Halil Berktay

Mağduriyet ve spor

Gerçekle ilişkimizi sorgulamaya devam edeceğim. Zaten güncel siyaset de bunu zorunlu kılıyor. Örneğin son günlerde iktidarın uygulamalarına yönelik eleştiriler giderek artmakta. (1) Diyarbakır belediyesi eşbaşkanlarının tutuklanmasına (ve sonra yerlerine kayyum atanmasına); (2) idam cezasının geri getirilmesi talebinin tırmandırılmasına; (3) rektör seçimlerinin kaldırılmasına; (4) Cumhuriyet gazetesi baskınına; (5) AKP’nin, anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilemezliğini kabul noktasına gelmesine... ben de karşıyım. Ama önce, hepsinden ayrı gibi duran küçük bir olay var, görünüşte sporla ilgili. Atlarsam unutulacak. Değinmeden geçmek istemiyorum.

(4) Kant’ı hangi köyden kovdular?

Parantez parantezi açıyor. Çok alelâde bir noktadan, Hurşit Külter olayından yola çıkarak, sol neden yalan söyler diye sormuştum. Düşündükçe, konu genel olarak siyasette neden yalan söylenir (ve kabul edilir, normal sayılır, vicdan azabına yol açmaz); derken, her boyutuyla bizim kültürümüzde neden yalan söylenir (ve keza, vaka-yı âdiyeden addedilir) gibi boyutlara doğru genişleme istidadı gösteriyor. Bir veya iki sonraki yazımın başlığını, kafamda şimdiden “19. yüzyılın üç büyük ideolojisinde gerçek sorunsalı” koydum. Ama artık üç sonra mı, beş sonra mı, bilemeyecek durumdayım.

(3) “Gerçeğe mecbur” olup olmamak

Mecbur edilmek. Kendini mecbur hissetmek. Şairler daha çok aşk bağlamında söz eder bu kadar güçlü bir duygudan. Fakat hayatımızda sevgililer dışında başka bir şeye, meselâ gerçeğe de, yüksek sesle beyan etmekten bu kadar hoşlandığımız bir bağlılığımız, adanmışlığımız, mecburiyetimiz var mı acaba?

Siyaset ve ahlâk (2) İdeoloji, politika ve birey ayırımları

İdeoloji ile siyaset aynı şey değildir. Birinden diğerine ancak çeşitli kademeler ve çoklu belirlenimlerle gidilebilir. Az veya çok teorileştirilmiş ideolojiler örtüşüp kesişerek siyaset sahnesine taşınır. Hemen bütün modern ideolojiler eklektiktir; rakiplerinden etkilenir; lâfzen yekdiğerini kesinlikle reddederken dahi onların çeşitli parçacıklarını kendi içine alır. Reel hayatta hemen hiçbir ideoloji öyle “saf” şekliyle yer almaz. Faraza (X) ideolojisi illâ gidip kendisine bire bir tekabül eden (X) partisine hayat vermez. Doğadaki mineraller gibi, her türlü siyasal aktör de toz toprakla, başka cevher ve alaşımlarla, oksidasyon ve amalgamlarla, cüruf, posa ve yığışımlarla birlikte çıkagelir.

Orhan Berktay (1926-2016)

Bir zamanlar dört erkek kardeş vardı. 1896-1900 Girit ayaklanması ve artçı şoklarından kaçıp İzmir’e yerleşen bir ailenin, Türkiye’de doğup büyüyen ikinci kuşağıydılar. Sırasıyla 1921, 1923, 1926 ve 1931’de dünyaya geldiler. Yukarıdaki fotoğraf 1945’te, en geç 46’da çekilmiş olmalı. Önde anneleri. Arka ortadaki Erdoğan belki 24-25, arka sağdaki Alparslan 22-23, onun önündeki İlhan ancak 14-15. Arka soldaki ise 19-20 yaşlarındaki haliyle Orhan. Bir bakıma diğerlerinden en farklı, daha atipik, kendine özgü olanıydı.

Siyaset ve ahlâk (1) Külter’in düşündürdükleri

PKK, BDP veya HDP liderlerini uzun süre izlediğimde, hangi durumlarda ne yapacaklarını, ne diyeceklerini, herhangi bir köşeye sıkışmışlarsa oradan nasıl çıkmaya kalkışacaklarını, bir Kürt davranış modeli değil solcu-komünist-Stalinist bir davranış modeli temelinde öngörebildiğimi; (geldikleri noktada) siyasî çizgi ve manevralarının artık Kürtçülükle değil Stalinizmle açıklanabilir olduğunu algıladım. Bu da beni sol/cular neden yalan söyler sorusuna götürüyor. Ne oldu da, giderek küçülüp daralan bir solun tuzlu bataklıklarında, en çok da PKK, HDP ve onlara hâlâ sempatiyle bakan kesimlerde, yalan kronik ve endemik bir hal aldı?

