“Türkiye şimdiye kadar zaten birkaç defa kaçan elverişli ân uğruna dikkatini yoğunlaştırmalı ve gücünü korumalıdır. Türkiye’nin Mudanya, Lozan ve Montrö antlaşmalarıyla çizilmiş sınırları sağlıklı bir devlet yaşantısına elverişli değildir. Çağımızın büyük sorunları, 1876 ve 1908’de, hattâ 1950 – 2016 arasında yaşanan büyük yanılgılarda olduğu gibi nutuklar ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kanla çözülecektir.”
Messi ve arkadaşları kötü bir başlangıç yaptı. Suudi Arabistan karşısında beklenmedik bir yenilgi yaşadılar. Tabii her şey bitmiş değil. Önlerinde iki maçları daha var. Ancak bu oyunla kupa gelmez. 1986’dan bu yana kupa umudu taşıyan Arjantin’de keyifler kaçmış durumda.
Türkiye Yüzyılı ‘kendimize ait’, ‘bize özgü’ bir faşizm teklif ediyor. Bu faşizmin ne kadar doğru ne kadar yararlı olduğu bir yana, ‘bizim için’ ne kadar normal olduğunun altını çiziyor. Çünkü ‘bizim’ geçmişten geleceğe uzanan hakiki ‘özümüz’ bu… Dolayısıyla ‘kendimiz’ olabilmek için söz konusu faşizmi istekle kucaklamamız öneriliyor. Yaşadığımız (ve yaşattığımız) her anımızda gururla taşıyacağımız, onur duyacağımız bir bayrak gibi…
Erdoğan’ın Sisi ile el sıkışmasının kendi başına bir manası yok, hadise kendi başına bir netice doğurabilir değil yani. Erdoğan’ın Sisi ile barışamayacağını varsaymış, bütün planlarını bu varsayımın üzerine inşa etmiş olanların, bilmem kaçıncı olarak bir defa daha gözlerine far tutulmuş tavşan gibi kalakalmalarının bir manası, bir neticesi var.
Hıncal’ın en parlak, en iyicil, en tatlı dönemi 1990’lardı… Özellikle 90’ların başı… O yıllarda Türkiye’ye özgür düşünceyi getiren adamın Hıncal Uluç olduğunu, Okan’ların, Cem’lerin onun paltosundan çıktığını savunan bile var. Bunu abartılı bulsam da Hıncal Uluç gerçekten de o yılların yenilikçilerindendi. Hayatla dalga geçen, rahat, öfkesiz bir hali vardı o dönemde. Elitist keyifçiliğin lideriydi.