Halil Berktay

Belgesel (9) DP’nin hatâları; Türkiye’nin 1950-60 arası demokrasi dersleri

18 Nisan 1960’ta Demokrat Parti, kendisi için de, demokrasi için de ölümcül olacak bir adım attı. CHP’nin ve İnönü’nün olası darbe hazırlıklarıyla bağlantısı olup olmadığını araştırmak üzere, TBMM’de 15 kişilik özel bir komisyon kurdu. Herhangi bir Meclis komisyonu değildi bu; yargı hakkına da sahipti, yani olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyordu. Dahası, kararlarına itiraz mümkün değildi; temyiz hakkı peşinen kaldırılmış bulunuyordu. Bu nitelikleriyle, ancak Fransız Jakobenlerinin Kamu Selâmeti komitesi, ya da 1925-27’nin İstiklâl Mahkemeleriyle karşılaştırılabilir. Peki, DP’nin kendi geleneğine bu kadar zıt bir yola girmesi nasıl açıklanabilir?

Belgesel (8) Emperyalizmi doğru anlamak

1960’larda solun başının belâsıydı bu emperyalizm sorunu. Her taşın altından o çıkar ve genellikle ekonomist-indirgemeci bir yaklaşımla ele alınırdı. Bir de, yekpare sanılırdı ve tek bir kumanda merkezinden yönetiliyor gibi düşünülürdü. O zaman “üst akıl” efsanesi yoktu henüz, ama ona çok yakın bir şeyler söylenirdi. Şimdi bütün bu sakatlıklar sosyalist soldan İslâmcı merkez sağın (tamamına değilse de) bir kesimine intikal etmiş gibi.

Belgesel (7) Amerikancı İnönü, bağımsızlıkçı Menderes

Bir masalı eleştirmenin sonuna geliyorum. Önce, o yılların uluslararası konjonktürü ve DP – ABD ilişkilerinin gerçek yüzü (9-14). Ardından, Menderes’e karşı “üst akıl” ve 1954’te “düğmeye basma” söyleminin neden palavra olduğu (15-19). Nihayet, darbe ortamının oluşması ve anti-demokrasinin zaferinde, DP’nin kendi yanlışlarının payı (20’den itibaren)... Sonuncusu, en önemlisi, zira bunlar vahim tecrübeler. Dönüp baktığımda, kısa bir 1950’ler tarihi yazmış gibiyim. Fakat ben yakın geçmişin bu kadar çabuk ve bu kadar toptan unutulabileceğini ummazdım doğrusu.

Belgesel vesilesiyle (6) 1946-50’nin dış dinamikleri

Siyaset sahnesine merkez sol kılığında çıkan askerî-bürokratik sınıf, olanca varlığı itibariyle özel sektöre ve piyasa ekonomisine yabancı. Kapitalizme ve kapitalistlere dışarıdan bakıyor. Her fırsatta devleti yağmalamaya kalkan hırsızlar gibi görüyor. Kendisini de (kapitalist ekonomiyi geliştirmekle değil) devleti yağmalattırmamakla; dolayısıyla burjuvaziyi kısmen de olsa bastırmakla yükümlü sayıyor. Aslında bu yabancılık ve yadırgılık, Türkiye’de CHP’nin ve/ya sosyal demokratların hiçbir zaman kapitalizmi doğru dürüst yönetememelerinin en önemli nedenini oluşturuyor.

Belgesel vesilesiyle (5) sağın ve solun sandıkla imtihanı

Batı’nın tarihsel gelişme çizgisinde, modernite ile demokrasi arasında bir ikilem yoktu; modernleşme demokrasiyi de içeriyor ve modernistler aynı zamanda demokrat olabiliyordu. Türkiye’de ise bu iki temel kavram ve özlem ayrıştı; solun ve solcuların önüne ya modernist ya demokrat olmak tercihini getirdi. Solun Türkiye’ye özgü trajedisinin başlangıcı, toplumsal ilerlemecilik uğruna Kemalist devletçi-milliyetçi modernizmin kuyruğuna yapışması ve zihnen onun kanadı altına girmesi oldu. Çoğunluk korkusu ve çoğunluğu iktidara getirebileceği için seçim korkusu, Atatürkçülerin ve sosyalistlerin ortak paydası haline geldi.

