[31 Ekim – 1 Kasım 2020] Her bilimin kendi alanı ve çekirdeği, temel teori veya teoremleri, bunlarla elele giden özel metodolojisi var demiştim. Bunlara da tek tek bakmalı. İster doğa bilimlerinin, ister toplum bilimlerinin çeşitli dalları karşısında, İslâmî bakış ve özellikle ayrı bir “İslâmî bilim” arayışı nerede duruyor?
Fizik. Bütün bilimlerin belki en eskisi. Maddeyi ve hareketini inceleyen, dolayısıyla enerji ve güç olaylarına da eğilen doğa bilimi. Son tahlilde, evreni açıklamaya çalışıyor. Kökleri ilk uygarlıklar kadar gerilere gidiyor. Çünkü Eski Mısır ve Mezopotamyalıların da Güneş, Ay ve yıldızların hareketleri hakkında gözleme dayalı bir öngörü kapasitesi var. Ortaçağda gelişme gene bir süre İslâm âlimleriyle sürüyor ve oradan Avrupa’ya sıçrıyor. Fakat sonuçta sıçrama Yeniçağda, Erken Modernite ile meydana geliyor. Avrupalı bilim insanları (özellikle yukarıda saydığım Kepler, Galile ve Newton), deneysel yöntem ve ölçümlerle bazı temel fizik yasalarına varıyor. Bu andan itibaren fizik, artık bağımsız ve sistematik bir bilim dalı. Günümüzde Termodinamik Yasaları’ndan; Planck’ın Kuantum Teorisi ve Einstein’ın Rölativite Teorisi’nden; Heisenberg, Schrödinger ve Dirac’ın geliştirdiği Kuantum Mekaniği’nden; parçacık fiziği alanına yön veren Standart Model’den oluşan bir temele oturuyor.
Astrofizik, Astronomi, Kozmoloji. Bunlar üç kızkardeş. Ana eksen Astrofizik. Fiziğin uzaya uygulanmışı. Fizik ve Kimya yasalarından yararlanarak astronomik olay ve objeleri inceliyor. Güneş, diğer yıldızlar, gezegenler, galaksiler, nebulalar, nova ve süpernovalar, yıldızlar-arası ortam, kozmik mikrodalgalar, karanlık madde, karanlık enerji, kara delikler… ilgi alanlarından sadece bazılarını meydana getiriyor. Son tahlilde, evrenin (şimdiki, şu bildiğimiz, içinde yaşadığımız evrenin) nasıl oluştuğu ve nasıl son bulabileceğine eğiliyor. Büyük Patlama’dan bu yana geçen milyarlarca yıl ve evrenin göremediğimiz bir ucundan göremediğimiz diğer ucuna uzanan milyarlarca ışık yılı gibi niceliklerle uğraşıyor. En gelişmiş radyoteleskoplarla gözleyebildiğimiz kadarının 1×1024 yıldız içerdiğini hesaplayabiliyor örneğin. Bu yıldızların doğuşu, yaşam evreleri ve ölümünü çözümleyip şematize edebiliyor. Yıldızların çekirdeğinde, diyor, müthiş termonükleer füzyon süreçleri yatar. Hidrojenin habire helyuma dönüşmesinin yarattığı enerji içeriden satha vurur ve uzaya saçılır. Aktif yıldız zamanla bir Kızıl Dev, sonra bir Beyaz Cüce haline gelir. Birbiri etrafında dönen “ikiz” gezegenlerden, sönen ve birbirinin gazını kendine çekip tekrar canlananlardan, mavi spektrumdan kırmızıya geçmişken tekrar maviye dönenlerden, gamma ışını patlamalarından, normal insan zihninin kolay kolay idrak edemediği bir uçsuz bucaksızlığın kendi öyküsü ve şiiriyetini kurguluyor.