“Devrim sonrası”na örnekler (2) Mustafa Kemal ve Çanakkale

Âkif için, biz bizizdir, düşman da düşman: gösterdikleri vahşetle kendilerine derhal işte bakın, Avrupalılar dedirten yırtıcılardır, sırtlan sürüleridir. İster Garp, ister yirminci asır, ister medeniyyet -- hepsi aldatıcıdır. Onlarla olan karmaşık aşk-nefret ilişkimizden vazgeçmemiz, aşkı reddetmemiz ve sadece nefreti alıkoymamız gerekir. Mustafa Kemal’de ise ne düşman var, ne istilâ ve işgal. Hepsi gitmiş, ölümün birleştirdikleri kalmış. Haklı-haksız savaş gitmiş, anaların ortak acıları kalmış. Milliyetçilik gitmiş, evrenselcilik kalmış. Öfke ve intikam gitmiş, barış ve barışma kalmış.

Tarihten “devrim sonrası” örnekleri (1) Abraham Lincoln ve Amerikan İç Savaşının sonu

Tarihsel bağlamlar elbette çok değişik. Türkiye örneğinde, darbecilere ve mevkiini-görevini kötüye kullanarak suç işlediği tesbit edilen herkese karşı, hatırı sayılır bir cezalandırma kaçınılmaz. Mutlak surette gerekli. Ama bütün bu farklarla birlikte, bu cezalandırmaya ve sonrasına hangi ruhla yaklaşılacağı açısından, Lincoln’ın sonsuza dek kin gütmeyen, intikam peşinde koşmayan bilgeliği ve cömertliği de büyük önem taşıyor.

“Devrim sonrası durum”da, AK Parti’yi rayından çıkarıp ulusalcılığa çekme arayışları

1908’den bu yana tarihsel saflaşma hep liberaller ile dindar muhafazakârların ittifakı, İttihatçı-Kemalist jakobenizmin ve Marksist solun ise “komprador burjuvazi artı yarı-feodal gericilik” diye karaladıkları bu bloka saldırısı yönünde gelişti. Öyleyse, şimdi bu yeni liberalizm düşmanlığı neyin peşinde koşmakta? AK Parti’nin gerçek tabanına, hangi sahte projeyi yutturarak kendi tarihini unutturmaya kalkıyor? Son tahlilde bu, AK Parti saflarına sızmaya çalışan bir ulusalcılık. 15 Temmuz’un yarattığı endişelerden yararlanarak ulusalcılığın itibarını iade etme, AK Parti’yi gerisin geri ulusalcı militarizm saflarına çekme, ulusalcılıkla sarıp sarmalama, esir alma çabası.

Öküzün (pardon, üçüncü köprünün) altında buzağı aramak

  Tam elli gün önceki, görece küçük bir olaydan söz edeceğim. O zaman da garipsemiştim. Allah allah, demiştim, ne demek oluyor, BBC’nin şimdi, bu...

Tekrar Kürt sorunu (3) “Silâhların Tahtı”nın Türkiye’ye söyleyeceği bir şey var mı?

Mozambik gibi bizde de, boyundan büyük kalaşnikovlar taşıyıp hendek ve barikatlarda savaşan bütün o Kürt çocukları, ergenleri ve gençlerinin, ya da yıllarını dağda geçiren gerillaların ellerinden o “ölüm araçları” nasıl alınacak ve “onlara üretken bir hayat kurma fırsatı tanımak” hangi anlayışlarla mümkün olacak? “Guevara kültü”nün şairaneliğini çoktan yitirmiş o kötü silâh fetişizmi, yerini ne zaman barış sevgisine bırakacak? Biz de diyebilecek miyiz: Getir silâhını, al üretim araçlarını? Mozambik’in Hıristiyan din adamlarının “barış için sanat” çağrısı, Türkiye’nin Müslüman din adamlarından da gelecek mi? Kester muadili Türk ve Kürt sanatçılar çıkacak mı, buna kulak verip, Kürt Savaşımızın somut yerelliğini evrenselliğe taşıyan? Yoksa Silâhların Tahtı’nda hep savaş ağaları mı oturacak?

Karışık düşünceler (2) Tarih, sanat ve edebiyatta Kürt savaşı?