Menderes belgeseli (4) Buharlaşan TCF, aklanan Aliler, İnönü’ye kurdurulan Tek Parti diktatörlüğü

1925-27 yıllarının bu “üçüncü dönem” İstiklâl Mahkemeleri, kâh Fransız Devrimi’ndeki 1792-94 “Terör” döneminin mirasçısı, kâh birkaç yıl sonraki “Moskova Duruşmaları”nın habercisi (nasıl 20. yüzyılın ilk soykırımını Nazilerden önce gerçekleştirdiysek, gene 20. yüzyılın ilk düzmece mahkemelerini de Stalin ve Vişinsky’den önce tezgâhlamakla övünebiliriz). Ve başını çekenler, İnönü’nün değil doğrudan Atatürk’ün özel çevresi. Dolayısıyla “Aliler” elçabukluğu marifet tarihten çıkarılıverdiğinde, eh, madem herşey alegori, insan bunun da güncellikle ilişkisini, neyin alegorisi olduğunu sorgulamadan edemiyor doğrusu.

Menderes belgeseli (3) “Üst akıl” ve yeni milliyetçiliğin komplo teorileri

Bu fantastik “üst akıl” hep Türkiye ve Türklerle mi uğraşıyor tarih boyunca? Farklı dönemlerde büründüğü değişik kılıkların ve bu reenkarnasyonlar aracılığıyla giriştiği tüm habis icraatın biricik ortak paydası bu mu? Tersten söylersek, Osmanlının ve Cumhuriyetin başına gelen bütün olumsuzluk ve iniş çıkışlarda, Türkiye’yi yönetenlerin kendi hatâlarının kısmen de mi payı yok? Her şey, ama her şey, bu mevhum “üst aklın” hile ve desiselerinden mi kaynaklanıyor?

“Oralarda on dokuz yaşıma rastladım”

Oysa siz [öğrenciler] gidiyorsunuz ve onlar kalıyor; sonraki ve daha sonraki ve daha daha sonraki kuşaklara ders anlatmayı, sınav yapmayı, tezlerini okumayı, sonunda da diploma vermeyi sürdürüyorlar. Bunun ne demek olduğunu, kendim yolun öte tarafına geçtiğimde anladım.

Tuhaf bir Menderes belgeseli (2) Tarihçilikte olgu ve yorum sorunları

1980’lerden bu yana Cumhuriyet tarihçiliğinde paradigmatik bir değişim yaşandı. Kemalist-Marksist anlatıma rakip, “tarihin yönü” ilerlemeciliğinden kurtulduğu ölçüde daha realist ve dengeli anlatımlar belirdi. Darbenin iyisi-kötüsü diye bir şey olmadığı, yani hepsine karşı olmak gerektiği, bir asgarî demokratlık kabulüne dönüştü. Gerçi bu darbe ve darbecilik sorgulaması, devrim ve devrimcilik kavramlarına uzanmadı. Devrim “iyi” ama darbe “münhasıran kötü” sayılmaya devam etti. Ama bu da 27 Mayıs’ı kurtarmaya yetmedi. Bir zamanların “akdevrim”i olmaktan çıktı; katıksız darbe torbasına girdi.

Tuhaf bir Menderes belgeseli (1) Ben ne dedim, kim ne anladı?

Tarih cahillerin elinde kalırsa ne olur? Güncel “fayda” uğruna, nasıl değiştirilir, eğilip bükülebilir? Birkaç yıl önceki 1 Mayıs 1977 tartışmalarında solcuların “fayda”cılığı, havada inşa edilmiş kağıttan şatoların yıkılmaması uğruna tatsız olguların telaffuz edilmemesini istemeye varmıştı. Bazı salak akademikler de çıkmıştı bunu savunan. Temel bir gerçeğe bağlılık ahlâkı yerine aynı ucuz siyasi “fayda” arayışı, günümüzde, 2016 yılında, şu Erdoğan-Davutoğlu vakasından az sonra yapılan bir Menderes sözde-belgeselinde, bilin bakalım hangi biçimlerde karşımıza çıkar?