Kimya. Elementlerin ve bileşiklerinin yapısı, kompozisyonu, özellikleri, davranışları, başka maddelerle reaksiyona girdiklerinde nasıl değişime uğradıkları ile ilgilenen bilim dalı. Atomlardan, moleküllerden, iyonlardan, temel parçacıklardan başlayarak, bütün (katı, sıvı, gaz ve plazma) halleri içinde maddeyi irdeliyor. İç teorisinde periyodik tablo, moleküler tablo ya da elementler tablosu var. Her atomun çekirdeğinde proton ve nötronlar yer alıyor; etrafında elektronlar dönüyor. Kimyanın incelediği reaksiyonlar ve dönüşümler, genellikle atomlar arasındaki karşılıklı etkileşimin, atomları bir arada tutan bağların yeniden düzenlenmesinin sonucu. Dört tür kimyasal bağ söz konusu: Eşdeğer bağlar, iyonik bağlar, hidrojen bağları ve Van der Waals gücü bağları. Kimya büyük ölçüde, bu tür bağlar yolula yeni kimyasal alaşımların oluşmasına eğiliyor.
Özet: Fizik, Atrofizik, Kimya ve “İslâmî bilim.” Şimdi biraz duralım. “İslâmî bilim”in üç (veya beş) doğa bilimine herhangi bir alternatif sunması söz konusu mu? Ya da şöyle soralım; böyle mutasavver bir “İslâmî bilim”e göre, mevcut, bildiğimiz Fizikte ne/ler yanlış? Astrofizikte, Astronomide, Kozmolojide ne/ler yanlış? Özellikle Kozmoloji çok kritik. “İslâmî bilim”in var mı değişik bir kozmolojisi? Evrenin işleyişi böyle mi değil mi? Bütün o galaksiler, yıldızlar, gezegenler, kızıl devler, beyaz cüceler, kara delikler, Büyük Patlama, yörüngeler, hesaplar, mesafeler, milyon ve milyar yıllar… gerçek ve doğru mu, değil mi? Aynı şekilde, Kimya’da var mı bir yanlışlık veya sakatlık? Atomlar, çekirdekleri, temel parçacıkları; farklı elementlerin atomların birbirine belirli biçimlerde bağlanım bileşikler oluşturması; bütün bunların, deney ve gözlem yoluyla bulup çıkardığımız ve sınayabildiğimiz bir takım doğa yasalarına göre gerçekleşmesi… bu yasaların kendileri, maddî, nesnel hakikat mı değil mi?
Bunlar doğruysa, yani “İslâmî bilim”in kısmen de olsa farklı bir başka Fizik, bir başka Astrofizik, bir başka Kozmoloji, bir başka Kimya sunması söz konusu değilse, önümüzde “Batı bilimi” diye küçümseyip ötelenemeyecek bir bütünlük var demektir. Önce Batı’da ve daha çok Batı’da varılmış olabilir bu kazanımlara. Bir “ilk varan” olacaktır daima. Hiç farketmez. Doğruysa, genel olarak geçerliyse, pratikte sürekli sınanıyor ve gelişiyorsa, yani binbir uygulaması ve bir dizi öngörüsü hep doğru çıkıyorsa, aslında bütün insanlığın bilimsel bilgisi anlamına gelir.
