Ana SayfaYazarlarMenderes belgeseli (4) Buharlaşan TCF, aklanan Aliler, İnönü’ye kurdurulan Tek Parti...

Menderes belgeseli (4) Buharlaşan TCF, aklanan Aliler, İnönü’ye kurdurulan Tek Parti diktatörlüğü

 

 

[8-9 Haziran 2016] 27 Mayıs 1960 darbesinin 76. yıldönümünde aHaber’in yayınladığı “Başvekil Adnan Menderes” belgeselini, şimdiye kadarki üç yazımda daha çok genel yaklaşım sorunları açısından eleştirdim. Şimdi, Türkiye’nin yakın tarihinin nasıl sunulduğu, daha doğrusu çarpıtıldığının ayrıntılarına girmek istiyorum. Bir dizi ana konu seçtim. Bunları dünkü Menderes belgeseli (3) yazımla devamlılık içinde numaraladım. Her birinde, önce bu sözümona “belgesel”in ne dediğini özetleyecek, ardından işin doğrusunu anlatacağım.

 

(5) Terakkiperver Fırka’ya ne oldu? Muhalefet ve çok-partili demokrasi mücadelesi ancak 1930’da ve Serbest Fırka’yla mı başladı? “Başvekil Adnan Menderes”i yazan ve sunanlara bakarsanız, öyleymiş anlaşılan. Bir yerde, (mealen) “1923’ten sonra Mecliste artık hiç muhalefet olmadı, kalmamıştı” diyorlar. Aynı doğrultuda, bir başka yerde 1930’un Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (gene mealen) “ilk demokrasi denemesi” olduğu iddia ediliyor. (Bu, SCF’ye katılan ve Aydın il başkanlığını yapan Menderes’in efsanevî demokrasi mücahitliği anlatımını başlatmaya yarıyor.)  

 

ÇOK YANLIŞ. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen profesyonel asker-bürokrat kadroları ile Anadolu eşraf ve âyânının önde gelenleri arasındaki çelişme hep mevcuttu. Aynı zamanda asker-bürokrat sınıfın kendi içinde, Mustafa Kemal’in çevresinde toplanan en radikal-modernist Türk milliyetçileri ile daha ılımlı subaylar arasındaki bir diğer çelişme de hep mevcuttu. Üstelik bu iki çelişme bire bir çakışmasa da — görece muhafazakâr paşalar ile Anadolu sivil toplumunun kendi temsilciler arasında gelişen ittifaklar sonucu — zaman içinde örtüşmeye yüz tuttu. 1919-22 yıllarının Büyük Millet Meclisi’nde Birinci Grubun karşısında yer alan İkinci Grubun temsil ettiği muhalefet, 1923’de dağılmadı ve sona ermedi. Tersine, 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na kanalize oldu. Üstelik, Abdullah Kıran’ın da çok yakın zamanda tekrar hatırlattığı gibi (bkz Ne mahkemelerimiz vardı 1-2, 18-26 Mayıs 2016), “cumhuriyet” sözcüğünü ilk defa adına dahil edip Halk Fırkası’nın da kendini apar topar Cumhuriyetçi Halk Fırkası’na (sonra CHP’ye) dönüştürmesine neden olan TCF, sonuçta Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Okyar’a kurdurduğu SCF gibi, en azından niyet itibariyle muvazaalı bir proje de değildi. Çok daha özerk ve ciddi bir girişimdi ve kurulur kurulmaz (İttihatçı otoritarizminin yolundan gittiği giderek belirginleşmekte olan) Kemalist otoritarizme karşı halkın yükselen tepkisini hızla kendisinde topladı. Zaten bu yüzden zamanın jakobenlerini korkuttu ve Şeyh Sait isyanı bahane edilip Takrir-i Sükûn’un (huzur ve istikrarın yeniden tesisinin!) bir parçası olarak kapatıldı. Beş yıl sonra Serbest Fırka’nın maruz bırakıldığı muamele de aynı döngünün devamı ve tekrarı gibiydi: toplumsal tepkinin bu sefer SCF’ye akıp “majestelerinin muhalefeti” olmaktan çıkarması; bunun iktidarda yarattığı korku ve endişe; sonunda partinin gene ancak birkaç ay dayanıp bu sefer Menemen Vakası bahane edilerek kapatılması, daha doğrusu kendi kendini feshetmeye zorlanması. Adnan Menderes, evet, bu ikinci deneme içinde yer aldı. Ama ne yapalım yani; Menderes’i (tek başına?) kahramanlaştıracağız diye gökten zenbille inmiş gösterip evveliyatını yok mu sayalım? Maalesef aHaber “belgesel”ini üretenler de böyle düşünüyor olmalı ki, Terakkiperver Fırka’nın kritik rolü ve konumu hiç yok, zerrece yok “Başvekil Adnan Menderes”te. İşin komiği, benimle yapılan çekimin ekrana getirilen bir bölümünde bunları şahsen anlattığım (ve oraları çıkarılmadığı) halde, ana metinde yer almıyor. Yani ben anlatıyorum TCF’yi, senarist de bunu alıp kullanıyor, ama gene de uyanmıyor ve kendi yazımına katmıyor; (Menderes uğruna) SCF ilkti diye anlatmaya devam ediyor! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