Aziz Yıldırım

Neredeyse evrenin başlangıcından bu yana Fenerbahçe’ye yapılmış bütün haksızlıkları sayıp döküyor. Selâhattin Demirtaş’la boşuna karşılaştırmadım. HDP eşbaşkanı da böyle; bir noktaya raptetmek mümkün değil; bir yalandan kayarak sıyrılıp bir başka yalana geçiyor. Biri için, Kürtlerin ezelden beri mağduriyeti herşeyin gerekçesi; diğeri için, Fener’in ve Fenerlilerin ezelden beri mağduriyeti gene herşeyin gerekçesi oluyor.

Gerçek ve gerçek

ABD’nin yeni güvenlik devleti derken, hem Batı gazeteciliğinin en dürüst ve kaliteli örneklerinin olguları öne çıkaran sıfatlardan arınmış sükûneti, hem gerçeğin eğilip bükülerek görelileştirilmesinde somutlanan ahlâküstü tavır konusunda yeniden düşünmek ihtiyacını duydum.

Bir zamanlar…

Gerçekten oturup bir yemek yemiştik. Neden dar değil geniş çizgici olmak gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Dinlediler, dinlediler -- ve sonra gidip “Pelikan Dosyası”nı kaleme aldılar. İster istemez, Marksizm adına gösterdiğim kendi zihniyet ve hissiyat gaddarlıklarımı da hatırladım.

Son kriz

Erdoğan - Davutoğlu ayrışmasının üzerine, tuhaf bir şekilde el altından dolaştırılan, yazanların imzalarını koymadığı, çıkıp alenî bir ideolojik mücadele vermeyen ve fikirlerinin sorumluluğunu almayan kötü ve kalitesiz bir metnin gölgesinin düşmesi iyi olmadı. İçerik olarak da, her görüş farklılığına “fitne” veya “ihanet” suçlaması yöneltmeyi yanlış ve tehlikeli buluyorum.

Liar

Professional, cold-blooded liar. An operational liar, devoid of all honesty and integrity, who has deliberately folded and shelved his conscience. A liar beaming all his articles abroad for the sole purpose of smearing Turkey before the whole world, all the time staring us in the eye as he goes about his mission of twisting the truth to blacken the whites and whiten the blacks… (Just who, did you say? Oh, come on. I am not talking about anybody in particular. There may actually be quite a few of them, but how would I know? In any case, this spot has nothing to do with the rest of my article. I am just talking to myself, addressing thin air.)

Yalancı

Soğukkanlı, profesyonel yalancı. Dürüstlük ve doğruluktan tümüyle yoksun, bir projeye angaje, vicdanını katlayıp rafa kaldırmış yalancı. Türkiye’yi nasıl dünyaya alabildiğine kötü gösterebilirim diye, hemen sırf yurtdışına yayın yapan yalancı. Gözümüzün içine baka baka gerçeği eğip büken; akı kara, karayı ak göstermeye çalışan yalancı… (Kim? Yok canım. Lâfın gelişi. Özel biri değil kastettiğim. Belki de çok var böyleleri. Bilmem. Bu spot’un yazının kalanıyla da ilgisi yok zaten. Öyle rastgele, ortaya konuşuyorum.)

Laiklik tartışmaları

1960’lardan beri ve sonra 2002’den bu yana, bilhassa da Gülen Cemaati’yle mücadele içinde edindikleri tecrübelerden hareketle, (a) dinî referanslarla oluşturulan aidiyetlerin bir hareketi, bir süre besleyebileceğini, ama dinî referanslarla devlet yönetilemiyeceğini gerçekten kavradılar ve özümlediler. (b) Kısa vâdelilik ve konjonktüralizm tuzağına düşmeyip, siyaset için bir araç olmayacak ama siyasî faaliyet için bir çerçeve oluşturacak bir anayasa yapacaklar. (c) Ve sonuçta bu ideolojisiz bir anayasa olacak; Atatürkçülük bağlayıcılığı sona ererken çağdaş dünyada, topluma başka herhangi bir tek tip elbise veya “izm” dayatmaya kalkmayacak. Bu üç noktaya güven duyuyorum.

