Genç adam sinemanın gişesindeki kadına soruyor: “Film güzel mi?”. Kadın başını bile çevirmiyor, saçlarını inceliyor küçük aynada. Asansörden hallice gişenin kasvetinde adamın yüzüne bakmadan “Hayır, sıkıcı” diye mırıldanıyor. Çok sıkılmış, belli.
“Konusu ne?” diye ısrar ediyor adam. Saçlarını karıştırmaya devam eden genç kadın aynadan gözünü ayırmıyor: “Aşk filmi, ama sıkıcı…” Adam bir an duralıyor; “Sen ne yapıyorsun öyle?” Kadın aynı bungun tonla konuşuyor: “Saçımdaki gri telleri koparıyorum…”
Aşk savaşla “aksiyon alıyor”
Kieslowski’nin 1988 yapımı “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”indeki bu sahne, sinemadaki aşklarda, buselerde gezinen yazı dizimde de aklımda. “Erkek çocukları” için aşk filmlerinin, kır(p)ma romantik komedilerin sıkıcı geldiği yılları anlatıyorum esasında. Anca polisiye, kovboy, savaş filmlerinin olmazsa olmaz sahnelerinde katlanıyorsun.
Savaşı aşkla baharatlandırma prensibinin tersi de geçerli. Yeşilçam aşk filmlerinde de kavgalı-dövüşlü sahnelerle “aksiyon alıyor”. Beyazperdedeki ilk öpüşme sahneleriyle geçen yıllardaki “o edepli aşklar” da sıkıcı mıydı, bilemiyorum. Lâkin “Bir zamanlar Yeşilçam”ın geçen pazar “Sinemaya muhtaç olan kuşaklar” yazımda değindiğim öpüşme(me) sahnelerindeki “aşk”lara yeniden bakmak da sıkıcı doğrusu.
“Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmenleri” bile unutuluyor. O olağan vefasızlığın damardan müziğiyle; “Unutulmaz deme bana unutulur, unutulur. /Bu hayat böyledir dostum, /Bir rüyadır gelir geçer /Her aşk bir gün hayal olur /Unutulmaz denen günler, unutulur unutulur”.
“Engelli aşklar”ın hikâyesi
O yılların, “o aşk”ların, buselerin sözlü tarihi, kendinde-deminde heyecanı, Yeşilçam’ın kalıplarına, maharetine, “sanat”ına da sığmıyor elbet. Aşkı oradan öğrenirsen işin ters gidiyor: “Engelli aşklar”ın hikâyesi… Hollywood’dan aşk ithal eden yönetmenlerin filmleri de montaj sanayii. İstisnalar hariç Yeşilçam aşka turist bence… Mirasyedileri de dizi dizi geziniyor, öyle geçiniyor.
Seyrettiğim, bazısına tanık olduğum 60-70 yıl önceki o aşklara külliyen “sıkıcı” demek de hoş değil. Netameli de… İnsanın aşktan sıkılmış olması lazım belki. Olabilir… Nostalji Bulvarı’ndaki “Ah o eski, ölümsüz aşklar!” nidası da biraz sıkıcı zira.
Yine de insan haddini aşmadan, fikrini taşırmadan bakmalı böyle mevzulara. O dönemleri yaşamamışların yaşa(n)mışları notla değerlendirmesi “aşk”ta daha riskli. Dönem-kuşak karşılaştırmaları zaten iki yanı keskin bıçak. Hele ki bizde… Her çağın yangını bu bütün; “Masum değiliz hiçbirimiz…”
“Mahsus mahal” derler
Neyse… Herkesin, her devrin aşkı, yangını, busesi kendine, diyeyim. Geçen pazar loca hikâyelerinden, sinemada ışıklar sönünce ulaşılan masuniyetten de söz etmiştim. Oralardan devamla, masuniyet ile masumiyet arasındaki ilişki çok yönlü.
Aşklara, âşıklara has mekânlar o günlerde de sinemayla sınırlı değil kuşkusuz. Kuytu, “Aşk Sözlüğü”nde en çok aranan kelimelerden. Tanıma uygun “mahsus mahal”ler de eksik değil Başkentte. Fakat motorize, arabalı olmak gerek çoğunda. “Aşkta yayan kalmak” diye de bir şey var.
Aşkta “drive-in” dönemi
İlki yakın, Atatürk Orman Çiftliği’nde… Bugün külliyen “mahsus mahal” olan AOÇ’de ana caddeden sapan “Âşıklar Yolu”. Gökçek dönemiyle bugün betonlaşan Gölbaşı’ndaki “Âşıklar Tepesi” gibi daha kırsal mekânlar da var o zamanlar. Göle nazır, mehtabı çıplak, apartmansız…
Bazen kalabalık olsa da arabanın içinde akşamın karanlığına, oranın nâmına sığınabiliyor insanlar. Sinemadan bile daha loca… Teybinde aşk şarkıları, teninde kalorifer sıcaklığı, burnunun ucunda sallanan taze, yeşil limon kokusu.
