Ana SayfaManşetŞarap gibi adam

Şarap gibi adam

“Hepsi kül /Bir bir anımsadığım şimdi /Hepsi kül olmuş”… Külleri ne olacak, nereye koyulacak acaba? Nazım Hikmet’in “Ben senden önce ölmek isterim” şiirindeki gibi bir kavanoza, vazoya mı? Eşi ölünce onun da külleri aynı kavanoza mı gelecek; “orada beraber yaşarız, külümün içinde külün”…

Oyuncuların ölümü insanı farklı etkiliyor galiba. Zira onlarla perdede, ekranda da olsa yüz yüze geliyorsun. Belirgin bir burukluk, bir hüzün yaratıyor. Etkileyen, “ölüm”ün  bir anda o uzak mesafeyi aşan soğuk teması değil sadece. Aslolan onun -varsa- hayatındaki, hatıralarındaki izlerini yitirmek.

Biraz, senin şiirlerinin şairinin, senin şarkılarının sanatçısının gidişine benziyor belki. Ama oyuncunun rol icabı da olsa “hayatına”, gülmesine, ağlamasına, yatmasına, kalkmasına tanıksın. Kırmızı halıda canlı canlı hâli cabası… 

Sean Connery’nin ölümünde benzer duygular yaşadım. Çocukluğumun hatıralarının arasından uzaktan da olsa “tanıdık bir vefat” sanki. Tanımazsın ama tanıdık geliyor sana. O günleri gözünde canlandığında, onun fotoğrafları, afişleri de hatıralarının, çocukluk albümünün arasında.

Ankara Kızılay’daki Ulus Sineması’na, bin 550 koltuklu Büyük Sinema’ya, Bahçelievler’deki Renkli Sinema’ya, ardından hepsinden büyük Arı Sineması’na gidişin, 007 James Bond filmlerinin ilk haftasında karaborsa satılan biletler, gitarı eline alanın o filmlerin marka müziğini, “dım dırı dım dım, dım dım dım”ı çalmaya çabalaması…

Onun gidişi, hatıraların da giderek “kahramansız” kaldığını, onların da yaşlandığını, hatta kaybolduğunu hatırlatıyor. Semtinden kesilen asırlık bir çınar, yok edilen meydanından kaldırılan bir heykel, onlarca yıllık ismi değiştirilen bir sokak gibi. Öyle de hüzünlü… Onlar gider kül kalır, giderek adımların ağırlaşır, birbirine dolaşır o Kül Sokağı’nda.

At, avrat, silah, kumar, alkol…

Connery’i çocukluk filmlerim arasında yerleştiği müstesna yerle yâd ediyorum öncelikle. Hemen her yıl sinemalara gelen “James Bond” filmleriyle… “At (lüks arabalar), avrat, silah”a kumarı, alkolü de ekleyerek, sınır tanımayan maçoluğu Türkiye’de de arşa ulaştıran “Bond, James Bond”u, en iyi o yansıtıyor fikrimce. (¹). Milat yerleştiriyor aslında. Stili, İskoç aksanı, havalı salınışıyla M.S. Bond filmlerindeki tüm halefleri “olmamış” geliyor bana. Bond filmlerinin “cinsel politikası”, eril karizması onunla vücut buluyor. Yoksul bir hayattan gelmesine rağmen pahalı takım elbiseleri, smokinleri üzerinde eşofman, pijama rahatlığıyla taşıyan başka karakter az bulunur.

Connery’nin kavuğu, kaynaklara göre sadece Daniel Craig’e yahut Pierce Brosnan’a nasip olsa da, o çömezleri de -belki biraz “Taklitlerinden sakınınız” psikolojisiyle- bana göre “eksik”, “rol icabı”. Zaten halefleri, Bond filmi yaşımız geçtiğinde ortaya çıkıyor. Büyüyünce ben n’apayım öyle Bond’u… Amerikan Film Enstitüsü de aynı fikirde; 2003’de onu Bond tiplemesiyle “En büyük 100 film karakteri” listesinde Gregory Peck ve Indiana Harrison Ford’un ardından üçüncü sıraya yerleştiriyor. (Old Gringo Gregory Peck nispeten tamam da, o listede Harrison Ford’un arkasından gelse bileklerini keser insan)

Öldürdü ama tabutu parlatamadı

Connery evlere temizliği giden bir anneyle, fabrika işçisi ve kamyon şoförü bir babanın oğlu. Çalışma hayatına sütçü çırağı olarak başlıyor. 16 yaşında katıldığı donanmadan, üç yıl sonra ülseri nedeniyle ayrılıyor. Sonra kamyon şoförlüğü, cankurtaranlık, tabut parlatıcılığı… 2008’de yaptığı söyleşide en beceremediği, en kötü işinin tabut parlatıcılığı olduğunu söylüyor. (Aklımda Red Kit’deki fraglı, silindir şapkalı tabutçu)

Vücut geliştirme ve futbol yılları… Michael Caine ile tanışması, onu tiyatro ve sinemayla da tanıştırıyor. Ardından “Majestelerinin gizli servisi” şöhretin kapısını açıyor. Alfred Hitchcock, Sidney Lumet, John Huston gibi ünlü yönetmenlerle çalışması, onun dramatik rollerde de başarılı olabileceğini gösteriyor.

Tanrının İskoç olduğunu herkes bilir

Connery yıllar sonra, “The Name of the Rose (Gülün Adı)” (1986) filmindeki “Baskervilleli William” rolüyle hatıralarıma ekleniyor:  “Gülmek, kahkaha tehlikelidir çünkü korkuyu öldürür. Korku olmadan inanç olmaz. Şeytan korkusu olmazsa tanrıya ihtiyaç kalmaz”.

