ancak geleneksel müttefiklerini ne haliniz varsa görün dercesine kendi hallerine terkedebileceği yolunda işaretler mevcut ve bunun da ardında varsa yoksa ABD diye özetlenebilecek bir tavır yatıyor.

 

23 Kasım’daki Trump’ın dış politikası (1) yazımın sonlarında işaret ettiğim gibi, yeni Beyaz Saray’ın örneğin Birleşmiş Milletlere bütün insanlık için iyi ve yararlı bir kurum, bütün eksikleriyle birlikte olmazsa olmaz bir “dünya hükümeti” denemesi değil de sırf Amerika’nın çıkarlarına ne kadar hizmet edip etmediği (yani aslında yeterince hizmet etmediği) açısından bakması ve dolayısıyla gayet müstağni, son derece yukarıdan bir tavır alması pekâlâ mümkün. 1945’ten bu yana Amerika, bencillik ile kısmî göreli bir altruizmi (diğergâmlığı) yanyana götürebildi diyelim. Sörmürgesizleşme sürecinde 150 kadar yeni bağımsız ülkenin katılımıyla BM’nin giderek daha demokratikleşmesine de tahammül edebildi, bir yere kadar. Bütünsel ağırlığına, en azından Batı’nın lideri olmasına, bir de Güvenlik Konseyi’ndeki ayrıcalıklı konumuna sarılarak yeni durumlara adapte oldu. Ama özellikle komünizmin çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeni bir neo-con küstahlığını besledi. Reagan ve George “W” Bush yönetimleriyle ABD küçük dağları ben yarattım havalarına girdi. Şimdi, olanca kişisel kabalığı ve hoyratlığıyla Donald Trump, dünyaya metelik vermeme tavrını sürdürmeye aday. Bırakalım, “Beş”lerin hegemonik konumunu esnetip daha geniş bir yetki paylaşımı yaratmayı. Tam tersine, “Beş”in yerini “Tek ve Bir” alsa memnun olacak gibi. Trump’ın sınırlı bir altruizme ve filantropizme (hayırseverliğe) yabancılığında, herhalde dar ve katı iş adamı mentalitesinin de payı büyük. Uluslararası siyaseti aynen kapitalist girişimcilik örneği üzerinden düşünüyor gibi. O yüzden, BM’ye de NATO’ya da parayı veren düdüğü çalar (çalmalı) diye bakıyor. Özetle, madem bütçelerinin büyük kısmını “biz” karşılıyoruz, şimdikinden de mutlak surette “bizim” dediğimiz dedik olmalı.      

 

Amerika sırf kendi başına “bütün cihana bedel” kabul edilebilir mi? “Sert” neo-con Cumhuriyetçiliği “yumuşak” Demokratların kaybettiklerini bu tür bir “şahlanış”la mı geri getirecek? Çok şüpheli. Gelişen ve çoğalan, çoklaşan yeryüzünde, kimse, ama kimse, çok sayıda ortak bulmadan global iddiasını sürdüremez. Kaldı ki ABD’nin karşısında iki büyük güç daha var. Uzak Doğu’da ve Pasifik’te Çin hızla yükseliyor. Şimdiden dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Askerî yatırımları da muazzam. Marksizm-Leninizm, işçi sınıfı, ezilenlerin kurtuluşu vb artık hikâye. Esas olan, “Büyük Çin” milliyetçiliği. Öyle bir milliyetçilik ki, hemen bütün komşuları aleyhine  teritoryal iddialarda bulunabiliyor. 19. yüzyılın sonlarında, hızla modernleşen Japonya kendini Beyaz Adama karşı “sarı ırk” mensubiyeti üzerinden Asya halklarının koruyucusu gibi sunmuş; zamanla emperyalist özlemlerine bir “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Bölgesi” (Greater East Asia Co-Prosperity Sphere) kılıfı geçirmiş ve bu yayılmacı projeyle İkinci Dünya Savaşına uzanmıştı. Şimdi benzer bir role Çin soyunuyor ve özellikle Güney Çin Denizi’ndeki çeşitli takımadalara ilişkin iddialarıyla olsun, Uluslararası Deniz Hukuku’nu koruma ve kollamakla görevli Daimî Hakemlik Mahkemesi’ni tanımamasıyla olsun, Japonya, Filipinler, Vietnam ve Malezya gibi bütün komşularında endişe uyandırıyor. Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da Rusya, Çin’le mukayese edilebilir bir ekonomik ve teknolojik dinamizme sahip değil. Ama Sovyetler Birliği’nin çökmesinin yarattığı dağınıklığı aşmayı başardı ve dip noktadan çıkışa geçti. Keza, Çin gibi bir tek-parti rejimi değilse de, Putin’in şahsında çok otoriter bir yönetime sahip. Sert, soğuk, katı ve karanlık bir adam. KGB’den başlayan iktidar yolunun sağı solu esrarengiz cinayetlerle, kim vurduya gitmiş muhalif ve gazetecilerle kaplı. Ve bu yönetim de ideolojik meşruiyetini bu sefer Büyük Rus milliyetçiliğini alabildiğine pompalamaktan alıyor; uyuşmuş adelelerini geriyor; Çarların ve Sovyetlerin en kötü mirasına sahip çıkıyor; silâh gücüne dayanarak, kendi sınırlarının çok ötesinde (Suriye’de olduğu gibi) cüretkâr müdahalelere girişiyor. 