Tümüyle dışarıdan, uzaydan, Merih’ten gelme bir romancı veya rejisörsünüz. Hasbelkader, asıl gezegeninizden bir proje yılı izni alıp kazara bu ülkeye düşmüşsünüz. Ya hacimli bir roman, ya uzun metrajlı bir film üretmekle yükümlüsünüz. Bir koşul var: postmodern olmayacak; hattâ Latin Amerika tarzı “sihirli gerçekçilik” dahi olmayacak. Düpedüz 19.-20. yüzyıl Realizminin (veya 1945 sonrası İtalyan Neo-realizminin) klasik ölçüleriyle çalışacaksınız, Balzac, Tolstoy, Stendhal, Zola, Şolohov, Ehrenburg, Visconti veya Rossellini gibi. Ne çıkartırdınız Türkiye’nin 1980’den bu yana bütün yaşadıklarından? Sırf giriftlik, zenginlik, renklilik ve karmaşıklık olarak düşünün; şu Kürt Savaşının otuz küsur yılı, size malzeme olarak inanılmaz bir çelişkiler yumağı sunuyor.

İmralı’ya giden yolda (1) Kameranın son iki yılda yakaladıkları

Sonuna yaklaşıyor olabilir miyiz, bu kırk yıllık silâhlı mücadele serüveninin? Öcalan’ın kardeşiyle yapacağı Kurban Bayramı görüşmesini beklerken, 2014 sonlarından beri yaşananlar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. “Kibirdir, yorulup yollarda kalan.” PKK’nın Kürtleri ve Kürt Hareketini 7 Haziran’dan alıp nereye getirdiğini, belki en iyi bu vecize anlatıyor. Süreci ve özellikle son aylarını, çeşitli Serbestiyet yazılarını da katarak özetlemeye çalıştım.

Soykırım tartışması (2) Solcuların yeni dâvâlar arayışı

Şimdi herşey aynen güneydoğuda oluyor -- buydu söyledikleri. 1-2-3-4 Ekim 2015’ti, yani geçen sonbahardı. PKK hendekli-barikatlı ilçe merkezi işgallerini gerçekleştiriyor, güvenlik güçleri de bu işgalleri kaldırmak için sokak sokak, ev ev savaşıyor, WATS IX kulislerinde ise aynen 1915 diyordu bazı genç solcu akademikler: O zaman Ermenileri öldürüyor ve sürüyorlardı, şimdi ise Kürtleri. Bu bindirme ve örtüştürme yoluyla, akıllarınca farklı savaş cephelerini birleştirip konsolide eder ve “bütün düşmanlık yollarını AKP’ye çıkarır”ken, özgüllüklerini yoketmek suretiyle ne Kürt sorununa, ne Ermeni soykırımı tartışmalarına verebilecekleri zararı algılıyorlardı.

Bir ek daha: 89-90’da da mı sokağa çıkmazdık, Doğu Avrupa demokratikleşirken?

Milyonlar sokağa dökülür, Kadife Devrimler gerçekleşirken, “neden sokağa çıkmadım, çünkü haç taşıyor ve dua ediyorlardı, benim onların arasında ne yerim vardı [ve demek ki Kilisenin güçlü olduğu sağcı düzenler gelecekti]” diyenler olmuş mudur Prag’da, Varşova’da, Budapeşte’de? Bizler orada olsak, Katolikliğin bu sembollerinden, Müslümanlıktan korktuğumuz kadar korkacak ve tiksinecek miydik?

Ek’in eki: Murat neden sokağa çıkamamış?

Bu yazının ilk bölümlerinde, kâh Marksizmin kitle mücadelelerine bakışına dair söylediklerimin, kâh sloganların belirli kültür matrislerinden fışkırmasına ilişkin gözlemlerimin, kâh bizzat Murat Belge’nin Türkiye’yi bölen kültürel fay hattını aşma çabaları hakkında hatırlattıklarımın, kâh çeşitli 15 Temmuz yazılarından (Cemil Koçak’tan, Ertuğrul Başer’den ve kendimden) yaptığım alıntıların… Murat’ın tekbir getirenler arasında yerinin olmadığı açıklamasına yeterli eleştiri getirdiği kanısındayım.

Soykırım tartışmasına ek (1) Devrimin yuttuğu alanlar

Bir, sonunda her şeyi çözecek olan devrim ve sosyalizm mecrası vardı, bir de bütün diğer şikâyetler, spesifik eşitsizlik ve haksızlıkları insanlık halinin. İkincilerin, göreli özerkliklerine saygı gösterilmesi şöyle dursun, sımsıkı ilkine, devrim ve sosyalizm dâvâsına bağlanması gerekiyordu. 1990’da sosyalizmin büyük ideolojik çatısı çökse de, bazı sorunlar münhasıran sağın sorunları, bazıları da münhasıran solun sorunları olmaya devam etti.