  

(6) Atatürk başka herkesle birlik içindeydi de bir tek İnönü mü karşı safta yer alıyordu?

 

Acaba “Başvekil Adnan Menderes”in yapımcı, senarist ve sunucuları, Cumhuriyetin muhalefet ve çok-partili hayat tarihinin en temel meselelerinden böylesine habersiz mi gerçekten, yani sırf cehalet yüzünden mi düşüyorlar bu yanlışlara, yoksa işin içinde iş mi var? Shakespeare’in Hamlet’inin bir ara asıl niyetini gizlemek için deli rolü oynamaya kalkması, ama Polonius’un durumdan şüphelenip kendi kendine “Though this be madness, yet there is method in’t” diye mırıldanması gibi, “belgesel” ekibinin de görünürdeki “cinnetinin ardında bir yöntem,” bir taktik mi saklı? Siz karar verin; çeşitli yerlerde şöyle sunuyorlar 1920’ler ve 30’ların siyasî saflaşmalarını: (mealen) bir “Mustafa Kemal ve diğer Millî Mücadele kahramanları” vardı, yani “hepsi birer askerî deha” diye tavsif edilen Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy’lar, bir de İsmet İnönü, bunların dışında tutulan. İlk gruptakilerin arasında, sanırsınız ki su sızmıyor. İnönü ise ayrı biri. Anlıyoruz ki en azından bunlar kalitesinde değil. Belki, geldiği yere haksız gelmiş bir gâsıp. Sanki 1919-22’de o da savaşmamış. Ve Mustafa Kemal dahil o bütün diğer kahramanlara galiba gizli, sinsi bir düşmanlık güdüyor.  

 