Biyoloji. Burada biraz çetrefilleşiyor işler. Çünkü doğrudan vahiy ve kutsal kitaplarla çelişki gündeme geliyor. Fizik, Astronomi, Astrofizik, Kozmoloji, Jeoloji, Kimya… hep inorganik madde ile ilgili. Biyoloji ise buradan organik âleme geçiyor; yaşamı ve canlı organizmaları inceliyor. Bu incelemeye, canlı varlıkların fiziksel yapısı, kimyasal süreçleri, moleküler etkileşimleri, enerji tüketip dönüştürerek varolmaları, fizyolojileri, gelişmeleri… ve evrimleri de dahil. Kritik mesele de bu. Biyolojinin bazı birleştirici kavramları var. Yaşamın temel birimi hücre. Kalıtımın (eski adıyla irsiyetin) temel birimi genler. Türlerin zaman içinde ortaya çıkışı ve yokoluşunun dinamiği de evrim. Bu, yaradılış inancının taban tabana zıddı. Bütün canlı varlıklar, üç büyük monoteist inanç sistemindeki özel isimleriyle Yahweh (Yehova), Tanrı veya Allah tarafından tek bir seferde yaratılmış değil, zaman içinde kendiliklerinden, yani herhangi bir ilâhî müdahale olmaksızın, karmaşık doğal süreçler sonucu, farklı zamanlarda ortaya çıkıyor, birbirlerinden ayrışıyor, farklı özellikler peydahlıyor, bazen de yokolup gidiyor. Charles Darwin bunu ilk söylediğinde, daha doğrusu yazdığında (On the Origin of Species, 1859), Hıristiyan dünyasında da kıyamet kopmuştu zaten. Fakat bilimin genel ilerleyişi ve o zamana kadarki kazanımları sayesinde, sarsıntı nisbeten kısa sürdü, 1859-70 arasında yoğun biçimde yaşandı ve 19. yüzyılın son çeyreğinde evrim teorisi en azından bilim çevrelerinde, üniversitelerde, aydınlar ve sosyo-politik elitler nezdinde yaygın bir kabul sağladı.
Bununla birlikte bu, yüzde yüz bir kabul değildi ve Hıristiyan âleminde de Yaradılışçılar (Creationists) hep direndi; bugün de ABD’nin çeşitli köşelerinde varlıklarını koruyor; okullara müdahale edip çağdaş Biyoloji öğretimini, hiç olmazsa eyalet ölçeğinde ellerinden geldiğince engellemeye çalışıyor. Aslında bu konuda en büyük sınav bundan 95 yıl önce, tâ 1925’teki ünlü “Maymun Dâvâsı” veya “Scopes Maymun Dâvâsı”yla yaşandı. O sırada Tennessee eyaletinin temsilciler meclisine giren çiftçi John Butler, aynı zamanda Dünya Hıristiyanlık Esasları Derneği’nin başkanıydı (World Christian Fundamentals Association). Seçilir seçilmez evrim karşıtı lobi faaliyetine girişti. 25 Mart 1925’te de, eyalet bütçesinden ödenek alan bütün liselerde insanlığın evrimini okutulmasını yasaklayan “Butler Yasası”nı meclisten geçirmeyi başardı. Eyalet valisi Austin Peay, nasıl olsa bu uygulanmaz ve eğitime herhangi bir müdahale olmaz saflığı içinde, kırsal muhafazakârlığın desteğini almak uğruna yasayı imzalamaktan çekinmedi.
Pek öyle gitmedi işler. Türkiye’de benzeri hiç varolmayan Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği ACLU (American Civil Liberties Union) derhal yasaya meydan okumaya karar verdi. Bir lisede normal Biyoloji öğretmenini yedeklemekte olan Fen (Science) öğretmeni John Scopes, kendi kendisini ihbar ederek evrim teorisini öğretmekle suçlanıp dâvâlı olmayı kabul etti. Böylece Fondamentalistler (Köktendinciler) ile Modernistler arasında saflar alenen çizilmiş oldu. Fondamentalistlere göre, Tanrı’nın İncil’de vahiy yoluyla ifade bulan kelâmı, başka her türlü insan bilgisinin üzerindeydi. Buna karşılık Modernistler, evrimin dinî inançlarla bağdaşabilirliğini savunuyordu. Yani hem teoloji gündemdeydi, hem okullarda çağdaş bilim derslerinin olup olamayacağı. Dolayısıyla her iki taraf zamanın en ünlü avukatlarına başvurdu. Savcılık üç kere başkanlığa aday olmuş ama hep kaybetmiş, fakat Woodrow Wilson kabinesinde dışişleri bakanı olabilmiş, popülist demagog William Jennings Bryan’ı getirtti. Karşısına ise doğrudan doğruya ACLU’nun önemli isimlerinden, hak savunucusu Clarence Darrow dikildi. Bütün büyük gazetelerin muhabirleri küçücük Dayton kasabasına üşüştüğü gibi, duruşmalar radyo yayınlarına da konu oldu. Sonuçta, Scopes’un suçlu bulunup 100 dolar para cezasına çarptırılmasıyla (ama teknik bir ayrıntı sonucu bu cezanın da hiç ödenmemesiyle) muharebeyi Fondamentalistler kazanmış gibi oldu, ama savaştan açık arayla Modernistler galip ayrıldı. Biyolojik evrim bütün Batı dünyasında, Hıristiyanlığa rağmen veya Hıristiyanlıkla yanyana, giderek daha rahat öğretilir oldu.
