Yıldıray Oğur

Kahrolsun anksiyete!

Medyada ülkenin sorunlarının neredeyse görülmediği, örgütlü herhangi bir toplumsal tepkiye izin verilmeyen, hukukun muhalif seslere karşı sopa olarak kullanıldığı, siyasetin alternatif üretemediği, böylesine ciddi ekonomik sorunların yaşandığı bir ülkede iktidarların en azından sorunların varlığını kabul edip, topluma bunları çözme güvenini vermesi beklenir.

“Acırsanız acınacak hale gelirsiniz” le nereye gelinir?

Yazı ve konuşmalardan ibaret bir iddianameyle 70 yaş üstü iki yazarın hapiste geçen 3.5 yıldan sonra 10 ve 8 yıl yıl hapis cezaları alıp, tahliye olması, “FETÖ’cüler tahliye ediliyor” kampanyasına dönüştürüldü. Kendini en ileri giden FETÖ avcısı olarak görenlerin iddiaları havada uçuştu, bir anda Altan ve Ilıcak FETÖ’nün beyin takımı ilan edildi. Ve Türkiye’nin daha sert kırılma anlarında dahi dolaşıma girmemiş o söz tekrar dolaşıma girdi: “Acırsanız acınacak hale gelirsiniz!”

Kolektif narsisizm bizi büyük yapar mı?

Ülkenin gerçekleri, imkanlarıyla uyuşmayan bu aşırı özgüvenin sonu hasar masraflarını bütün toplumun ödeyeceği duvarlara toslamakla bitebilir. Narsisizm bir ülkeyi büyük yapmaz ama büyük yanlışlara sürükleyebilir.

“Demokratik Atatürkçülük” mümkün mü?

O yüzden 17 yıldır muhalefette olmanın, ülkede demokrasi ve hürriyet erozyonunun katkılarıyla karşımıza bir “demokratik Atatürkçülük” de çıkabilir. Böyle bir değişim sadece tarihin tatlı hikayeleri içinde kaybolmuş laik kesime değil, uzun yılların kötü tecrübeleri sonucunda rövanş duygusunun ve korkusunun en baskın siyasi motivasyon haline geldiği muhafazakarlara da iyi gelecektir.

“Yaşıyor muydu ki zaten?”

Sonunda IŞİD sahada yenildi, lideri kendini havaya uçurdu ama bu tehlikeli yorum külliyatı ve terör yöntemleri tecrübesi var olmaya devam ediyor. Kriz anlarında yeniden ortaya çıkmaması, kendisine başka mecralar, mümbit topraklar bulmaması, başka bağlamlarda kullanılmaması için ortada hiçbir neden yok.

Başka bir bilanço da mümkün

Bir zamanlar Ortadoğu’nun bütün meseleleriyle ilgilenen Türkiye’nin artık bölgede tek bir dosyası var; YPG’nin Suriye’deki varlığı. Bunu bölgedeki bütün aktörler de biliyor. Türkiye’nin bu hassasiyeti, onlarla yürütülen görüşmelerde bir zaafı haline gelmiş durumda. 911 kilometrelik sınırında yaşanan, 40 yıldır uğraştığı bir sorunla ilgili Türkiye’nin elinde silahtan başka alet kalmamış durumda, sorunun çözümü için Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yılın başından beri sekiz kez Rusya’ya gitti, şimdi de ABD’ye gidecek

Nasıl olsa bir gün bir arşivde okuruz…

Ülkenin en iyi üniversitelerinden biri, mevcut parasını kullanamayacak, çalışanlarına maaş veremeyecek hale getirildi. Ahmet Davutoğlu’nun parti kurma girişiminin hıncı ülkenin ve muhafazakar kesimin değerli bir markası olan bir üniversiteye çıkarılırken herkes sessiz. Sesini çıkarıp araya girmesi gerekenler en sessizleri. Muhafazakar kesimin kanaat önderleri, daha büyük ve “ulvi davalar” için bunun da yapılmasına rıza göstermiş bekliyor.

Her şey kültür ve sanat için…

Ahlak lafta değil, hayatın içinde sınanarak ortaya çıkıyor. Aforizmalar, kimseyi erdemli yapmaya yetmiyor. Kültürel iktidar da siyaseten üniversitelere kayyım atayıp, kültür, sanat işleri yapsınlar diye birilerine bina vermekle kurulamıyor.

Geçmiş olsun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti!

