Halil Berktay

Öküzün (pardon, üçüncü köprünün) altında buzağı aramak

  Tam elli gün önceki, görece küçük bir olaydan söz edeceğim. O zaman da garipsemiştim. Allah allah, demiştim, ne demek oluyor, BBC’nin şimdi, bu...

Tekrar Kürt sorunu (3) “Silâhların Tahtı”nın Türkiye’ye söyleyeceği bir şey var mı?

Mozambik gibi bizde de, boyundan büyük kalaşnikovlar taşıyıp hendek ve barikatlarda savaşan bütün o Kürt çocukları, ergenleri ve gençlerinin, ya da yıllarını dağda geçiren gerillaların ellerinden o “ölüm araçları” nasıl alınacak ve “onlara üretken bir hayat kurma fırsatı tanımak” hangi anlayışlarla mümkün olacak? “Guevara kültü”nün şairaneliğini çoktan yitirmiş o kötü silâh fetişizmi, yerini ne zaman barış sevgisine bırakacak? Biz de diyebilecek miyiz: Getir silâhını, al üretim araçlarını? Mozambik’in Hıristiyan din adamlarının “barış için sanat” çağrısı, Türkiye’nin Müslüman din adamlarından da gelecek mi? Kester muadili Türk ve Kürt sanatçılar çıkacak mı, buna kulak verip, Kürt Savaşımızın somut yerelliğini evrenselliğe taşıyan? Yoksa Silâhların Tahtı’nda hep savaş ağaları mı oturacak?

Karışık düşünceler (2) Tarih, sanat ve edebiyatta Kürt savaşı?

Tümüyle dışarıdan, uzaydan, Merih’ten gelme bir romancı veya rejisörsünüz. Hasbelkader, asıl gezegeninizden bir proje yılı izni alıp kazara bu ülkeye düşmüşsünüz. Ya hacimli bir roman, ya uzun metrajlı bir film üretmekle yükümlüsünüz. Bir koşul var: postmodern olmayacak; hattâ Latin Amerika tarzı “sihirli gerçekçilik” dahi olmayacak. Düpedüz 19.-20. yüzyıl Realizminin (veya 1945 sonrası İtalyan Neo-realizminin) klasik ölçüleriyle çalışacaksınız, Balzac, Tolstoy, Stendhal, Zola, Şolohov, Ehrenburg, Visconti veya Rossellini gibi. Ne çıkartırdınız Türkiye’nin 1980’den bu yana bütün yaşadıklarından? Sırf giriftlik, zenginlik, renklilik ve karmaşıklık olarak düşünün; şu Kürt Savaşının otuz küsur yılı, size malzeme olarak inanılmaz bir çelişkiler yumağı sunuyor.

İmralı’ya giden yolda (1) Kameranın son iki yılda yakaladıkları

Sonuna yaklaşıyor olabilir miyiz, bu kırk yıllık silâhlı mücadele serüveninin? Öcalan’ın kardeşiyle yapacağı Kurban Bayramı görüşmesini beklerken, 2014 sonlarından beri yaşananlar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. “Kibirdir, yorulup yollarda kalan.” PKK’nın Kürtleri ve Kürt Hareketini 7 Haziran’dan alıp nereye getirdiğini, belki en iyi bu vecize anlatıyor. Süreci ve özellikle son aylarını, çeşitli Serbestiyet yazılarını da katarak özetlemeye çalıştım.

Soykırım tartışması (2) Solcuların yeni dâvâlar arayışı

Şimdi herşey aynen güneydoğuda oluyor -- buydu söyledikleri. 1-2-3-4 Ekim 2015’ti, yani geçen sonbahardı. PKK hendekli-barikatlı ilçe merkezi işgallerini gerçekleştiriyor, güvenlik güçleri de bu işgalleri kaldırmak için sokak sokak, ev ev savaşıyor, WATS IX kulislerinde ise aynen 1915 diyordu bazı genç solcu akademikler: O zaman Ermenileri öldürüyor ve sürüyorlardı, şimdi ise Kürtleri. Bu bindirme ve örtüştürme yoluyla, akıllarınca farklı savaş cephelerini birleştirip konsolide eder ve “bütün düşmanlık yollarını AKP’ye çıkarır”ken, özgüllüklerini yoketmek suretiyle ne Kürt sorununa, ne Ermeni soykırımı tartışmalarına verebilecekleri zararı algılıyorlardı.