ÇOK YANLIŞ. Böyle bir kamplaşma yok. Daha doğrusu, kamplaşma var ama bir yanda Mustafa Kemal ve diğerleri ile diğer yanda İnönü arasında değil. Bir yanda Atatürk ve İnönü ile diğer yanda hemen bütün diğer paşalar arasında. Tepeden inmeci modernist ve bu arada otoriter laisist olanlar, Mustafa Kemal ve İsmet. Ötekiler, yani Karabekir, Bele, Orbay ve Cebesoy ise, saltanat ve hilafetin ilgasında tereddütlü, cumhuriyetin aceleye getirildiğini düşünen, otoriter laiklik mecrasına düpedüz muhalif, reformlarda (inkılâplarda) daha tedricî bir yol izlenmesinden yana olanlar. Ve yukarıda anlattığım gibi, Mustafa Kemal’in eteklerine yapışarak gelişen jakoben çevreden giderek artan dozajda baskı ve hakaret görüp dışlandıktan sonra, 1924’te gidip — Atatürk’ün “muzır teşkilât” diye nitelediği — TCF’yi kuran ve başına geçenler de bunlar. Üstelik, kapatılmakla kalmayacak; İzmir Suikasti’nin ardından yükselen devlet ve iktidar terörü dalgasında “Dört Ali”lerin İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanacak, idamla burun buruna gelecekler. Dahası, onları sehpadan büyük ölçüde İnönü’nün “paşaları vermem” müdahalesi alacak (kendini dahi tehlikeye atmak pahasına). Gene de sonraki yıllarda ya sindirilecek, ya sürüm sürüm süründürülmeye devam edecekler. 1925-27 yıllarının bu “üçüncü dönem” İstiklâl Mahkemeleri, kâh Fransız Devrimi’ndeki 1792-94 “Terör” döneminin mirasçısı, kâh birkaç yıl sonraki “Moskova Duruşmaları”nın habercisi (nasıl 20. yüzyılın ilk soykırımını Nazilerden önce gerçekleştirdiysek, gene 20. yüzyılın ilk düzmece mahkemelerini de  Stalin ve Vişinsky’den önce tezgâhlamakla övünebiliriz). Rauf Bey, örneğin, o sırada Viyana’da. Tesadüf, tedavisi için gitmiş. “Aliler Mahkemesi” Orbay’a gıyabında on yıl kalebentlik biçiyor; ayrıca medenî haklardan mahrumiyetine ve bütün mallarının haczine hükmediyor. Tanımayacak, kabul etmeyecek, 1933 affından dahi yararlanmayı reddedecek ve ancak yıllar sonra Türkiye’ye dönecek. Kâzım Karabekir 1927’de beraat edecek etmesine. Ama 1927’de müşir (mareşal) olacakken re’sen emekli edilecek, inzivaya zorlanacak, on yıl aralıksız takip edilecek ve peşinde sivil polis olmadan şuradan şuraya adım atamaz hale getirilecek. 1925-27 krizinin sonunda, Mustafa Kemal, Nâzım’ın ifadesiyle “o muazzam ve muzaffer kumarbaz,” CHP’nin İkinci Kurultayında verdiği Büyük Nutuk’la “herşeyi ben yapmıştım, hep ben haklıydım ve her zaman en doğru olan sadece bendim” demeye getirir (aynen Stalin’in 1938’de çıkardığı SBKP (B) Tarihi gibi). Karabekir’in 1930’lar boyunca kaleme aldığı alternatif İstiklâl Harbimiz kitabı ise daha piyasaya çıkmadan (hâlâ yürürlükteki) Takrir-i Sükûn kanununa dayanarak toplatılır, yasaklanır ve bütün birincil kaynaklarına el konur. Karabekir ancak Atatürk öldükten sonra, dikkat edin, Ocak 1939’da, yani İnönü’nün cumhurbaşkanlığının hemen başında, bir tür “post-Stalinist” rehabilitasyondan, Kruşçevci bir “buzların çözülüşü” (Ehrenburg) iade-i itibarından yararlanarak kovuğundan çıkıp milletvekili seçilecek ve artık tamamen etkisiz de olsa kamusal alana şeklen geri dönecektir.

  