Türkiye şimdi hala PKK’yı terörist olarak tanımayan, YPG’ye Moskova’da ofis açtırmış Rusya’yla ve PKK’ya 19 yıl boyunca ev sahipliği yapmış, YPG’ye hala terörist demeyen, Türkiye’yi işgalci olarak gören Esad yönetimiyle YPG’nin çekilmesi ve güvenli bölge konularında uzlaşmaya varmaya çalışacak.

“Evlatlık Ferhat” nasıl “General Mazlum” oldu?

Operasyonun Kürt asabiyesine dokunmasının sebepleri arasında, Suriyeli Kürtlerin büyük bir devlet karşısında yalnız kalması, tarihin tekerrür edip bir kere daha büyük bir gücün ihanetine uğranılması, operasyon için kullanılan milliyetçi, fetihçi dil kadar, Türkiye’nin Irak Kürdistan referandumuna sert tepkisi, Demirtaş ve HDP’lilerin tutuklanması, son kayyım kararlarının yarattığı birikim de var. Yurtdışında görünür olabilen ama Türkiye’de görünür olamayan bu algı ve his, kısa, orta ve uzun vadelerde ciddi kırılmalara neden olabilir.

Anavatan’ın havasından uzak kalınca….

Savaş meydanında yüzüne tüküren düşmanı nefsi için öldürmüş olmamak için bırakan Hz. Ali kıssalarıyla, merdivenden inerken önüne serilmiş düşman bayraklarını kaldıran Atatürk hatıralarıyla yetiştirilmiş bir toplum, bir kriz anında soğukkanlılığını bu kadar kaybetmemeli. Haydi bir BBC’imiz olmadı, olmayacak ama kamuflaj giyip düşmana “gelin, gelin” diye dayılanan spikerleri de hak etmiyoruz.

Gerçekten esas sorun ‘algı’da mı?

Belki işe “Türkler ve Kürtler doğal düşman, 200 yıldır savaşıyor” diyen cahil Trump’a kızdığımız kadar, bu sözleri onun ağzına verdiğimiz için kendimize de kızarak başlayabiliriz. Neden bu coğrafyada sorunlarımızı çözmeyi başaramadık da binlerce kilometre ötedeki bir ülke aramıza böyle girebildi, bugün neden sınırın iki tarafında birbiriyle akraba olan ailelerin yaşandığı komşu Nusaybin ve Kamışlı’da insanlar ölüyor.

Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor, seviy…

Bugün ABD’de ve dünyada bu kadar geniş bir koalisyonun karşı çıktığı, sadece Trump ikna edilerek girilen bir askeri operasyonun ülkeye faydaları ve zararları üzerine özgür bir tartışma yapılabilmeli. Ortada operasyon için haklı sebepler olsa da dış politikadaki kararlar tartışmaya kapalı, herkesi hemfikir olması gereken milli kararlar değildir, politik tercihlerdir. Sonuçları da hepimizi etkiler.

Peki devlet hakkında vatandaşın aklında kalan şüphe?

İnsanlar işledikleri somut suçlardan değil, neredeyse selam vermenin bile içine girebileceği hukuki olmayan bir kavram olan iltisak kriteriyle yargılanıyor, ceza alıyor, işlerini kaybediyorlar. Bu belalı örgütle bir şekilde ya da tarihin bir döneminde iltisaklı olmuş, varlığı, gücü, referansı olmayan hiç kimseye devlet bir çıkış kapısı açmıyor, açmak da istemiyor.

“Tayyip” ten “Ekrem”e; bir ziyaretin hatırlattıkları…

İstanbul’un deprem hazırlıklarının sadece deprem sonrasına yönelik olmasına karşı kızgın. Bakanların yaptığı “Her şeyimiz hazır, dört dörtlük” benzeri açıklamalara da. “Deprem öncesine ilişkin yapılacak çok iş var” diyor. Maalesef anlattıklarından bu işlerin uzun süredir ihmal edildiğini, deprem sonrası ile ilgili simülasyonların vahim olduğunu öğreniyoruz.

Hiçbir şey olmadıysa bile kesinlikle bir özür dilemelisiniz!

Ülkenin en iyi yaptığı iş olan seçimi, yıllardır başarıyla yürüten bu insanlar, sandıktan bu kez istenilen sonuç çıkmadı diye olur olmadık ithamlara maruz kalıp, durup dururken şüpheli hale sokuldular, itibarlarıyla oynandı. Üstelik hizmet ettikleri devlet tarafından. Bu takipsizlik kararının açıklanmasından sonra aylarca onları suçlayanların çıkıp bir şey demesini bekliyor insan. Tabii bu normal insanlardaki mahcubiyet duygusuna dayanan bir beklenti.