Buna karşılık İslâm dünyasında pek öyle değil durum. Buna Türkiye de dahil. Daha 1970’lerdeki ilk, talihsiz, kısa süreli CHP-MSP koalisyonundan itibaren, İslâmcılığın bazı sözcüleri hep evrime karşı oldu. İlk ve orta öğretimde öğretilmemesini, ya da öğretilecekse yaratılış teorisi (inancı) ile birlikte, yanyana öğretilmesini istedi. Müfredatta din dersleri hep var ve orada dinî yaklaşım öğretiliyor zaten. Ama hayır, bu yetmedi. Evrim ya müfredattan toptan çıksın, ya doğruymuş, gerçekmiş gibi öğretilmesin, ya da doğrudan doğruya Biyoloji derslerinin içinde yaradılış inancı da evrimle birlikte, evrimin alternatifi olarak sunulsun istendi. İki önceki yazımda (Mahcupyan’a hem destek ve ilâve, hem kısmî eleştiri, 30 Ekim 2020) bu tavrı şöyle tarif etmiştim: “İnanç alanı ile bilim alanını (ayrılmışken) tekrar birleştirmek. Aradaki sınırı kaldırmak. Bilimin içinde farklı metod ve yaklaşımlar olabiliyor diye, vahyi de bu farklı metod ve yaklaşımlardan biri gibi konumlandırmak. Dikkat edin: farklı, manevî bir hakikatla ilişkilendirmek yerine, getirip doğrudan bilim ile aynı platformda, bilimsel yöntem ile rekabete sokmak.” Hepsi oldu nitekim. 18 yıllık AK Parti iktidarında, çeşitli virajlardan geçilerek de olsa, hiçbir etkili muhalefet olanağı kalmayınca sonunda bu noktaya varıldı.
Fakat burada enteresan bazı noktalar var. İlki şu: yaratılış inancından yola çıkan bir bilim karşıtlığı, neden Fizik, Astrofizik, Kozmoloji, Jeoloji, Kimya vb gibi disiplinleri hedef almıyor da özellikle Biyolojiye duvar örmeye çalışıyor? Bütün herşeyi İlâhî Yaradanın yoktan var etmesi, sadece hayat ve organik âlem için mi geçerli? Ondan “önce,” yani hem mantıken, hem zaman bakımından — İncil’in Tekvîn (Genesis) bölümüne göre, birkaç gün farkıyla da olsa — “önce,” hayatın sahnesi ve zeminini oluşturan inorganik âlem gelmedi mi? Evrenin her şeyiyle tek bir seferde yaratıldığı düşüncesi ile, en basiti, evrenin yaşı, yıldızların ve gezegenlerin yaşı, dünyanın yaşı, farklı yeryüzü şekillerinin yaşı… arasında bir çelişki yok mu? Dolayısıyla kutsal kitaplara “lâfzına yüzde yüz sadık” (literalist) yaklaşımın (yorumun demiyorum, çünkü yorum kalmıyor ortada), en çarpıcı biçimde Fizik ve Astrofizik’te görülen “tanrısız evreni” de reddetmesi gerekmez mi, tutarlılık açısında? Ya da şöyle diyeyim: neden Charles Darwin düşman da Isaac Newton, Alfred Einstein, Max Planck, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger, Paul Dirac, Carl Sagan, Richard Feynman vb düşman değil (veya o kadar düşman değil)? Neden Darwin için hastalıklı bunak diye tweetler atılabiliyor da, bu diğer bilim insanları hakkında atılmıyor veya atılamıyor?