(7) Mustafa Kemal daha hoşgörülü ve demokrattı da, İsmet Paşa mıydı asıl sert ve jakoben olan? Aralarındaki anlaşmazlıklarda hep Tek Adam haklı, İkinci Adam mı haksızdı? Atatürk hayattayken Tek Parti istibdadı yoktu da ölünce İnönü tarafından mı kuruldu? Evet, bir de böyle bir triptych veya triloji, aşağı yukarı bu şekilde özetleyebileceğim bir üçleme, üç bölümlü bir masal yedirilmiş, Menderes “belgesel”inin genel dokusuna. Atatürk hayatta olduğu sürece rejime asla Tek Parti denmiyor örneğin. Ne zaman ki İnönü cumhurbaşkanı seçiliyor, Tek Parti deyimi kullanılmaya başlıyor. (Ve gene komik bir tutarsızlık söz konusu: ekranda Halil Berktay diye biri söz ediyor, 1925-38 dahil bir “Tek Parti diktatörlüğü”nden; senarist bu çekim fragmanını kullanıyor gerçi, ama kendi anlatımı açısından ne dendiğini ya algılamıyor ya umursamıyor.) Daha vahimi, o 1925-38 arasının hemen tek meselesi, bir “cumhurbaşkanı – başbakan çekişmesi” gibi gösteriliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi, Atatürk iyi, İnönü kötü bu çekişmede. Atatürk (her nasılsa) devlet ve hükümet işlerini İnönü’ye bırakmış. Ama “benim sözümden çıkmayacaksınız” diye de uyarmayı ihmal etmemiş. Ne ki, görevi kendisine emanet eden büyüğünün, Erdoğan’ın pardon Atatürk’ün sözünü dinlemiyor İsmet Paşa; haddini aşıyor, çizmeden yukarı çıkıyor ve aradaki (hep o meşum korku filmi seslendirmesiyle anlatılıp karanlık bir komplo havası verilmek istenen) anlaşmazlıklar, Davutoğlu’nun pardon İnönü’nün sorumsuzluğu yüzünden habire derinleşiyor. Cumhurbaşkanının istediği tâyinleri yapmıyor; Mustafa Kemal’in adamlarına karşı kendi adamlarını koruyup güçlendirmeye çalışıyor; şüpheli yabancılarla şüpheli ilişkiler kuruyor (İnönü’nün meselâ Stalin’le resimleri gösteriliyor bu noktada, korkunç kanıtlar gösterirmişçesine, hep aynı tüyler ürpertici “gerilim sesi” eşliğinde); özetle, ne kadar ilginç, tamı tamına seksen yıl sonrasının Pelikan Dosyası’nda anlatılan günahları işliyor. Sonunda o günkü ve bugünkü bütün reislerin sabrı taşıyor; İnönü uzaklaştırılıyor ve yerine İş Bankası’nın başından “genç ve parlak bir ekonomist” yani Binali Yıldırım pardon Celâl Bayar getiriliyor (hay allah, ne çok dilim sürçtü bu gece; Boston-Roma uçağında üşüyüp yakalandığım nezleden olmalı). Bu da, tek kötü adam İnönü’ye karşı iyi adam Atatürk ile Demokrat Parti (ve Menderes) arasında bir himaye ve devamlılık köprüsü kurmaya yarıyor. Özetle, DP meşruiyetini bir şekilde Atatürk’ten almış oluyor. Buna karşılık İnönü, on iki yıllık başbakanlığı sırasında her şeye rağmen kendi ekibini kilit mevkilere yerleştirmeyi başardığı için, 1938’de Atatürk’ü değilse bile ekibini tasfiye edip (Mustafa Kemal’in önleyemediği ama Erdoğan’ın önleyebildiği bir manevrayla) partiyi de, devleti de ele geçirerek geri dönüyor ve asıl zulüm bundan sonra yaşanıyor.

 

ÇOK YANLIŞ. Neresinden başlayalım? Deveye sormuşlar, boynun neden eğri diye; nerem doğru ki demiş. Onun gibi bir şey. Tarih güncel ve fraksiyonel siyasete bu kadar sığ ve dolaysız biçimde âlet edilip, Atatürk-İnönü ilişkisi Erdoğan-Davutoğlu ilişkisi (daha doğrusu Erdoğan-Davutoğlu ilişkisinin reisçi yorumu) üzerinden okunmaya kalkılınca, tanınmaz ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Birincisi, daha önce değindiğim bütün o 1925-27 sarsıntıları içinde, kesinlikle Mustafa Kemal değil İsmet Paşa, görece daha hukukî, muhalefete karşı biraz daha yumuşak ve toleranslı davranan. Şeyh Sait isyanı ile Terakkiperver Fırka’nın “irticaî” ilişkisini o kadar da gerçekçi bulmuyor örneğin. Biraz önce de belirttiğim gibi, “paşalar” lehine İstiklâl Mahkemesi’ne çok riskli bir müdahalede bulunuyor (oysa o sırada Mustafa Kemal, Karabekir’i konuşturdular diye [güya bağımsız mahkemenin] Alilerini azarlamakla meşgul). Sürgündeki Rauf Orbay’ı ve neredeyse ev hapsinde yaşayan Kâzım Karabekir’i usulca kollamaya çalışıyor. Atatürk ölmeden veya öldükten sonra geri dönmelerini sağlıyor. Unutmayalım; İnönü’nün aşırılıklardan kaçınma çabası Dersim’de yapılanları bir noktadan sonra yeterli görüp daha ileri gidilmemesini istemeye kadar varıyor. Ama bu ve benzeri noktalarda, icabında İnönü’ye de kulak asmayan jakoben sertlikler, asıl Atatürk ve çevresinden kaynaklanıyor.