Darbe olsa da olmasa da, soykırım soykırım kalacak

Güncel olaylara mola verip, bir tarih yan-pistine giriyorum geçici olarak. Herhalde Papa Fransiskus’un Ermenistan ziyareti ve tetiklediği resmî Türk reaksiyonu nedeniyle, Madrid’de basılan ve genellikle İspanya’nın en yüksek tirajlı günlük gazetesi olduğu kabul edilen El Pais, 9 Temmuz’da bana 1915’te tam ne olduğunun tarihî gerçekliği ve politik yansımaları hakkında altı soru yöneltti. Yanıtlarımı 13 Temmuz’da tamamlayıp yolladım. O hafta sonu, yani 16-17 Temmuz’da yayınlanacağı söylendi. Ama tabii araya şu başarısız darbe teşebbüsü girdi ve dikkatler bambaşka bir yöne kaydı. Aradan bir ay geçtikten sonra, metnimin eksiksiz ve original İngilizcesini With or without the coup, genocide was and is genocide başlığıyla 15 Ağustos’ta Serbestiyet’e verdim. Aşağıda, birkaç gün gecikmeyle de olsa Türkçesini sunuyorum.

With or without the coup, genocide was and is genocide

I am temporarily taking a side-trip from current events into history. On 9th July, perhaps in connection with a visit to Armenia by Pope Franciscus and the official Turkish reaction that it triggered, I received a set of six questions about the facts and politics of what actually happened in 1915 from El Pais of Madrid, generally regarded as the highest circulating daily in Spain. I submitted my replies on 13th July, and was told that they would be published that weekend, i.e. 16-17 July. But then there came the abortive coup, and all attention switched elsewhere. A month having passed since then, I am now taking the liberty of publishing my full text below. A Turkish translation will follow tomorrow.

Kürtler ve Fethullahçılar

15 Temmuz karşı-devrim girişiminin yenilgiye uğramasının ardından, Gülencilerin her türlü marifetine ilişkin bilgiler habire ortalığa dökülüyor. Haftalık BasHaber dergisi, özel olarak Kürt sorununda neler yapmış olabilecekleri konusunda, Yıldıray Oğur ve Oral Çalışlar’ın yanısıra bana da bazı sorular yöneltti. 4 Ağustos’ta ilettiğim yanıtları, 8 Ağustos Pazartesi günü, yer yer özetlemekle birlikte aslına ve amacına sadık bir şekilde yayınladılar. Ahmet Özyeter’e teşekkür borçluyum. Orijinal şeklini aşağıda bulacaksınız. Benim için özel bir önem taşıyan başlangıç bölümü, bir ön bilgi vermeyi de zorunlu kılıyor.

Ya Türkiye’deki darbe girişimi başarıya ulaşsaydı?

Başlıktaki soruyu bana yönelten, Türkiye’de yaşayan ve çalışan Amerikalı bir gazeteci oldu. Scroll.in diye, çok geniş bir okuyucu kitlesi olduğu söylenen Mumbai merkezli bir internet yayını adına bir anket yapıyormuş. Konuyu evirip çevirirken, birincisi, Türkiye’de çok az kişinin bu problemi ciddiye aldığını farkettim. İkincisi, en azından bazı (örneğin, Fethullah Hoca’nın Homeyni tarzı muzaffer bir dönüş yapacağını öngören) yanıtların tamamen yanlış olduğunu düşündüm. Bunun da temelinde, Gülen Cemaatinin ikili tabiatını kavrayamamak yatıyordu.

What if the attempted coup in Turkey had succeeded?

The title question was posed to me by an American journalist in Turkey doing a survey for Scroll.in, a Mumbai web publication said to have a very wide readership. I realized as I thought about it that first, very few people in Turkey were seriously addressing this problem, and second, that at least some answers (like Fethullah Hoca making a triumphant Khomeini-like return) were patently false because of a failure to comprehend the dual nature of the Gulenist congregation.

İdama da, idam söylemine de esastan karşıyım

Suç ne olursa olsun, devletin vatandaşının yaşam hakkını geri alması birincil önemde bir etik sorun. İkinci problem, idamın toplumun içerdiği ve alıştığı şiddet dozajını azaltıcı değil arttırıcı bir etki yapması. Ölüm cezasının bir de geri dönülmezlik özelliği var. Yenikapı mitingi demokrasi kültürünün yenilenmesi ve farklı bir siyaset dilinin doğması umutlarını arttırırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ölüm cezasının geri getirilebileceği noktasındaki ısrarı, olumluluklar tablosuna ters düşen bir yanlışı simgeliyor.