Buna ikili veya üçlü bir cevabım söz konusu. Birincisi, sanırım bu açıdan Hıristiyan yaratılışçılar ile Müslüman yaratılışçılar arasında hafif bir fark var. İlginçtir; Hıristiyan yaratılışçılar toptan yaratılışçılığa, yani inorganik – organik âlem ayırımı yapmamaya daha yatkın olabiliyor. Reddettiğinde, bütün doğa bilimlerini reddedip hepsine yalan, sahte, aldatmaca diyebiliyor. Hiçbirinin öğretilmesini istemiyor. Yanılıyor olabilirim ama en azından benim gözümün görebildiği İslâmî yaratılışçılar ise Fizik ve Astrofizikle o kadar uğraşmıyor da doğrudan Biyolojiye çullanıyor. Evrimin inanç alternatifini kabul ettirmeye çalışıyor.
İkincisi, burada sorun, insanın da bir hayvan gibi düşünülmesine ve hayvanlar âleminden evrilmesine, yüksek hayvanlardan zaman içinde ayrışarak insanlaşmasına tepki değil. “Maymunlardan mı çıktık; yok artık” öfkesi 19. yüzyılda Darwin’e de yöneltiliyordu (fakat işe bakın ki, siyah futbolculara yöneltilen ırkçı “maymun” tezahüratı, en azından Afrikalılar ve Afrika kökenliler açısından evrimi doğrulamaya devam ediyor). Hayır, asıl sorun Âdem ve Havva’da yatıyor. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Âdem sadece ilk insan. Tanrı ya erkeği ve kadını birlikte yaratıyor (bu versiyonda ilk kadın Havva değil Yahudilikteki adıyla Lilith; sonradan Âdem’in altına yatmak istemediği kaçıyor ve dişi iblis oluyor). Ya da Tanrı önce erkeği ve sonra onu eş-siz görünce kaburgasından kadını, Havva’yı, Âdem’in daha baştan ilk veya ikinci eşini yaratıyor. Fakat Âdem’in bundan öte bir özelliği yok. Altını çizelim; herhangi bir kudsiyeti mevcut değil. Buna karşılık Kuran’da ve Müslüman inancında Âdem sadece ilk insan olmakla kalmıyor. İlk insan, ilk Müslüman ve ilk peygamber. Allahın yeryüzüne gönderdiği ilk elçi. Adı üstünde: Hazreti Âdem. Dolayısıyla evrim, sadece genel olarak hayatın, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin, nihayet insanımsıların (hominin’lerin) ve nihayet insanların (homo’ların) milyonlarca yıl boyunca istatistikî anlamda “rastgele” (random) genetik mütasyonlar sonucu adım adım geliştiği teziyle irkiltmiyor. Hem ilk insan diye bir şey olmadığını, hem de doğrudan doğruya ilk peygamberin peygamber olmadığını söylemiş oluyor.
Üçüncüsü, şimdi söyleyeceğim de hem Hıristiyan hem Müslüman yaratılışçılığında görülmekle birlikte, evrimin bir faraziyeden ibaret olduğu, yani herhangi bir bilimsel kesinlik taşımadığı iddiası, günümüzün “İslâmî bilim” arayışlarında özel bir önem ve ağırlık kazanıyor. William Jennings Bryan, daha 1925’teki “Maymun Dâvâsı”nda dile getirmişti bu fikri. Tennessee valisi Austin Peay’ye, Butler Yasası’nı imzaladığı için teşekkür ederken, “Bu eyaletin Hıristiyan anne ve babaları, çocuklarını ispatlanmamış bir hipotezin [altını ben çizdim – HB] zehirli etkisinden kurtardığınız için size şükran borçludur” demişti. Meselenin temelinde “evrim teorisi” ifadesi yatıyor. Yaratılışçılar bunu hemen hipotez, faraziye, spekülasyon biçiminde yorumluyor. “Bak işte gördünüz mü, sadece bir teoriden ibaret, kendileri de söylüyor, dolayısıyla alternatifleri de olabilir pekâlâ.” Bir adım sonrasında: “Madem kanıtsız desteksiz bir hipotez, neden yaratılış inancı da eşdeğer olmasın?”