 

Çünkü ikincisi, Mustafa Kemal devrimci bir yıkıcıysa, İnönü (inşacı demiyeceğim ama) daha çok bir ölçü, denge ve düzen adamı. Herhangi bir anlamda “kumarbaz” değil; ihtiyatlı bir satranç oyuncusu. Boş vakitlerinde saatlerce rakı içip sohbet etmiyor (geyik muhabbeti yapmıyor); belki uyuyup dinlenmeye çalışıyor, belki yığınla rapor okuyor, belki biraz viyolonsel çalıyor. Haydi ben de bazı tarihsel benzetmelere başvurayım; Atatürk – İnönü ilişkisinde, kısmen Mao – Co [Çu Enlay veya Co Enlay] ilişkisini, kısmen Enver Hoca – Mehmet Şeyhu ilişkisini, kısmen Brejnev – Kosigin ilişkisini andıran yanlar var. Birileri kuralsız, diğerleri kuralcı. Birileri şairane sıçramalarla kırıp döküyor; diğerleri kurtarmaya, onarmaya ve yürütmeye uğraşıyor. Mao, örneğin, Büyük Proleter Kültür Devrimini başlatıp ülkeyi kaosa sürüklüyor; ekonomiyi mahvediyor; Kızıl Muhafızlara herkese ve her şeye saldırmaları için gaz veriyor, yeşil ışık yakıyor; en ufak bir vefa, zerrece kadirşinaslık göstermiyor, “revizyonist” saydığı Liu Şaoşi veya Deng Şiaoping gibi en eski yoldaşlarına. Co Enlay ise Kültür Devrimine açıktan karşı çıkmamakla birlikte hem hükümet çarkını döndürmeye, hem (alttan alta, elinden geldiğince) Liu, Deng ve başkalarını biraz olsun koruyup kollamaya, tırmanıcı “Dörtlü Çete”nin ve Kızıl Muhafızların yeniyetme gaddarlığından sakınmaya çabalıyor. Türkiye’de ise eski silâh arkadaşlarına karşı vefasız ve acımasız olan, “kurtlukta düşeni yemek kanundur” ilkesi uyarınca (bkz Kemal Tahir) onları Alilerin (Vişinsky’lerin, Yagoda’ların, Yezhov’ların) önüne atan, bizzat Mustafa Kemal; kısmen koruyucu ve yumuşatıcı rolü ise İnönü oynuyor. Menderes “belgesel”inde Atatürk’ün devlet ve hükümet işlerini İnönü’ye bıraktığı kaydedilmekte. Doğru. Doğru da, kendisi ne yapıyor bu arada? Mao’yu haber verircesine kendini bir tür Kemalist Kültür Devrimi’ne adıyor. Bir yandan çok ve aşırı içiyor; diğer yandan Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi tümüyle bilim dışı fantezilerle uğraşıyor. Aynı Kültür Devrimi uygulamaları içinde zikredilmesi gereken öztürkçecilik de öncelikle Atatürk’ün işi, Türkçe ezan da, bir süre alaturkayı (terbiye edilmiş adıyla “klasik Türk musikisi”ni) yasaklamaya kalkmak da. İnönü ise iktidarı paylaşmanın mutlak icapları dışında (ki bu da tarih karşısında belirli bir sorumluluktur) pek karışmıyor ve belki hepsine biraz şüphe ve endişeyle bakıyor. Bunun en çarpıcı örneği, Atatürk ölür ölmez Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi zırvalıklarını bir anlamda rafa kaldırması; en azından desteğini çekmesi, Cumhuriyetin bilim ve kültür vitrininden çıkarması, resmen reddetmese bile giderek devre dışı bırakması. Şu da bir gerçek ki, Atatürk zaman zaman devleti hakikaten rakı sofrasından yönetmeye kalkıyor ve bu da olanca bürokratik kuralcılığı içinde İnönü’nün kabullenemiyeceği bir şey. Nitekim aralarındaki son büyük 1937 kavgası da buradan kopuyor.