Pure fiction

It seems that if you make a disclaimer about your intentions, everything is OK. So I, too, will make a first disclaimer (with a second one to follow). What you will read below in this column has nothing to do with the recent furore over Mr Böhmermann and his ZDF comedy show. This or any other resemblance to real persons or events is purely accidental and unintentional.

Alman kanalı ne yapmış; onu da var mı soran?

Böhmermann’ın şiirindeki “Recep Fritzl Priklopil” dizesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir değil iki ünlü cinsel sapıkla birden özdeşleştiriyor: Wolfgang Priklopil ve Josef Fritzl. Her iki olay da 2006-2008’de Avusturya’da patlak vermişti. Dolayısıyla sırf son iki sözcüğün (soyadının) Avrupa kamuoyu açısından çağrışımları çok açık. Peki, Erdoğan’ın şikâyetine karşı “basın özgürlüğü” savunucuları, bu tek dizeyi olsun neden aktarmıyor ve açıklamıyor okuyucularına?

Böhmermann tam ne demiş, anlayabildiniz mi?

ZDF’nin olaylı yayınının gerçekleştiği 17 Mart’tan hemen sonra, Batı’nın önde gelen yayın organları, galiba bir şeylerin ters gittiğini farkettiklerinden, ânında bir “basın özgürlüğü” savunusuna geçti. Madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’yi de “tahammülsüzlük”le suçladılar. Ama Jan Böhmermann’ın ne gibi sözler sarfettiğine hemen hiç değinmediler. Hiç olmazsa ahlâkî bir değerlendirmede bulunabilirlerdi, ama onu dahi yapmaktan kaçındılar. İki yüzlü, çifte standartlı, samimiyetsiz bir oyun oynuyorlar.

(4) Avrupa Parlamentosu nerede, 1128’ler nerede

AP’nin PKK’ya ve güneydoğudaki savaşa bakışı, “Barış İçin Akademisyenler”le karşılaştırılamayacak kadar gerçekçi. Olgular mı dediniz; bakın, bunlardır aslında. Dengeli ve dolayısıyla gerçek bir barış çağrısı mı dediniz; bakın, olursa böyle olur. Koyun iki metni yanyana; görün tezadı. 1128’lerin militan tek-yanlılığını meselâ Avrupa Parlamentosu’nun pek de yemediği, apaçık ortaya çıkıyor.

(3) Sol ve “barış” geleneği

Bir gündem denemesi: Solun tutarlı bir barış geleneği oldu mu? Yoksa, zaman içinde kendi kavga ve savaş kültürünü oluşturdu da buna mı barışçılık dedi? 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da beliren “kan ve demir” realizminden sağ beslendi de sol hiç mi beslenmedi?

(2) “Barış” davulunu kimler çalmış geçmişte?

Evet, biliyorum, çok aşırı bir karşılaştırma; kimsenin kolay kolay aklına gelmez, Nazi yayılmacılığı ile PKK’nın şiddete dayalı alan hâkimiyeti arayışı ve bölgesel hegemonya inadını (konumuz açısından, bilhassa her ikisini savunmak için geliştirilen söylemleri) yanyana koymak. Ama gerekli.

(1) “Olmayan” savaşın “barış” bildirisi

Stalinist rötuşçular, geçmişin gerçek olaylarından geçmişin gerçek insanlarını kesip çıkarırdı. 1128’ler bildirisi daha da absürd. Bugünkü PKK’nın bugünkü savaşını kesip çıkarıyor. Dzerzhinsky’nin “boşluk”la çak yapması gibi, bizi devletin de “boşluk”la savaştığına inandırmaya çalışıyor.