Bu pozisyonun da ikili bir eleştirisi mümkün. Öncelikle “teori” sözcüğünün istismarı söz konusu. Bilim dilinde teori, sırf hipotez anlamında kullanılmıyor. Yerleşmiş ve doğrulanmış genelleme veya teorem anlamına da geliyor. Hattâ bu şekilde kullanılması çok daha baskın. Sırf evrim teorisi demiyoruz ki. Fizikte rölativite (izafiyet, görelilik) teorisi veya kuantum teorisi de diyoruz pekâlâ. Tıpta mikrop teorisi (germ theory of disease) diyoruz; daha önce de belirtmiştim. Ekonomide mikroekonomik teori ve makroekonomik teori diyoruz; bu başlıklarla dersler açıyoruz; mikroekonomide biraz daha aşağıya inince karşımıza tüketim teorisi (consumption theory) ve üretim teorisi (production theory) çıkıyor; makroekonomide Keynesçi teoriden (Keynesian theory) söz edebiliyoruz. Daha tonla örnek sayabiliriz. Şimdi bunların hepsi doğruluğu şüpheli bir takım faraziyelerden mi ibaret? Burada düpedüz bir demagojiyle, bir dil ve sözcük hokkabazlığıyla yüz yüze bulunuyoruz.
Çünkü ikincisi, biyolojik evrim ve özellikle insanın evrimi hiç de ispatlanmamış, desteksiz, çok kuvvetli kanıtları olmayan bir teori değil aslında. (a) Evrenin yaklaşık 13.6 milyar ve dünyanın yaklaşık 4.5 milyar yıl önce oluştuğu, sonra ilk hayat başlangıçlarının 3.5 – 4 milyar yıl önce görüldüğü tesbitlerinin üzerine oturuyor. (b) Sayısız fosil ve iskelet ile çok özel koşullarda günümüze ulaşabilen yumuşak doku örneklerinin incelenmesine dayanıyor. (c) Taksonomiyle, yani mevcut veya geçmişte yaşayıp bir noktada yokolmuş bütün canlıların tasnifiyle; ortak ve farklı özelliklerine göre yukarıdan aşağı ve büyükten küçüğe doğru sıralanan yaşam (life), üst âlem (domain), âlem (kingdom), şube (phylum), sınıf (class), takım (order), familya (family), cins (genus) ve tür (species) kategorilerine yerleştirilmesiyle bütünleniyor. Çok kapsayıcı bir tablo, bir “büyük resim” ortaya çıkıyor.
Nihayet (d) kalıtımın şifresi ve taşıyıcısının DNA olduğunun (1953’te Francis Crick ve James Watson tarafından) keşfiyle birlikte, moleküler biyoloji ve genetik bilim dallarında meydana gelen muazzam gelişmeyle yeni ve daha da kesin bir temele oturuyor. Bu çerçevede, tek tek her canlının bütün genetik malzemesinin haritası, genome’u çıkarılabiliyor örneğin. Faraza primatların evriminde, insana giden dalın şebeklerden ne zaman ayrıldığı, sonra orangutanlardan ne zaman ayrıldığı, sonra gorillerden ne zaman ayrıldığı, sonra şempanzelerden ne zaman ayrıldığı, belirli hatâ sınırları içinde de olsa hayli net bir şekilde saptanabiliyor. Tersten söylersek, faraza genlerimizin ne kadarını bonobo’larla paylaştığımızı pekâlâ biliyoruz bugün. Sonra sırasıyla Ramapithecine’ler, Australopithecine’ler ve Homo’lar geliyor: Homo habilis, Homo erectus, Homo neandertalensis ve “biz” yani Homo sapiens. Hepsinde, arkeolojik bulgular ile elde edilebildiği kadarıyla genetik bulgular birbirini tamamlıyor, doğruluyor. Arada boşluklar yok mu? Tabii var. Kesintisiz bir şemaya, her bir noktası dolu bir zaman şeridine varabilmiş değiliz. Ama bir, o boşluklar da her yeni keşifle birlikte biraz daha azalıyor. İki, “bizim,” yani Homo sapiens’in Afrika’dan çıkıp dünyaya nasıl yayıldığımızı da artık çok iyi görebiliyoruz. Yeryüzünün her köşesini ner zaman kolonize ettiğimizin haritası var elimizde. Bu çerçevede, üç, DNA testleri ve etütleri bütün insanlığın tek bir “ilk insan”dan türediğini kesinlikle doğrulamıyor. Ve dört, her halükârda esas tablo belirmiş, milyonlarca yıllık bir gerçekliğin gölgesi hayli koyu, hayli net çizgilerle duvara vurmuş bulunuyor.