Bir ek daha: 89-90’da da mı sokağa çıkmazdık, Doğu Avrupa demokratikleşirken?

Milyonlar sokağa dökülür, Kadife Devrimler gerçekleşirken, “neden sokağa çıkmadım, çünkü haç taşıyor ve dua ediyorlardı, benim onların arasında ne yerim vardı [ve demek ki Kilisenin güçlü olduğu sağcı düzenler gelecekti]” diyenler olmuş mudur Prag’da, Varşova’da, Budapeşte’de? Bizler orada olsak, Katolikliğin bu sembollerinden, Müslümanlıktan korktuğumuz kadar korkacak ve tiksinecek miydik?

Ek’in eki: Murat neden sokağa çıkamamış?

Bu yazının ilk bölümlerinde, kâh Marksizmin kitle mücadelelerine bakışına dair söylediklerimin, kâh sloganların belirli kültür matrislerinden fışkırmasına ilişkin gözlemlerimin, kâh bizzat Murat Belge’nin Türkiye’yi bölen kültürel fay hattını aşma çabaları hakkında hatırlattıklarımın, kâh çeşitli 15 Temmuz yazılarından (Cemil Koçak’tan, Ertuğrul Başer’den ve kendimden) yaptığım alıntıların… Murat’ın tekbir getirenler arasında yerinin olmadığı açıklamasına yeterli eleştiri getirdiği kanısındayım.

Soykırım tartışmasına ek (1) Devrimin yuttuğu alanlar

Bir, sonunda her şeyi çözecek olan devrim ve sosyalizm mecrası vardı, bir de bütün diğer şikâyetler, spesifik eşitsizlik ve haksızlıkları insanlık halinin. İkincilerin, göreli özerkliklerine saygı gösterilmesi şöyle dursun, sımsıkı ilkine, devrim ve sosyalizm dâvâsına bağlanması gerekiyordu. 1990’da sosyalizmin büyük ideolojik çatısı çökse de, bazı sorunlar münhasıran sağın sorunları, bazıları da münhasıran solun sorunları olmaya devam etti.

Darbe olsa da olmasa da, soykırım soykırım kalacak

Güncel olaylara mola verip, bir tarih yan-pistine giriyorum geçici olarak. Herhalde Papa Fransiskus’un Ermenistan ziyareti ve tetiklediği resmî Türk reaksiyonu nedeniyle, Madrid’de basılan ve genellikle İspanya’nın en yüksek tirajlı günlük gazetesi olduğu kabul edilen El Pais, 9 Temmuz’da bana 1915’te tam ne olduğunun tarihî gerçekliği ve politik yansımaları hakkında altı soru yöneltti. Yanıtlarımı 13 Temmuz’da tamamlayıp yolladım. O hafta sonu, yani 16-17 Temmuz’da yayınlanacağı söylendi. Ama tabii araya şu başarısız darbe teşebbüsü girdi ve dikkatler bambaşka bir yöne kaydı. Aradan bir ay geçtikten sonra, metnimin eksiksiz ve original İngilizcesini With or without the coup, genocide was and is genocide başlığıyla 15 Ağustos’ta Serbestiyet’e verdim. Aşağıda, birkaç gün gecikmeyle de olsa Türkçesini sunuyorum.

With or without the coup, genocide was and is genocide

I am temporarily taking a side-trip from current events into history. On 9th July, perhaps in connection with a visit to Armenia by Pope Franciscus and the official Turkish reaction that it triggered, I received a set of six questions about the facts and politics of what actually happened in 1915 from El Pais of Madrid, generally regarded as the highest circulating daily in Spain. I submitted my replies on 13th July, and was told that they would be published that weekend, i.e. 16-17 July. But then there came the abortive coup, and all attention switched elsewhere. A month having passed since then, I am now taking the liberty of publishing my full text below. A Turkish translation will follow tomorrow.

Kürtler ve Fethullahçılar

15 Temmuz karşı-devrim girişiminin yenilgiye uğramasının ardından, Gülencilerin her türlü marifetine ilişkin bilgiler habire ortalığa dökülüyor. Haftalık BasHaber dergisi, özel olarak Kürt sorununda neler yapmış olabilecekleri konusunda, Yıldıray Oğur ve Oral Çalışlar’ın yanısıra bana da bazı sorular yöneltti. 4 Ağustos’ta ilettiğim yanıtları, 8 Ağustos Pazartesi günü, yer yer özetlemekle birlikte aslına ve amacına sadık bir şekilde yayınladılar. Ahmet Özyeter’e teşekkür borçluyum. Orijinal şeklini aşağıda bulacaksınız. Benim için özel bir önem taşıyan başlangıç bölümü, bir ön bilgi vermeyi de zorunlu kılıyor.