İstanbul’un bir III. Napolyon ve Haussmann’a ihtiyacı var

Bugün İstanbul, milyonlarca insanın akşam yatağa deprem tedirginliğiyle gittiği bir şehir. Şehri terk edenler var, evini değiştirmeye çalışanlar, çocuğuyla birlikte uyumaya başlayanlar... Milyonlarca insanın hayatı, geleceği, siyasi önyargıları, eski defterleri bir tarafa bırakarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu arasında deprem için bu işbirliğinin kurulmasına bağlı.

İstanbul’un yıkıcı siyasi fay hatları

Nasıl 20 yıl önce olan biten unutulup Avcılar, yeniden nüfusu artan bir yerleşim yeri olarak devam ediyorsa, Zeytinburnu’nu taşıma projeleri rafa kaldırıldıysa, daha yeni seçim için imar affı çıkarıldıysa, bu bir kaç günlük deprem paniği de geçecek. Halbuki elde panik yapmak için her türlü haklı sebep var. Ama en çok panik yapmamız gereken, zaten olacağı belli olan deprem değil artık. Valiliğin resmi sayfasındaki tahminlerde en az 70 bin kişinin ölümünün beklendiği İstanbul depremi bağıra bağıra gelirken hala İstanbul’da depremin sahibi kim belli değil.

Atmosferdeki nefret salınımını artıran küçük kız…

Greta ve arkadaşları, BM yıllık toplantılarına katılmışken, 2011 tarihli bu sözleşmenin tarafı olan gelişmiş ve gelişmekte olan beş ülkeyi karbon emisyon oranlarını düşürmeyerek çocuk haklarını ihlal ettikleri gerekçesiyle BM’ye şikayet ettiler. Sözleşmeden doğan bir hakkı kullandılar. Tabii ki sembolik, yaptırımı olmayan bir şikayet bu. Ama 15 tane çocuğun, karbon emisyon oranları meselesiyle ilgili haklı ve sembolik bir eleştirisinden bile Türkiye düşmanlığı, uluslararası komplo alınganlığı çıkarmak herhalde eziklikten başka bir şey değil.

İspanya’dan Youtube’a yüklediği videolarla Mısır’ı ayaklandıran müteahhit…

2 Eylül’de cep telefonuyla çekip Youtube ve Facebook’tan yayınlandığı ilk videodan beri Mısır onu takip ediyor. Televizyonlar, gazetelerde ondan hiç bahsetmese de ilk videosunun izlenme sayısı 1.7 milyona ulaşmış. Çünkü elinde sigarası, bağrı açık beyaz ütülü gömleği, sokak ağzıyla konuştuğu Arapçası ve aktörlük yeteneğiyle anlattıkları Sisi’nin kirli çamaşırları, yolsuzlukları, lüks inşaat projeleri ve yaptırdığı saraylar... Üst düzey ordu görevlileri için lojmanlarının yanında onların istekleri doğrultusunda 120 milyon dolarlık lüks bir hotel inşaatı yapmış. Sisi ve eşine ilk olarak Savunma Bakanlığı’na getirildiğinde lüks bir ev yapmış. Hatta Sisi ve eşi, evin yakınlarındaki Rabia Meydanı’nda 2013 yazında askerlerin katliam yaptığı gün, dekorasyon için o evdelermiş.

‘Anayasayı açıklama, yoksa partiyi kapatırız’

Eğer bugün kimsenin mesele etmediği Cumhurbaşkanı’nın eşinin başörtüsüne takılıp, e-muhtıralardan 367 kararlarına kadar krizler çıkarılmasaydı, bugün yine kimsenin geri dönmesini savunmadığı başörtüsü yasağında ısrar edilmesiydi, hatta bu yüzden iktidar partisine kapatma davası açılmasaydı, iktidar da kendisini korumak için sertleşmeyebilir, FETÖ’nün davalarla tasfiye teklifine ikna olmayabilirdi.

Fırsatçılar için ‘fırsat’larla dolu bir dönem…

Yani Türkiye siyasetinde yeni, tuhaf ve hareketli bir siyasi dönem açılıyor. Ama sadece siyasetler değil, ahlaklar ve kişilikler de tartıya çıkacak. Yeni siyasetler yine manşetlerle, televizyonlarla çarpışa çarpışa ilerlemek zorunda kalacak. Karşılarında sadece iktidar partisini değil, onunla birlikte hareket, iktidara ortak olmaya çalışan odakları da bulacaklar.

