Ana SayfaYazarlarMağduriyet ve spor

Mağduriyet ve spor

 

[31 Ekim 2016] Dersim isyanı ve/ya (doğru dürüst isyan bile olmaksızın) katliamı, aslında Tanzimat’la başlayan tepeden inme modernizasyon ve devamında özel olarak 20. yüzyıl tarihimizin bir kara lekesi. Bölgede hâkim aşiret yaşantısı ve kültürü, Cumhuriyetin düzleyici ve tektipçiliğinin hışmına uğradı. Öldürülenler 13,000’i, zorla göç ettirilenler 12,000’i buldu. Olayın izleri dahi toplumun hafızasından silinmek istendi. Dersim’e Tunceli gibi uydurma bir isim yakıştırıldı.

 

Köprülerin altından çok sular aktı. AK Parti döneminde (Ermeni soykırımına kadar varan pek çok şey gibi) Dersim tabusu da kırıldı. Facia alenen konuşulur oldu. Hattâ Meclise taşındı ve günün CHP sözcüleri, Tek Parti döneminin bu büyük günahının gündeme getirilmesi karşısında kâh mahcup ve boynu büyük, kâh utanmazca “gerekliydi, iyi oldu”cu kaldı.  

 

İşler 2009’da Dersim adına bir futbol kulübünün kurulmasına kadar vardı. Dersimspor Üçüncü Lig’de oynamaya başladı. Çıktığı her maçla, 1937-38’i ve öncesini hatırlatır oldu.

 

İyi bir şey, güzel bir şey; bütün zigzaglarıyla birlikte göreli demokratikleşme ve özgürleşmenin bir göstergesi. Ben de Dersimli olsam, Kürt olsam, Zaza olsam, Alevi olsam, tarihsel mağduriyetim ve sosyo-kültürel kimliğim, aidiyetim adına pekâlâ Dersimspor’a gönül verebilirim. Ama acaba aynı mağduriyet adına takımıma iltimas geçilmesini isteyebilir miyim? Dersimspor’un çıktığı maçlarda, futbol sahasında, sportif mücadelenin kendi ölçüleri içinde (kendi elinden geleni yapmasının, formasının hakkını vermesinin, gücüne göre ve oynadığı kadar yenmesi halinde sevinmenin, yenildiğinde üzülmenin ötesinde) mağdur bir halkı temsil ettiği gerekçesiyle kayırılmasını, çok üzerine gidilmemesini, fazla gol atılmamasını, farklı yenilgilere uğratılmamasını, ya da belki karşısında kasten beraberliğe veya mağlubiyete yatılmasını rakip takımlardan rica edebilir miyim? Ya da böyle yapmadıklarında, mağduriyetimi tanımıyorlar diye kızıp öfkelenebilir; haksızlık ve eşitsizlikten dem vurabilir miyim?

 

Böyle şey olur mu demeyin; pekâlâ oluyor işte. Geçenlerde Galatasaray Türkiye Kupası’nın üçüncü ön eleme turunda Dersimspor ile karşı karşıya geldi ve 5-1 kazandı. Hemen ardından, eski HDP milletvekili, halen Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık’ın bazı cümleleri sosyal medyaya yansıdı. 25 Ekim akşamı internette okuduğuma göre Sakık, Galatasaray 1-0 da işinizi görürdü… Gücünüz mağdura mı yetiyor…! Nedir bu kibir… nedir bu ihtiras… kibirin sonu kabir” dedi.

 