Ya Türkiye’deki darbe girişimi başarıya ulaşsaydı?

Başlıktaki soruyu bana yönelten, Türkiye’de yaşayan ve çalışan Amerikalı bir gazeteci oldu. Scroll.in diye, çok geniş bir okuyucu kitlesi olduğu söylenen Mumbai merkezli bir internet yayını adına bir anket yapıyormuş. Konuyu evirip çevirirken, birincisi, Türkiye’de çok az kişinin bu problemi ciddiye aldığını farkettim. İkincisi, en azından bazı (örneğin, Fethullah Hoca’nın Homeyni tarzı muzaffer bir dönüş yapacağını öngören) yanıtların tamamen yanlış olduğunu düşündüm. Bunun da temelinde, Gülen Cemaatinin ikili tabiatını kavrayamamak yatıyordu.

What if the attempted coup in Turkey had succeeded?

The title question was posed to me by an American journalist in Turkey doing a survey for Scroll.in, a Mumbai web publication said to have a very wide readership. I realized as I thought about it that first, very few people in Turkey were seriously addressing this problem, and second, that at least some answers (like Fethullah Hoca making a triumphant Khomeini-like return) were patently false because of a failure to comprehend the dual nature of the Gulenist congregation.

İdama da, idam söylemine de esastan karşıyım

Suç ne olursa olsun, devletin vatandaşının yaşam hakkını geri alması birincil önemde bir etik sorun. İkinci problem, idamın toplumun içerdiği ve alıştığı şiddet dozajını azaltıcı değil arttırıcı bir etki yapması. Ölüm cezasının bir de geri dönülmezlik özelliği var. Yenikapı mitingi demokrasi kültürünün yenilenmesi ve farklı bir siyaset dilinin doğması umutlarını arttırırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ölüm cezasının geri getirilebileceği noktasındaki ısrarı, olumluluklar tablosuna ters düşen bir yanlışı simgeliyor.

Dört konu, dört mücadele alanı

Böyle örgüt mü olurmuş? Böyle darbe mi olurmuş? “Yooo fare / Olmaz fare / Şunun şurasında minnacık bir kapan bu / Ne tank / Ne top / Ne teyyare.”

İkinci Cumhuriyet’ten, Yeni Türkiye’ye

Devrimler büyük yıkıcı ve basitleştiricilerdir. Başka hiçbir şey olmasa, işte budur devrimlerin (her zaman değilse de bazen) yaptığı ve normal politika süreçlerinin hemen hiç yapmadığı, yapamadığı. Birçok yorumcu AKP’nin ilk ondört yılına da devrim veya devrim benzeri bir durum da dedi, biliyorum. Ama değildi ve neden olmadığı şimdi çok daha iyi görülebiliyor. Devrim değildi çünkü yeni kurum, anlayış ve pratikler getirse de eskilerini radikal biçimde tasfiye etmesi mümkün olamadı.

Halil İnalcık (1916-2016)

25 Temmuz akşamı dışardaydım. Eve geldim, masaya oturdum… ve eşim “gene kötü bir haberim var” dedi (Tosun Terzioğlu için yaptığı gibi). Bu da sürpriz değildi; her an bekliyorduk, korkularımızı telâffuz etmeden. Yüz yaşındaydı ve vücudu beynini dinlemiyordu artık. Fakat her şeye rağmen varlıkla yokluk arasındaki geri dönüşsüz çizgi çok acımasız. Ertesi gün, gazetelerden telefonlara peki… peki… peki… demekle geçti. Sonra kimi kullandı, kimi kullanmadı. Ne yapayım; daha çok (ve daha akademik ölçüler içinde) yazacağım nasıl olsa. Aşağıdaki notlar bir ilk deneme. Dün alelacele derleyip sağa sola yolladıklarımdan bir karışım.

A second letter about “how matters stand with me”

Pablo Neruda was one of the very greatest poets of the 20th century. Like Eluard, his verse, too, was suffused by immense feelings of solitude, alienation, and existential angst -- before turning to communism. What triggered his commitment to the Left was the Spanish Civil War. Such was his indignation at this hideous injustice, that he, too, wrote “Explico algunas cosas” (A few things explained) to set out and justify his new political and creative position.