Öyle ki, bugün “ben evrim teorisini kabul etmiyorum” demek halletmiyor hiçbir şeyi. Biyoloji bilimi diye bir şey var. Muazzam bir bina. Derin temelleri mevcut. Bunun üzerinde onlarca kat yükseliyor. Öyle ki, kabul etmemek, bunların hepsini kabul etmemeyi gerektiriyor. Dahası, neresini, niçin kabul etmediğini net bir şekilde ifade edebilmeyi; “işte şurası yanlış, şöyle bir hatâ söz konusu” diyebilmeyi gerektiriyor. Daha dahası, alternatifini ortaya koyabilmeyi gerektiriyor. Denisovalılar var mı, yok mu? Neandertal DNA’sının yüzde 20 kadarı “biz”lere geçmiş mi, geçmemiş mi? Dinozorların ne zaman ortaya çıktığı ve ne zaman yokolduğu tarihlenebiliyor mu? Mevcut Biyoloji biliminde hepsinin cevapları var. Ama bunlara ve bunların bağlantılı olduğu bütün diğer bulgulara (inanmıyorum demek dışında) değişik bir açıklama getiren alternatif bir “İslâmî biyoloji bilimi” ufukta gözükmüyor.
Burada söylenen hiçbir şey, inançsızlığı zorunlu kılmaz kuşkusuz. Bilim başka, din başka. İkisini illâ birleştirmektense ayrı tutmak daha iyi. Ben mümin değilim. Herhangi bir inancım yok. Dolayısıyla inanç sahiplerine tavsiyede bulunmaya kalkmam sahtekârlık olur, ahlâksızlık olur. Ancak şu tarihsel hatırlatmada bulunabilirim: Bilimsel Devrim Avrupa’da da çok zorladı Hıristiyanlığın “lâfzî” (literalist) damarını. Kendilerince bir çözü buldular. İkisinin nasıl hem ayrıştırılabileceği, hem bağdaştırılabileceğine, İngiliz şairi Alexander Pope (1688-1744), 21 Mart 1727’de ölen Isaac Newton için yazdığı ünlü kitabede işaret etti: NATURE and Nature’s Laws lay hid in Night: / God said, “Let Newton be!” and all was light. Türkçesi: Doğa ve Doğanın Yasaları gecede saklı yatıyordu / Tanrı Newton’ı yarattı ve her şey aydınlığa kavuştu.
Buna göre, Tanrı var. Doğayı yaratmış. Maddenin işleyişini düzenleyen doğa yasaları da bu İlâhî Yaradan’ın eseri. Evrenin saatini, zembereğini böyle kurmuş. Gerisini keşfetmek insanlara düşüyor.
Bu fikrin, İslâmın “altın çağı”nda, Abbasî halifeliğinin 8.-10. yüzyıllarında parlayıp sonen mutezile akımında ne kadar varolduğu, herhalde benim yapamayacağım ayrı bir tartışmanın konusu.