Dört konu, dört mücadele alanı

Böyle örgüt mü olurmuş? Böyle darbe mi olurmuş? “Yooo fare / Olmaz fare / Şunun şurasında minnacık bir kapan bu / Ne tank / Ne top / Ne teyyare.”

İkinci Cumhuriyet’ten, Yeni Türkiye’ye

Devrimler büyük yıkıcı ve basitleştiricilerdir. Başka hiçbir şey olmasa, işte budur devrimlerin (her zaman değilse de bazen) yaptığı ve normal politika süreçlerinin hemen hiç yapmadığı, yapamadığı. Birçok yorumcu AKP’nin ilk ondört yılına da devrim veya devrim benzeri bir durum da dedi, biliyorum. Ama değildi ve neden olmadığı şimdi çok daha iyi görülebiliyor. Devrim değildi çünkü yeni kurum, anlayış ve pratikler getirse de eskilerini radikal biçimde tasfiye etmesi mümkün olamadı.

Halil İnalcık (1916-2016)

25 Temmuz akşamı dışardaydım. Eve geldim, masaya oturdum… ve eşim “gene kötü bir haberim var” dedi (Tosun Terzioğlu için yaptığı gibi). Bu da sürpriz değildi; her an bekliyorduk, korkularımızı telâffuz etmeden. Yüz yaşındaydı ve vücudu beynini dinlemiyordu artık. Fakat her şeye rağmen varlıkla yokluk arasındaki geri dönüşsüz çizgi çok acımasız. Ertesi gün, gazetelerden telefonlara peki… peki… peki… demekle geçti. Sonra kimi kullandı, kimi kullanmadı. Ne yapayım; daha çok (ve daha akademik ölçüler içinde) yazacağım nasıl olsa. Aşağıdaki notlar bir ilk deneme. Dün alelacele derleyip sağa sola yolladıklarımdan bir karışım.

A second letter about “how matters stand with me”

Pablo Neruda was one of the very greatest poets of the 20th century. Like Eluard, his verse, too, was suffused by immense feelings of solitude, alienation, and existential angst -- before turning to communism. What triggered his commitment to the Left was the Spanish Civil War. Such was his indignation at this hideous injustice, that he, too, wrote “Explico algunas cosas” (A few things explained) to set out and justify his new political and creative position.

A quick reply to my friends abroad

Paul Eluard was for long a leading Surrealist and Dadaist. He then turned to total political commitment on the Left, to the point of joining the French Communist Party. Under the heading of La poésie doit avoir pour but la vérité pratique (Poetry must address practical reality), he wrote a verse manifesto to defend his position. He subtitled it À mes amis exigeants (To my questioning friends).

Fox News’dan, başarısız darbeye hayıflanma kılavuzu

Darbenin yenilgisinin ardından, çok kötü, en kötü şeyler bekliyor Türkiye’yi. “Megalomanyak” Erdoğan, “neo-Osmanlıcı” vizyonu doğrultusunda, Balkan ülkelerini tehdit edip yeni savaşlar bile çıkarabilir. Şimdi karanlık çıkageliyor; Türkiye (Atatürk’ten sonra, yeniden) karanlığa gömülüyor. En çarpıcı nokta burası. “Erdoğan kurtuldu, Türkiye battı” başlığı ve tahliliyle, hak verenleriyle, çok doğru bulanlarıyla tam bir buluşma. Eksiksiz bir hayıflanma katalogu. Bozdur bozdur kullan.

Onur gecesi (2) Diren Türkiye!

Medya demokrasiyi savunmada birleşti, ilk andan itibaren darbe girişimini lânetledi, ayrıca birbiriyle müthiş bir dayanışma içine girdi ve aynı zamanda, meşru düzenin sözcülerine hem halka seslenmeleri, hem dış dünyaya biz buradayız, işimizin başındayız diyebilmeleri için eşsiz bir platform sundu. Darbenin zaafını görüntülerle gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrılarından da önce medyanın normalliği ve aldırmazlığı, halkın o kadar da korkacak bir şey yok havasına girmesinde büyük rol oynadı. Ardından, demokrasinin ve millî iradenin destekçisi olarak o halk bizzat sokağa döküldü. Bu ülkeye kendi Tienanmen’ini yaşattı. Bak da gör, kitle hareketi nasıl olurmuş dedi. Şükür bu günleri de gördüm dedirtti.