A quick reply to my friends abroad

Paul Eluard was for long a leading Surrealist and Dadaist. He then turned to total political commitment on the Left, to the point of joining the French Communist Party. Under the heading of La poésie doit avoir pour but la vérité pratique (Poetry must address practical reality), he wrote a verse manifesto to defend his position. He subtitled it À mes amis exigeants (To my questioning friends).

Fox News’dan, başarısız darbeye hayıflanma kılavuzu

Darbenin yenilgisinin ardından, çok kötü, en kötü şeyler bekliyor Türkiye’yi. “Megalomanyak” Erdoğan, “neo-Osmanlıcı” vizyonu doğrultusunda, Balkan ülkelerini tehdit edip yeni savaşlar bile çıkarabilir. Şimdi karanlık çıkageliyor; Türkiye (Atatürk’ten sonra, yeniden) karanlığa gömülüyor. En çarpıcı nokta burası. “Erdoğan kurtuldu, Türkiye battı” başlığı ve tahliliyle, hak verenleriyle, çok doğru bulanlarıyla tam bir buluşma. Eksiksiz bir hayıflanma katalogu. Bozdur bozdur kullan.

Onur gecesi (2) Diren Türkiye!

Medya demokrasiyi savunmada birleşti, ilk andan itibaren darbe girişimini lânetledi, ayrıca birbiriyle müthiş bir dayanışma içine girdi ve aynı zamanda, meşru düzenin sözcülerine hem halka seslenmeleri, hem dış dünyaya biz buradayız, işimizin başındayız diyebilmeleri için eşsiz bir platform sundu. Darbenin zaafını görüntülerle gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrılarından da önce medyanın normalliği ve aldırmazlığı, halkın o kadar da korkacak bir şey yok havasına girmesinde büyük rol oynadı. Ardından, demokrasinin ve millî iradenin destekçisi olarak o halk bizzat sokağa döküldü. Bu ülkeye kendi Tienanmen’ini yaşattı. Bak da gör, kitle hareketi nasıl olurmuş dedi. Şükür bu günleri de gördüm dedirtti.

Onur gecesi (1) Atlattığımız badire

27 Mayıs’tan çıkılırken, Talât Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 girişimlerini hatırlayın. İspanya’da, Franco diktatörlüğünden demokrasiye geçiş sürecinde, monarşi yanlılarının 23 Şubat 1981’deki darbe girişimini, Yarbay Antonio Tejero Molina’nın 200 askeriyle parlamentoyu basmasını hatırlayın. Sovyetler Birliği çökerken, Komünist Partisi içindeki sertlik yanlılarının 19 Ağustos 1991 girişimini hatırlayın. Böyle baskın teşebbüslerinde, liderlik, cesaret, basiret, hükümetin ve devlet aygıtının kilit noktalarındaki insanların direnme iradesi tâyin edicidir. Halkın harekete geçip geçmemesi de buna bağlıdır.

Onur gecesi (3) Utan BBC!

Gece yarısından sonra 01:50 suları. Hükümetin giderek duruma hâkim olduğu çok net. Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul’a uçmak üzere. BBC ekranlarında bir uzman, “iyi şanslar, çünkü orası askerlerin elinde” diye aklınca dalga geçiyor. Sabaha karşı 04:00. Aynı kişi hâlâ “Erdoğan bitmiştir; sonuç ne olursa olsun başka bir liderlik oluşacaktır” havalarında.

Nâzım ve Botticelli (Venüs, Meryem, Emine)

Nâzım’ın 1950’lerde bile değil, daha 1941’de, çok ince, çok zarif, çok eşsiz bir güzelliği anlatmak için (herhalde Hicrî) 10. yüzyıl İran minyatürlerine, divan şiirine ve Dede Efendi’ye dönmek ihtiyacını duyması, teşbih ve istiarelerini oralardan seçmesi üzerinde, başlı başına düşünmek lâzım. Benimse herhalde elli yıl önceydi, bu dizeleri ilk okuyuşum. O zamandan beri çok düşünmüş, daha doğrusu hayalini kurmuş, bu nasıl bir yüz olmalı diye içimden mırıldanmış; belki gençliğimde, bulsam da âşık olsam demişimdir.