Sopayla ahlaki üstünlük kurulabilir mi?

Gerçekten de şimdi terörist statüsünde olan bu çocukların geri gelmesi isteniyor mu? Devletin böyle bir eve dönüş hazırlığı var mı? Bunun için hukuki düzenlemeler yapılacak mı? Bu çocukların nerede olduğuyla ilgili devletin şu ana kadar bir tespiti oldu mu? Bu soruların üzerine düşünen olup olmadığından bile emin değilim.

Ankara’da çorak bir tarlaya bakarken…

Genel olarak bütün konuşma boyunca daha az ideolojik referansları olan bir dil kullanmaya çalıştı. Vatandaşlık, devlet, haklar ve özgürlükler konusunda klasik liberal tespitler yaptı, İslami referansları ve kelimeleri ölçülü kullanmaya çalıştı. Gerçekten toplumun farklı kesimlerini en baştan kaçırmayacak, ortak bir dil tutturma çabasını konuşmasında bile görmek mümkündü.

Adaletsizlik değil, seri adaletsizlik…

Eğer Kaftancıoğlu CHP İstanbul İl Başkanı olmasaydı, 31 Mart’ta CHP İstanbul belediyesini kazanmasaydı, sonra seçim iptal edilmeseydi, binlerce kez atılmış olan bu tweet de savcıların umurunda olmayacak, 23 Haziran’da CHP bir kere daha seçimi kazanmasa yıllar önce atılmış bu tweetlerden dokuz yıl hapis cezası da muhtemelen çıkmayacaktı.

Söz konusu olan teferruatlar üzerine…

Neyse ki Feyzioğlu bu cümleye “Atatürk’ün dediği gibi” diye başlamamış. Çünkü Atatürk’ün böyle bir sözü yok. Atatürk’ün konuşmalarının olduğu hiçbir kitapta böyle bir söz geçmiyor. Nutuk’ta geçmiyor. Hatıratlarda geçmiyor. 1930’dan itibaren Cumhuriyet gazetesi arşivi, 1950’den sonraki Milliyet gazetesi arşivinde kelime araması yapılabiliyor. Orada bu sözün bir benzerinin geçtiği en eski tarih 2006.

Bugün o konuşma yapılabilir miydi?

Türkiye'de her şey "hikmet-i hükümet" sayesinde birer bilmeceye dönüşmüştür. 2398 yıl önce Sokrates'in nasıl yargılandığını biliyoruz. Ama yüzyıl önceki Mithat Paşa davası hâlâ bir sır. Bir sayın Adalet Bakanı ayrılış konuşmasında "adalete karışmadığını" övünçle söyleyebiliyor, bunu erdem olarak sunabiliyor. Bu itiraftan anlıyorsunuz ki, yargının kapısı siyasal müdahalelere açık. Ama kimseden çıt çıkmıyor...

Sokağın ‘huzur’unu bozan bir yazarın ardından…

Başörtüsünün köylülükle, fakirlikle eşit görüldüğü zamanlardı. Köylerden şehirlere göçler yeni başlamıştı. Şehirlerde kapıcı eşleri, hizmetliler dışında başını örtene rastlamak zordu. Şehirli, genç bir tesettür modası da henüz oluşmamıştı.

Dede Korkut’tan hediye hikayeleri…

Cumhuriyetle birlikte de bu eski gelenek ölmedi, kamu kaynaklarını, arazilerini, ihaleleri yandaşlara dağıtmak, kamu parasını kendi parası gibi meydanlarda “ne veriyorlar beş fazlasını veriyorum” diye dağıtmak gibi modern versiyonları içinde yaşamaya devam etti. Hatta siyasetçilerin ve bürokratların plaket, hediye, çiçek verme/alma tutkusu, düğünlere, cenazelere çelenk gönderme adetlerinin kökeninde bile bu kadim iktidarını gösterme ve kabul ettirme geleneği bulunabilir.

Türkiye’de kanaat sahibi olmanın dayanılmaz hafifliği

Zaten bir sahte haber cehennemine dönmüş, gerçeğin sürekli eğilip büküldüğü, komplo teorilerinin analizin yerine geçtiği, hiç emek vermeden kanaat sahibi olmanın dayanılmaz hafifliğine kapılmış Türkiye’nin ihtiyacı olan son şey 27 saniyelik bir videodan üretilmiş yeni komplo teorilerinin arkasına saklanarak özeleştiriden kaçan bir muhalefet.