Somut siyasî eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma

(a) 1128’ler bildirisine yönelik eleştirilerimin neresi hatâlıymış? (b) PKK bu yazının beşinci ve altıncı paragraflarında sıraladığım şeyleri söylemedi ve yapmadı mı? (c) Aynı sol-aydın kesim, sivil halka yönelik şu son Ankara-2 ve Ankara-3 katliamları karşısında da el’an susmuyor mu? (d) Barış ile demokrasinin ilişkisi konusunda aktardığım o kritik cümleden, eleştirdiğim anlamlar çıkar mı, çıkmaz mı? (e) Daha genel olarak, “önce demokrasi, sonra barış” mantığı doğru mu, yanlış mı? İhsan Bilgin tek bir şey söylemiyor bu konularda. Sadece “her durumda en büyük terör odağı devlettir” apolojisini tekrarlıyor.

Olmadı, imzalamadım

Barış ile özgürlük arasında, böyle mutlak bir nedensellik bağı var mı tarihte? Türkiye için ileri sürülen bu “herkesin kendini özgürce ifade ettiği ortam” talebi, PKK’nın iç hayatı ve/ya egemen olduğu alanlar, hendekler ve barikatlarla işgal ettiği ilçe merkezleri için de geçerli mi? Acaba Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, şimdi Yüksekova’da yaşayanlar da kendilerini özgürce ifade edebiliyor mu PKK karşısında? Bilmem; Diyarbakır Mazlumder bildirisine yansıyan yerel tanıklıklar, ya da HDP’li olmayan Kürt aydınlarının yazdıkları pek öyle demiyor gibi.

Nelerden geçiyoruz

Ankara-1’i “katilleri tanıyoruz, affetmeyeceğiz, unutmayacağız” diye protesto eden, pankartlar asan sevgili öğrencilerimiz ve öğretim üyesi arkadaşlarımız, Ankara-2 ve Ankara-3 hakkında neden hiç sesiniz çıkmıyor? Bu katilleri de “tanıyoruz” diyebiliyor musunuz? Yoksa bir zorluk mu çekiyorsunuz tanımakta? Bu eylemleri benimseyip onayladığı (belki emrini verdiği) aşikâr olan Cemil Bayık’ları da “affetmeyecek” ve “unutmayacak” mısınız?

Bireysel ahlâk sorunu

Resmî endoktrinasyon işte böyle; şimdi gelelim halk üzerindeki, sıradan Sovyet vatandaşları üzerindeki etkisine. Bence asıl facia, en derin dehşet burada yatıyor. Bunun adı korku; devrim uğruna “olacak o kadar” korkusu, “kurunun yanında yaş da yanar” korkusu, bir “yanlış anlama”ya veya “kaza kurşunu”na kurban gitme korkusu. Korku ve ikiyüzlülük, korku ve korkunun yalanı, böyle böyle Sovyet toplumunun kılcal damarlarına yürüyor, en küçük hücrelerine siniyor. Bireysel düzeyde ahlâk diye bir şey bırakmıyor.

Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak

Her eleştiriyi “öteki”lere, kötülere, şeytanlara, zaten sicili bozuk olanlara maledip bu yolla çürütmeye kalkacaksak. Eleştirenler hep dışarısı, düşmanlar, gayrimeşrular, sözü dinlenemez ve kabul edilemezler olacaksa. Bu silâhlar “içeri”ye de tevcih edilecekse ve her adımda karşımıza “bak gördün mü kimlerle berabersin!” tehditleri dikilmeye başlayacaksa… Bunun, demokrasi saflarında tolerans ve çoğulculuk açısından sonuçları ne olur acaba?

Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak

Satrancı yeni veya sistemsiz, antrenörsüz, el yordamıyla öğrenen çocuklar, hele daha önce çok dama oynamışlarsa, kafayı taş alıp vermeye takarlar. Tahtanın tamamına bakacak ve bütünsel pozisyona konsantre olacak yerde, aldıkları kaleleri, filleri, atları, piyonları bir kenara dizip ikide bir saymakla uğraşırlar. Hattâ bir de bol bol konuşup “bak ben senden üç piyon fazla kırmışım, yaa” diye iddialaşmaya kalkarlar. Böylece ortaya “kahve satrancı” dediğimiz bir alt-kültür çıkar.