Oralarda toplananlar Amerikan filmlerindeki “Arabalı (drive-in) Açıkhava Sineması” görüntülerini andırıyor biraz. Ama önemli bir fark, eksik var; Beyazperde olmadığı için film de arabanın içinde. Mekânın raconuna pek uymadığı için seyircisiz aynı zamanda. “Bakmaya, ‘manzara’ seyretmeye geldim” münasip değil.
Hep yakın tarihiyle Çankaya
“Manzara seyretmek” üçüncüsünde, şehrin meşhur tepesinde, Çankaya’daki “mahal”de nispeten geçerli: Âşıklara (da) açık “park yeri”. Ama bugünkü Atakule’nin yakınında caddeye uzanan otopark şeridi daha umumi, kozmopolit, hareketli. Yani oradaki bir nevi “kamusal aşk”. Ölçüyü kaçırırsan “Burası göl, dağ başı mı?” diye diklenir kamu.
“Çankaya Tepesi” çok ünlü, önemli zira. Hep yakın tarihiyle Cumhurbaşkanlarının bile derdi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e bakarsan adı bir dönem “864 rakımlı tepe”. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında inanmıyorlar, yeniden ölçüyorlar. O da değişiyor: Vallahi “1071 rakımlı”…
“Damlı girilmez” dönemi
Mânâsı derin; öyle zaferlerle de “aksiyon alıyor” bir devir. “Köşk” de “saray”a taşınıyor zamanı gelince, mobilyalar baştan aşağı yenileniyor. Gıcır gıcır tarihî imitasyon… Reis-i Cumhur Muhafız Alayı’nın üniformaları bile o tarihe uyduruluyor özel günlerde. Sembolik filan da desen… Çankaya o zaman tarihe karışıyor.
“Çankaya tepelerinde kamusal aşk”ın sureti değişince de bir ara kıyamet kopuyor. Cumhurbaşkanının eşi “türbanlı” olunca Çankaya’daki “parti”lere, resepsiyonlara “Damlı giremezsin” diye tutturuyor resmi-sivil muhalefet. Gençleşip boykota gidiyor bazısı.
Sana bir tepeden baktım
Bizim zamanımızda Çankaya’ya çıkmak daha sakin gibi. O Evren’de askerî diktatörü bile sakin sakin çıkıyor o tepeye. Halk desen gece gündüz oralarda… Genellikle arabası, arabalı ahbabı olanlar akşamları başşehrin ışıklarıyla Fener Alayı’nı andıran “Çankaya Manzarası”nı izlemek için gidiyor. Ailece, çoluk çocuk… Cumhuriyet Ankarası oradan gece de ışıl ışıl. “Sana bir tepeden baktım aziz Ankara” diyeceksen adres orası.
Gece saatlerine kadar simit, kâğıt-pamuk-kos helva (¹), macun (Kudret Macunu değil tabii, çocuklar için çubukta şekerleme) filan satanlar da geziniyor. Gerçi arabalı ailelerin yanında ekmek arası nevaleler, sandviçler, hamur işleri de eksik değil. O da bir tür piknik, akşam sefası, mesiresi…
“Hooop aile var”dan muaf
Âşıklar için de daha yakın akşam sığınağı. O sayede bazı çocuklar ilk öpücüğü sinema dışında orada, “canlı canlı” görmüş olmalı. Araba camlarının filmle karartılması henüz bilinmediği için filmler seyirciye açık. Çoğu film de pek yaş sınırı gerektirmeyen “masumiyet”te aslında. “Hatırla sevgili, o mesut geceyi /Çamların altında verdiğin buseyi” makamında.
Öyle gözünü diken de fazla yok… “Hooop aile var!” uyarısı orada, medeniyetin tepesinde yaygın, moda değil gibi henüz. Adabı muaşerete daha uygun olanı onlara bakanları, genellikle gözünü ayırmadan bakma şampiyonu çocukları uyarmak: “Çok ayıp, öyle bakmayın…” Modernlik onu gerektiriyor şüphesiz; farklı olana gözünü-gönlünü dikmeyeceksin.
“Muhitimize geldik” farkı
Kapalı sinemada karanlığa, “açıkhava”da arabaya, akşama-geceye sığınan buselerin yazı dizimdeki tarihi “Açıkhava sinemaları”nda öyle seyretmiyor. Oradaki “aşk”lar kapalı sinemaya oranla bence daha sıkıcı. Daha yerli (yurtlu), daha “açık”ta…
Muhitin üstelik. Replikleriyle ezberimizde o kırmızı bölge: “Muhitimize geldik, reca ederim elimi bırakınız…” Bebeden dedeye-nineye daha bi “aile sineması”. Aile “cek” ekini oralarda alıyor. Karanlığı da daha aydınlık, sandalyeleri iç içe: “Gören olur, duyan olur, göz-gönül koyan olur”… O nedenle yâri görmeye müsait olsa da biraz uzaktan. Buse mesafesinde değil.