 

Yanlış anlaşılmasın; aHaber “belgesel”inin tam tersi yöne kayıp, bu sefer Atatürk’ün hep haksız İnönü’nün hep haklı olduğunu iddia etmek değil amacım. Sonuçta, İnönü de otoriter modernist bir Türk devletçi-milliyetçisi; bir dönemin bütün dünya görüşünü, ideolojisi ve politikasını o da paylaşıyor. Kaldı ki, uluslarası duruma ve Avrupa’ya bakışta herhalde Atatürk daha vizyoner, zira daha Batıcı, daha İngiliz-Fransız yanlısı, madalyonun diğer yüzünde daha anti-Faşist ve anti-Nazi; nitekim bu yüzden Recep Peker’e hakettiği ama İnönü’nün gösteremediği, dengeciliği ve ürkekliği yüzünden gösteremiyeceği tepkiyi Atatürk gösteriyor ve CHP Kâtib-i Umumi’liğinden (genel sekreterliğinden) uzaklaştırılmasını sağlıyor. Öte yandan, bir kere daha unutmayalım ki aynı Recep Peker’in 1946-50 arasındaki faşizan şahinliğini ise İnönü engelliyor ve bu sefer başbakanlıktan istifa ettirip politikanın tümüyle dışına atıyor; TCF ve SCF gibi DP’nin de ezilmesini önlüyor; 1946 ve 1950 seçimlerinin yapılmasını sağlıyor; çok-partili hayata barışçı geçişin bir bakıma garantörü oluyor. DP dönemi gelip geçecek; 27 Mayıs gelip geçecek; 14 Mayıs 1969’da gene İnönü, dönemin Atatürkçü-darbecilerinin “kuyudan adam çıkarma”ya karşı attığı naralara kulak asmaksızın eski arkadaşı ve rakibi Celâl Bayar ile buluşup, eski DP’lilerin siyasî haklarının iadesinde anlaşacak; gerekli anayasa değişikliği CHP’nin desteğiyle Mecliste onaylanacak. (Fakat ilginçtir; demokrasi ve toplumsal uzlaşma açısından büyük önem taşıyan bu adım bir yandan TSK’yı temsilen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay marifetiyle engellenirken, diğer yandan, sol adına demokrasiyi savunmasını bekleyebileceğiniz Türkiye İşçi Partisi de 27 Mayısçılık mirasına sığınıp değişikliğin iptali için Anayasa Mahkemesine başvuracak!)

 

                                                                  *          *          *

  

Nereden başlayıp, nerelere gittik… Durup azıcık geri dönelim; asıl söylemek, döne döne  vurgulamak istediğim şu: Yukarıdaki bilgilerin hiçbiri, ama hiçbiri yer almıyor “Başvekil Adnan Menderes” belgeselinde. Tekrar edeyim; ne Terakkiperver Fıkra var, ne İstiklâl Mahkemeleri, ne TCF paşalarının başına gelenler, ne bütün bunlarda Atatürk’ün oynadığı “en jakoben” rol, ne de İnönü’nün Atatürk’e kıyasla daha merkezci, daha kuralcı, daha dengeli ve dengeci, yerine göre daha vefalı konumu. Hepsi, toptan, külliyen (a) Türkiye’nin çok-partili demokrasi serüveninin kötülük faturasını, sonraki DP-CHP, Menderes-İnönü kutuplaşmalarından hareketle tamamen İnönü’ye kesme çabasına; (b) Atatürk-İnönü ilişkisini çok yakın zamanda krizli bir ayrılışla sonuçlanan Erdoğan-Davutoğlu ilişkisinin reisçi yorumu üzerinden okuma çabasına feda edilmiş durumda.

