Maalesef İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ne böyle bir hassasiyeti var, ne de böyle bir sorumluluk bilinci. Tersine, oturduğu koltuğun kendisine şahsi bir güç verdiği zannıyla bağırıp çağırmayı, muhataplarına parmak sallamayı ve kabul edilemez bir dille onlara saldırmayı marifet biliyor.
Onun Süleyman Demirel’le dostluğu ve yakınlığı özeldi. Demirel’den “öfke kontrolü” konusunda aktardığı öykü, bugünlere ışık tutabilir: 1970’li yıllar. Konya’nın Sarayönü ilçesi. Demirel konuşuyor: ‘Şunu yaptım, bunu yaptım... baraj köprü yol yaptım’... Kalabalıktan bir adam bağırır ‘babanın parasıynan mı yaptın?’ Demirel’in etrafındakiler adama doğru harekete geçince, Demirel onları durdurur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle iktidar partisi-devlet arasındaki çizginin iyice kaybolması, seçilmiş vekillerin ve belediye başkanlarının elinin, atanmış bakanlar, valiler ve bürokratlar karşısında zayıflaması, yargının zaten az olan bağımsızlığını kaybetmesiyle devlet, vatandaşlarının yanında küçücük kaldığı, Hobbes’un Leviathan’ına dönüştü.
O bunu dedi, şu önce kabul etti sonra reddetti, öbürü açıklarım dedi ama sonra sessizliğe gömüldü... Bunlar, Türkiye siyasetini günlerdir rehin alan hikâyenin şeklî tarafı... Bizi işin esasına götürecek olan soru şudur: Oyunu kuranların CHP'de türbülans yaratma amacı hasıl olduktan sonra, ortaya çıkan tablodan kimler ne surette yararlanmaya çalışmışlardır?
Kamuoyunda yaygın kanaat, Bilim ve Sanat Vakfı’nın kurucuları arasında eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bulunmasının ve üniversitenin mütevelli heyet mensuplarından bazılarının ona yakın olmasının iktidar çevrelerinde hoş karşılanmadığı; bu nedenle olağan bir ticari sorunun bir kamu bankası tarafından akıl almaz noktaya taşındığı yönünde.