“Ailecek izlemeye uygun”
Beyazperdedeki öpüşme sahneleri de orada mesafeli. Oynatılan filmler “ailecek izlemeye uygun”. Çoğu Yeşilçam; kadrosuyla da ailecek, perdede her yaşın bir prototipi, edebi-adabı var. Yabancı filmler de “otosansür”den geçiyor.
Film makaslamanın en masalsı hikâyelerinden birisini Bercuhi Berberyan’ın (Tatiana) “Burgazada Sevgilim…”kitabında okumuştum. O Ada orada o dönem yaşayanların “köy”ü, Berberyan’ın zaten sevgilisi… Bağrından anlatıyor:
Çıngıraklı papaz sansürü
“Köyün tek eğlencesi olan sinemada filmlerin hepsini, herkesten önce köyün papazı izliyor ve kendince ahlaka mugayir olan sahneleri kestiriyor. Bir de çocuk izliyor… ama gizlice… her defasında yakalanıp dayak yemeyi göze alarak… bir köşeye saklanarak.
Tabii ki bu sahneler, son derece masum öpüşme sahneleridir yalnızca. Papaz elinde bir çıngırakla tam ortada oturuyor. Gerekli gördüğü yerlerde çıngırağını öttürüyor. Makinist de elindeki makasla şak diye o sahneyi kesiveriyor. Sonra da kesik uçları jiletle büyük bir dikkatle kazıyor ve karşılıklı getirip, birkaç milimetre üst üste bindirip yapıştırıyor.”
Denize gidebilen aşklar
Hayal edince o manzara kendinde film! Kuytuda küçük, cin gibi bir çocuk, elinde çıngırakla tombul bir papaz, yorgunluğuyla da zayıf, önlüğüyle de ihtiyar, elinde makas ayakta bekleyen makinist. Yerde film parçaları, filtresiz izmaritler… “Hayatım boyunca sansürün sevimli, hoş geldiği tek sahne!” diyeceğim neredeyse. (Demiyorum yani, düşünmem lazım…)
Sinemanın sandalyelerinde oturanları anlatan Berberyan’ın sahnelerinde bir farklılık daha var sanki: “Hırkasını kucağına koyarak alttan alttan mıncıklaşanlar…” Deniz gören, denize bakarak, denize giderek büyüyen aşklar farklı, ufku daha açık galiba. Bozkır aşkları derinliğini topraktan aldığı için daha gömülü, daha An“kara”, daha karasevda mı acaba? Uyduruyorum belki ama öyle demesi daha şiirsel.
Sinema: “Kimsesiz ihtiyar”
Her şey var Berberyan’ın anlattığı sinemalarda. “Kahkahalar… Şamatalar… Gözyaşları… her şey, ama her şey aynen bizim çocukluğumuzdaki gibi.” Ardından da hüznünü getiriyor tabii. “Adalardaki sinemalar da yok artık. Ortak bir kadermiş gibi Kınalıada ve Burgazada sinemaları önce kayıkhane oldular. Kınalıada’nın, karşıki evin balkonunda oturup çay kahve içerek ne filmler izlediğimiz sinemasının yerinde, bilmem kaç dairelik bir site var şimdi.
Burgazada’daki çocukluğumun sineması, benim ‘Sinema Paradiso’m ise kaderine terk edildi. Öylece duruyor orada. Büzülerek küçülmüş. İzbe ve terk edilmiş. Değişen zamana bir türlü ayak uyduramayan, kimsesi kalmamış ihtiyarlar gibi… Yalnız ve küskün”.
“Buluş Sineması”ndaki kısmet
Hürriyet Ankara’da 12 yıl önce “Birlikte Tarih Yazıyoruz” çağrısıyla başladığım Ankara’nın sözlü tarihi, Açıkhava sinemalarında da bizim dönemde/semtte rastlamadığım okur anılarıyla renklenmişti. Ayten Tekin’in Cebeci’deki “Buluş Yazlık Sineması”nı anlattığı satırlar mesela: “Cebeci Çayırlığı denilen yere yapılan Buluş Sineması, genç kızlık yıllarımdan hatırladığım güzel bir renk. Sadece sinema değil komşulukların kurulduğu, tanışmaların gerçekleştiği, flörtlerin başladığı bir mekândı.