Şimdi, burada sakat olan ne? Spora politika karışmaz (karıştırılmamalı) diye bir şey yok. Karışır elbet; sorun nereye kadar ve ne ölçüde karışacağı (karıştıracağımız). Siyaset de hayatın bir alanı, spor da. Bu ikisini birbirinden tamamen ayırmak olanaksız. Dünyanın pek çok yerinde, kulüplerin ve taraftarlarının mayasında belirli kimlikler olabiliyor. İşin içine din de giriyor, etnik aidiyet de, siyaset de.  Örneğin Glasgow’da, Glasgow Rangers İskoçya’nın büyük çoğunluğunu meydana getiren Protestanların, Glasgow Celtic ise daha ziyade İrlanda göçmeni Katoliklerin takımıdır. Yunanistan’da Panathinaikos, en azından kökeni itibariyle orta ve üst sınıf Atinalıların; buna karşılık gene kökeni ve uzun süre sosyal tabanı itibariyle Olympiakos (tam adı olan Olympiakos Piraeus’tan da anlaşılabileceği gibi) Pire limanı ve sanayi bölgesi işçilerinin, bu arada 1923 Mübadelesiyle gelen yoksul(laşmış) Anadolu göçmenlerinin takımı. Bu sosyoloji artık çok değiştiyse de, söz konusu ezelî rekabette dış kapının dış mandalı konumundaki ben bile geçmişin anısına Olympiakos’a sempati duymaya devam ediyorum. Evveliyatı da var. Çocukluğumdan itibaren çok uzun süre, olimpiyat ve dünya şampiyonalarında hep sosyalizm adına Sovyet takımları ve sporcularını destekledim. Hattâ, şimdi burada itiraf ediyorum, Maocu olup Sovyetleri revizyonist ve dahi sosyal-emperyalist ilân ettikten sonra bile çaktırmadan sürdürdüm bu gizli taraftarlığımı (ya bir türlü ete kemiğe bürünemiyordu o Maocu paradigma, ya da zaman içinde kök salmış duygusal bağlılıklar hâlâ çok güçlüydü). Bugün, aslen iyi oynayan (yüzen, koşan, atan, atlayan) kazansın kafasındayım. Sadece ilkesel planda değil, reel olarak da, herhangi bir branşın (kim olursa olsun) en üst düzeyde, en mükemmel biçimde icrası çok hoşuma gidiyor. Ama ikincil düzlemde, bu “en iyi”ler Kenya veya Etyopyalı uzun mesafe koşucuları ya da Jamaikalı sprinterler ya da Brezilya erkek ve kadın voleybol takımları olduğunda büsbütün sevindiğimi de eklemeliyim.

 

İyi oynayanın kazanmasını isteyebilmek, en azından kabullenebilmek, ya da performansın kendisini alkışlayabilmek —  işin püf noktası burada sanırım. Evet, siyasal tavıralışların da bir payı var spor taraftarlığında. Ama bütün kesişme ve örtüşmeleriyle birlikte, son tahlilde politika başka bir uğraşı, spor başka bir uğraşı. Her birinin kendine göre kuralları ve pratikleri var. Bir kere havuzun başındaki depar kutusuna çıktın ya da sahaya, korta veya piste ayak bastın mı, artık bütün arkaplanların bittiği ve yeni bir şeyin başladığı noktadasın. “Zengin İstanbullu Türklerin takımı Galatasaray” ve “yoksul Dersimli Kürtlerin takımı Dersimspor” — hayır, ilk dörder sözcüğe o anda yer yok; iki kale arasında sadece “Galatasaray, nokta” ve sadece “Dersimspor, nokta” var. Oraya nasıl, hangi geçmişten süzülerek geldiysen geldin. Bir kere geldin ya; ondan sonra sadece yarışını koşacak, oyununu oynayacaksın. Ağlamanın, sızlamanın, mazeret aramanın, şefaat dilenmenin yeri yok. Sen de varını yoğunu ortaya koyacaksın, başkaları da. İster zayıf ister güçlü, her karşılaşmanın hakkı verilmek; 5-0 galip veya 0-5 mağlup olsak da  her sporcu son saniyeye kadar pes etmemek, mücadeleyi bırakmamak, gol atmak veya attırmamak için canını dişine takmak zorunda. Bu işin raconu bu; spor ahlâkı bu demek. Açık farkla mağlubuz; durarak oynayayım, sıkı markaj yapmayayım — yok öyle şey. Açık farkla galibiz; acıyalım, oyunu rölantiye alalım, orta sahada top çevirelim, habire geri pas yapalım — aynı derecede yasak, suç, günah. Seyirci yuhlar sizi; yerden göğe de haklı olur. 

 

Bir yerde, bunları böyle tane tane anlatmak bile abes tabii. Gelin görün ki Türkiye toplumu ve kültürü, durup durup böyle saçmalıkları kapınıza yıkıyor. Futbol konusunda, her türlü mızmızlık ve mızıkçılığı gördüm sanıyordum. İnanılmaz olaylar ve kişiler galerimin ilk basamağında, 12 Eylül askerî darbesinin lideri Kenan Evren’in, 1980-81 sezonunda Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan Ankaragücü’nün derhal Birinci Lige çıkması emrini vermesi vardı (ve tabii bütün kapıkullarının da buna uyması). Neymiş; Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan bir takım nasıl olur da İkinci Lig’de kalabilirmiş! İkinci basamakta ise herhalde Aziz Yıldırım fenomeni yer alıyordu, özellikle gazetecileri şunu yazamazsınız, bunu yazamazsınız diye azarlamalarıyla.

 

Tâ ki sahneye Sırrı Sakık çıkıp, tarihen ve siyaseten mağdur bir kesimin tuttuğu takıma fazla gol atılmamasını isteyinceye kadar.   

- Advertisment -