 

Denebilir ki Obama yönetimi özellikle Rusya karşısında paralize oldu; Ukrayna’nın üçte birinin doğu yönünden işgali ve özellikle Kırım’a (bütün Karadeniz limanları ve donanma üsleriyle birlikte) zorla el konması ânından itibaren, Putin’ın tırmanan agresifliğini nasıl durduracağını bilemedi; giderek büyüyen bu çaresizlik Suriye’de iyice garip ve vahim boyutlara ulaştı… İyi de, şimdi Obama’nın yerine geçmeye hazırlanan Donald Trump nasıl bir çizgi izleyecek, Avrupa ve Ortadoğu’da Rusya, Doğu Asya’da Çin karşısında? Seçim kampanyası sırasında Trump, özel olarak NATO’nun artık “miadını doldurmuş” (obsolete) olduğunu öne sürmüş; hele teşkilâta olan borçlarını ödememiş bir ülke saldırıya uğrarsa, yardımına koşup koşmamayı iki kere düşüneceğini beyan etmişti (hep o Vakvak Dede — Uncle Scrooge — misali cimri iş adamı kafası). Rusya’nın giderek artan bir tehdit olarak algılandığı koşullarda, Trump’ın Putin’i ne kadar beğendiğine ilişkin konuşmalarının (ve Putin’in, Trump’ın NATO kuvvetlerini Rusya çevresinden çekebileceğine ilişkin beklentilerinin) üzerine bir de bu sözler, Avrupa çapında kaygılara yol açmış; seçim sonuçlarının belli olmasından beş gün sonra, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Trump’ı Batı’nın bir kuşaktır en büyük güvenlik sorunlarıyla yüzyüze olduğu ve “herkesin kendi başının çaresine bakması”nın (going it alone) Avrupa için de, ABD için de ciddi bir opsiyon olmadığı noktalarında uyarmak gereğini duymuştu (BBC, 13 Kasım 2016). İş bununla bitmiyor, zira Trump gene seçim kampanyası sırasında “bazı ülkelerin bizim [ABD’nin] nükleer şemsiyemiz altından çıkarılabileceği”nden de dem vurmuş; bu bağlamda özellikle Japoınya ve Güney Kore’ye işaret etmişti. Bu tür demeçlerden dehşete kapıldıkları için Hillary Clinton’ı desteklemeyi tercih eden kıdemli bazı Cumhuriyetçiler, şimdi umutlarını, Ulusal Güvenlik Konseyi’nin daha tecrübeli mensuplarının Trump’ın aklını başına getirmesine bağlıyorlar (New York Times, 12 Kasım 2016).

          

Evet, bütün bu veriler ışığında Trump nasıl yaklaşacak önündeki en büyük dünya sorunlarına? Bir türlü aşılamayan ekonomik bunalıma karşı izlemeye söz verdiği himayeci, içe kapanmacı, yerli istihdamı arttırmaya yönelik, bu uğurda uluslararası serbest ticaret anlaşmalarını feshetmekten dahi çekinmeyeceğe benzeyen neo-merkantilist çizgi, şimdiden Senato’da “kendi” partisinin artan muhalefetini tahrik ediyor (“kendi” sözcüğünü tırnak içine aldım, çünkü olanca popülist demagogluğuyla Trump’ın tam ne kadar Cumhuriyetçi olduğu ayrı bir tartışma konusu). Bu engelleri aşıp aşamıyacağı bir yana, belki şu daha da önemli: bu görece izolasyonist (infiratçı) paradigma, dış ekonomik ilişkiler alanından doğrudan doğruya dış politikaya da mı yansıyacak? Dolayısıyla Çin ve Rusya ile boyölçüşmekten vazgeçip üçlü bir “ortak yönetim”i, bir tür condominium’u mu benimseyecek Trump? İki dünya savaşı arasındaki yıllarda İngiltere ve Fransa’nın Faşizm ve Nazizm karşısında kapıldıkları “yatıştırmacılık” (appeasement) hayalinin bir benzerine mi kapılacak? Yoksa direnecek mi, hem Pasifik’te, hem Ortadoğu’da, hem Avrupa’da? Diyelim ki tekrar “şahlandırdı” Amerika’yı; kime sallayacak kılıcını, küçük ülkelere mi, bugünün tırmanan süper devletlerine mi? 1938’de Munich Konferansında Çekoslovakya’yı Hitler’e satmaktan utanmayan Chamberlain ve Daladier’lerin yolunu mu, 1940-41’den itibaren Büyük İttifakın (The Grand Alliance) zaferine önderlik eden Roosevelt ve Churchill’lerin yolunu mu izleyecek?  

 

Kuşkusuz burada Türkiye için de ciddî bir problem söz konusu. ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin bütün haksız tavır ve uygulamalarına karşı, son zamanlarda ne idüğü belirsiz bir Avrasyacılık hülyasınca alternatif gösterilen Şanghay Beşlisi’nin başını, yukarıda anahatlarıyla anlatmaya çalıştığım türden bir Çin ve bir Rusya çekmekte. Dolarsız ticaret olsun varsın, ama ondan ötesini ummayalım. Trump’a gelince… Faraza 2018’deki yeni bir Ortadoğu “Münih”inde bu sefer Türkiye’yi Putin’e satmasın, yeter.

- Advertisment -