Yani, inandırıcılıktır esas olan ama bir tiyatro eseri ya da film, hiçbir zaman tam bir inandırıcılığa sahip olamayacağından, inanmak istediğimiz inanırız. İnandırıcı olması aynı zamanda bizim inanabilir olmamıza ve inanmak isteyip istemememize bağlıdır. Kendine inanamayan insanlar sanata da inanmazlar bu yüzden.
1980’de darbeden bir hafta önce doğmuşum. Yirmilerimi 11 Eylül 2001’in gölgesinde geçirdim. Kırklarıma da pandemiyle girdim. Hesaplarıma göre altmışlarımda umarım dünyayı meteora karşı koruyacak bir teknoloji geliştirmiş oluruz.
Filiz’in o koyu karanlık uykudan uyanıp, gelin kahvaltısı hazırlamak üzere odasından çıkmasıyla evi tam takır bulmasının üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçmiş sahiden. İlk anın şokuyla soyulduklarını düşünmüş, kocasına seslene seslene kendisini odadan odaya atmıştı. Odalarda yoktu Fikret. Banyolarda yoktu. Demek o çıktıktan sonra girmiş hırsız.
Heykel, düşmanlığıyla da, “sevgisi”yle de skandal bu ülkede. O eski şarkıdaki gibi, “Varlığı bir dert, yokluğu yara” mı desem. Geleneksel, tarihsel, dinsel olarak “heykel”le kavga eden, ötesi plastik sanatları sahiden plastik (polyester, fiberglass) sanan bir zihniyetle karşı karşıyayız. İktidar heykeli sanatçının değil, kendi “kaide”sinde yükseldiği zaman “hoş görüyor”.
Ahmet Vehbi’nin İstanbul notlarında bu hafta: Halkın kaldırımını işgaliye karşılığı mekânlara satan belediyeler, yeni hayvan yasası sonrası yapılması gerekenler, toplu taşımada popülizmin zararları, 24:00’ten sonra müzik yasağının kapalı mekânlar için saçmalığı ve artık bitmesi gereken havai fişek terörü.