Bir yıl sonra, Brian De Palma’nın “The Untouchables (Dokunulmazlar)” filminde İrlandalı polis tiplemesiyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanıyor. “The Hunt for Red October”da Rus (Litvanyalı) denizaltı kaptanı… “First Knight” filminde Kral Arthur karakteriyle dönemin yakışıklısı, kendinden 20 yaş küçük Richard Gere’yi gölgede bırakırken, “The Rock” filmindeki uzun saçlı hâli de hayranlarına iç geçirtiyor.  “The Last Crusade (Son Macera)”da Harrison Ford’un babası rolüyle, bence Indiana Jones’un katlanılabilir tek tarafını perdeye taşıyor.

Connery ömrü boyunca İskoçluğunu yitirmeyen, koruyan bir karakter.  İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını savunan, merkez sosyal demokrat parti İskoç Ulusal Partisi’ne üye. “A Bridge Too Far (1977)” filminde “Çok şanslıyız, kurtulduk” diyen subaya general rolünü canlandıran Connery’nin “Tanrının İskoç olduğunu herkes bilir” yanıtını vermesi, onun ısrarı-inadıyla repliklere eklenmiş olabilir. 

Koru külle örten kadınlar

Connery 45 yıldır evli olduğu, kendinden bir yaş büyük Fas kökenli Fransız ressam Micheline Roquebrune’la hayatının son 30 yılını Bahamalar’da geçirdi. Rivayete göre Bahamalar’a, 1965 yılında orada çekilen, sualtı sahneleriyle de efsaneleşen Thunderball filmi için gittiğinde âşık olmuş.  O evde, 90 yaşında, uykusunda öldü. Vasiyeti Bahamalarda yakılmak.

Külleri ne olacak, nereye koyulacak acaba? Nâzım Hikmet’in “Ben senden önce ölmek isterim” şiirindeki gibi bir kavanoza, vazoya mı? Eşi ölünce onun da külleri aynı kavanoza mı gelecek; “orada beraber yaşarız, külümün içinde külün”

Öyledir, öyle olmalı. Hayat küldür zira. Yıllar yılları kovalarken, geçmişte şenlik ateşi gibi yanan, öyle ısıtan hatıralar bugünün, yarının külüyle örtülür. Eski kadınlar mutfağın taş ocağında erkenden yaktıkları ateş akşam geçtiğinde, yatmadan kalan korları küle gömerler, üzerini külle örterler. Külü korurlar, özenle ertesi güne saklarlar. Ki ertesi sabah kalktıklarında, külü hafifçe üflediklerinde kor yine alevlensin, yansın ateş. Hayattır işte… Küldür kül… Ve külün içinde yıllar geçse de bir zerre kor. Bazen bir esinti, bir nefes o külün altında yıllardır saklanan koru alevlendirir, bir an canlandırır. Ama yılların boyunduruğunda kolay değil. Onun için, ne bileyim, ateşe filan tapman lazım.

Küldür kül… Edip Cansever’in “Hepsi kül (…) Bir bir anımsadığım şimdi /Hepsi kül olmuş” dediği… Yıllar geçtikçe bazen denk geldiğimiz, oradan yine ana caddeye çıktığımız o Kül Sokağı. Hayattır, hatıralardır.

“Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka. Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan, geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden…” (²)

(¹) KADINA ŞİDDET SÖYLEMİ

Bond döneminden söz edince, yıllar sonra Connery’nin maçoluğunun o filmlerden ibaret kalmadığını, şiddetin bir dönem fikrinde/fiilinde de var olduğunu öğrendim. Biyografisine göre gençliğinde sıkı kavgacı. Playboy’la 1965’de yaptığı röportajda, “Bir kadına vurmanın yanlış bir şey olduğunu sanmıyorum. Bu koşullara, kışkırtıcılığa bağlı… Yine de bunu bir erkeğe vurduğunuz gibi yapamazsınız” mealinde sözleri bugün de hatırlatılıyor. Connery sözlerinin çarpıtıldığını, ısrarla “kadına yönelik herhangi bir istismarın kabul edilemeyeceğini” savunsa da, ilk eşinin “Beni zihinsel ve fiziksel olarak taciz ediyordu” iddiası kayda geçmiş. Ancak sonraki uzun yaşamında ve 45 yıllık evliliğinde şiddete, tacize dair bir emare yok.

BİR DAHA ASLA, ASLA DEME

O yıllara ait pişmanlığı, Bond karakterinden hiç hoşnut olmadığını, bıktığını, hatta nefret ettiğini içeren söyleşilerinden anlaşılıyor. Bu duygusunda, geniş yelpazede bir sinema ve tiyatro oyuncusu olmasına rağmen Bond karakterinin üzerine yapışması kadar, o temadan hoşlanmamasının da etkisi var: “Kavanozdaki Japon Balığı gibi o karakterle anılmak çok yıpratıcı. O lanet James Bond’dan her zaman nefret ettim, onu öldürmek isterdim”. (The Observer 2004) Ancak Connery’nin son Bond filminden 12 yıl sonra, 1983’de “Never Say Never Again” ile yine o rolü kabul ettiğini unutmayalım. Filmin ismi de bu duruma nazire; “Bir daha asla, asla deme”…

Sonraki yıllarda tavizsiz bir Connery görüyoruz. Öyle ki “Yüzüklerin Efendisi” filminde Gandalf’ı oynaması için yapılan teklifi, karşılığında günlük 10 milyon dolara ve ayrıca kârdan önerilen yüzde 15 hisseye (400-450 milyon dolar) rağmen reddediyor.

(²) Onat Kutlar, Bahar İsyancıdır.

- Advertisment -