Hangi Türkiye? Nâzım’ın 75 yıl geride kalan memleketi

Ben dahil 60’lar ve 70’lerin bütün solcu öğrenci-gençlik kuşaklarının hem “Memleketimi Seviyorum”a, hem “Türk Köylüsü”ne neden çok düşkün olduğumuzu anlamak çok zor olmasa gerek. Nâzım’ın son tahlilde dışarıdan halkçılığı ve köylü idealizasyonu, (Köy Enstitüleri ve köy romanıyla, Ahmet Arif’le, Ruhi Su’yla, İnce Memed’le, Yılmaz Güney’le yetişen) bizlerin konumumuza ve duygu-düşünce ufuklarımıza fevkalâde uygun düşüyordu.

Devrimci şiddet: Nâzım’ın Ali Kemal’e bakışı

Hele bir komünist olarak Nâzım Hikmet’in, devletin bu işleri nasıl örgütlediğini çok iyi bilmesi gerekir. İtithatçılar, Teşkilât-ı Mahsusa, Mustafa Suphi’lerin öldürülmesi, aynı Nurettin Paşa’nın daha iki ay önce İzmir’in kurtuluşu sırasında yaptıkları (10 Eylül 1922’de İzmir metropoliti Hrisostomos Kalafatis’i tamı tamına aynı yöntemle linç ettirişi)… Fakat çok tuhaf; bir karşı-devrimcinin cezalandırılması söz konusu olunca bütün bunlar unutuluyor. Kâzım/Nâzım alabildiğine naïf ve inançlı kesiliyor; derin devlet karanlığının yerini, tipik bir aşağıdancılık idealizasyonu alıyor.

Onların futbolu, bizim spikerlerimiz

Önceden koreografisi yapılmadığından sirklerde bile zor rastlanabilecek türden bir akrobasi. 1970 Dünya Kupasında, 7 Haziran 1970’te oynanan İngiltere-Brezilya maçında, Gordon Banks’in Pele’nin kafa şutunu çıkarışından bile daha muhteşem. Florenzi kaleci olsaydı, belki gelmiş geçmiş en büyük kurtarış sayılırdı. Üstelik öğrenilebilir ve tekrarlanabilir bir teknik de değil (“Cruyff dönüşü”nden farklı olarak). Ama spikerimizin reaksiyonu, Florenzi’nin topu “çizgiden çıkardığı”ndan ibaret kalıyor.

(2) Bir tweet’in düşündürdükleri

“Ezber” sözcüğü ve hele “eski ezberler” tamlaması, bütünüyle negatif anlamlar taşıyor. Dahası, şunu çağrıştırıyor: söz konusu kalıp ve klişeleri aşan yeni bir doğru veya doğrular ortaya çıkmıştır; onları bilmek, anlamak, öğrenmek, yazmak ve söylemek gerekir. Peki, PKK’nın hakkından sadece silâhla gelinemiyeceği, eninde sonunda siyasî bir çözüm ve anlaşmanın gerekli olacağı görüşü eski ve yanlışsa, bunun yenisi ve doğrusu nedir? Hele bir AKP milletvekili ve MKYK üyesi olarak Markar Esayan’a yeni bir sorumluluk düşüyor. Bunu etraflı olarak yazıp anlatmasının herkes açısından fevkalâde yararlı olacağı kanısındayım.

(1) Kolombiya: nereden nereye

Ve Türkiye’de, 1960’ların sonu ve 70’ler boyunca hemen hiç kimse ses çıkarmadı bütün bunlara; reddetmedi, mahkûm etmedi, lânetlemedi. Olsa olsa strateji ve taktiklerinin “yanlışlığı” vurgulandı; devrim öyle değil böyle olur dendi; “goşist” diye nitelendiler. Ama kimse, demokrasi adına, insan hayatını üstün tutan bir ahlâk adına karşılarına dikilmedi; etik ve ilkesel bir mücadele vermedi. Nasıl olabilirdi ki; esasen bireysel değerlerin her zaman çok zayıf olmuş olduğu Türkiye’de de, aynı silâhlı mücadele fantezileri kol geziyordu.

Belgesel (10) MBK, 14’ler ve idamlar

Menderes “belgesel”ine göre, 5 Eylül 1961’de sadece üç kişi hakkında idam kararı vermiş Yassıada mahkemesi. Yuh. Nezaketsizmiş; akademik üsluba sığmazmış; bana yakışmazmış vesaire. Boş versenize siz. Tek kelimeyle yuh.