Anneler orada oğullarına kız bakar, bazı kızlar ise kısmetlerini bulacaklarını umarak giderlerdi sinemaya. Arkada örtülü masaları, önde ise yan yana dizili sandalyeleri (Açıkhava’da sosyal tabakalaşmanın tarihi) bulunurdu. Arada ise etrafı saksı çiçekleri, sardunyalar ile donatılmış küçük, güzel bir havuz. Açıkhavada VIP işte.
Gün batarken bahçe sulanır, taşlıklar yıkanır, rengârenk örtülerle süslü masalara, küçük vazolar içinde çiçekler yerleştirilirdi. Buluş Sineması’na öyle günlük giysilerle gidilmezdi. Herkes özenle giyinir, delikanlılar tertemiz giyimli, tıraşlı, çakı gibi gelirlerdi. Genç kızlar ise en güzel elbiselerimizin altına, kabarık jüponlarımızı giyer, süslenir-püslenir, gün batımında salına salına, önceden ayırttığımız masamıza giderdik.
Börekli-semaverli sinema
Film başlamadan önce semaverler kurulur, yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerle masamız donatılırdı. Masadan masaya yapılan ikramlar yeni dostluklara kapı açardı. Yeni bir film başlayana kadar Buluş Sineması bizi hayal dünyasına taşımaya devam ederdi…”
Benim sinema hatıralarımın arasında en görünür yere asılı “Yasaktır” tabelalarını düşünüyorum… Ardından film izlerken, zeytinyağlı dolmalı, börekli, kuru köfteli semaver sefasını… Her dönemin, her kuşağın, mekânın ayarı, ayrı ayrı yapılıyor. “Hangisi güzeldi?” derseniz, nostaljinin sisli kapsama alanı içindesiniz.
“Tabela diktatörlüğü” yok!
Açıkhava sinemalarında “kapalı”ya oranla serbestiyet sonsuz esasında. Tabela diktatörlüğü, öyle “Kabuklu yemiş yemek yasaktır”, yok efendim “Sigara içilmez”, “Dışarıdan yiyecek-içecek getirmek yasaktır”, “Yedi yaşından küçük çocuklar giremez” filan yok orada! Noktası “Müdüriyet”le konulan tabelalar olmadığı için kapıda, gişede, bilette, içeride, büfede, “ara”da bürokrasiden de söz edilemez.
Sinema ve sigara bile o yıllarda her yerde kol kola geziyor. Gösterilen filmlerde içmeyene şaşırıyorsun zaten. Artist-seyirci özdeşlemesi en kolay o mevzuda. Perdedeki “jön” sigarayı öyle bir yakıyor ki, içine, ruhuna çekiyor seyirci.
Uzun eldiveni, ağızlığı, dudağının kıyısındaki beniyle sigarasını “pervasızca” üfleyen kadınlar da öyle. Nasıl da çekici, iç de çekiyorsun, içine de… Öpüşmeyen Türkan Şoray bile dumanlı dudaklarıyla günahkâr. Bir dönem kadın “jön”lere -belki emprime elbiseden esinlenerek- jönprömiye diyen de oluyor. Yanlışı çabuk düzeltiyorlar; star, kraliçe, sultan, hanımefendi, vamp, şuh, “kötü” vs. diye çeşitleniyor sözlük.
Havası “püfür püfür”…
Açıkhava sinemasında film seyrederken sen de bir sigara yakıyorsun, serbest. Yerleri halı gibi örten ay çekirdeği kabukları, kibrit çöpleri, izmaritler, biletler yere atılan sigaralardan nasıl tutuşmaz, bugün de çözebilmiş değilim. Öncesinde suluyorlar mıydı acaba?
Sinemanın havası sigarayla da püfür püfür, bulutlar katman katman. Dengine, zamanına göre bazı kapalı sinemaların balkonunda da sigara içildiğini bizzat hatırlıyorum. “Beş Dakika Ara” da esasında sigara molası. Pasif içiciliğin en aktif olduğu dönemler. Kansere “ecel” deniyor o zamanlar.
O günlerin de bir tür mevzuatı, muaşereti var haliyle. Hatta sözlüğü… Mesela Eski Sinema Sözlüğü’ de aklımda. Birçok kelime devrini tamamlamış, hayattan kopmuş, “mânâ”sız kalmış… O da, unutulan kelimeler de gelecek pazara kaldı.
(¹) Kos mu, Koz mu: İki ince gofret dilimi arasındaki cevizli helvanın adı eskiden “Kos helva”. Yunanistan’ın Kos Adası’nda Marios Paraskavi’nin buluşuymuş. Sonradan “Koz helva” da diyo(r)lar. Belki de “mâl etme” hevesiyle atasözü bile uydurulmuş: “Koz helvanın ceviziyle helvası, anayla kızı ayrılamaz.”