 

Tarihin bu kadar, bu düzeyde, bu kadar seviyesizce maskarasının çıkarılıp güncel siyasetin emrine verilmesini kabullenmek olanaksız. Ne bilime sığar, ne gerçeğe, ne ahlâka. Öte yandan, kendi kazdığı kuyuya düşme tehlikesinin de kapısını aralar. Siz her şeye alegorik bakarsanız, başkalarında da hep alegorik düşünme eğilimi doğar. Siz her taşın altında bir komplo ararsanız, başkaları da aynı şeyi yapmaya başlar. Siz bazı kritik olguları tümüyle es geçerseniz, başkalarının aklına pekâlâ kurt düşebilir: Acaba bu “ihmal” neden? Şimdi neyi, niçin, kimden ve nereden kaçırıyorlar?     

 

Şu 1925-27 İstiklâl Mahkemelerinden ve “Dört Ali”den hiç söz edilmemesi, örneğin. Çok ama çok tuhaf değil mi sizce? TCF-SCF-DP-AP-ANAP ve nihayet AKP geleneğinden gelenler için daha müşahhas bir küfür olabilir mi yakın tarihte? Yassıada Mahkemesi 15 idam kararı verdi ve bunlardan üçü yerine getirildi (Menderes, Zorlu, Polatkan). Korkunç tabii. Öte yandan, 1925-27’de kaç kişi yargılandı, kaç kişi asıldı dersiniz? Ergün Aybars, İstiklâl Mahkemeleri’ni bu başlıklı kitabında  hararetle savunur; yeryüzünün en âdil “devrim mahkemeleri” diye göklere çıkarır. Aybars’a göre, Şeyh Sait isyanı ve isyan bölgesi dahil “ikinci dönem” (1921-23) ve “üçüncü dönem” (1923-27) mahkemeleri sonucu gerçekleşen infaz sayısı “sadece” 576’dır. Benim internette kısa bir taramayla bulabildiğim başka bir döküm ise, Ankara, Samsun, Eskişehir, Kastamonu, Konya, İsparta, Pozantı ve Yozgat dahil (yani asıl Diyarbakır veya Şark İstiklâl Mahkemesi hariç) toplam sekiz İstiklâl Mahkemesinin (i) 732 idam ve (ii) 2222 tecilli idam veya gıyabi idam kararı verdiğine işaret ediyor. Benim neslim 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerini çok olağanüstü, en olağanüstü sandıydı. Üstelik de nüfus bakımından çok daha küçük bir Türkiye’nin 1925-27’de neler çektiği pek kafamıza dank etmemiş anlaşılan.

 

Adını koyalım: bundan ağır bir hukuksuzluk, insana bundan daha fazla durdurulmazlık ve çaresizlik hissi veren bir devlet terörü yaşanmadı herhalde Cumhuriyet döneminde (1915’in Ermeni tehcirini saymıyorum). Müslümanların, daha genel olarak AK Parti’yi destekleyen kesimlerin (ve medyanın) da en çok kahrını çektiği, en fazla karşı olmaları gereken zulüm bu olmalı.

 

Öyleyse Yassıada’nın ağababası, demokrasi tarihimizin en kara lekesi niteliğindeki bu mahkemelerden, demokrasi tarihimizin bir başka kara lekesi etrafında dönen Menderes “belgesel”inde hiç söz edilmemesi nasıl açıklanabilir? Alilerden söz açılırsa iş Mustafa Kemal’e kadar uzanır diye mi bu tasarruf? Sırf Atatürk’ü esirgemek için mi yani? Ya da Erdoğan/Atatürk, Davutoğlu/İnönü benzetnelerini bozmamak uğruna mı? O günün Alileri bugünün Alilerini çağrıştırmasın diye bir hesap da var mı dersiniz? Olabilir mi? Bu tür projeler bu kadar titiz, bu kadar ayrıntılı mı tasarlanmakta?

 

Gördünüz mü, alegorik yaklaşım, belki öküz altında buzağı aramak misali, başka hangi alegori kuşkularının kapısını aralıyor? Fakat sanırım bu soruyu bir de sıra Demokrat Parti’nin kurduğu Tahkikat Encümeni’ne geldiğinde tekrar soracağım.

- Advertisment -