Kötü insanların çok pahalı nano teknolojiyle ve aşıyı kullanarak içimize çip koyacaklarını düşünen yakınlarınız varsa onlara sorun; bildirimleri kapatabiliyorlar mı? ‘Özgür’ irademizle çiplerimizi yanımızdan bir an olsun ayırmıyoruz ki bize başka bir montaja gerek duyulsun.
Film artık sık sık duyduğumuz ve bir klişeye dönen ‘Ürüne para ödemiyorsan ürün sensin’ cümlesiyle başlıyor. Ama bildiğimizi düşündüklerimizi tekrar gözden geçirmeye ihtiyacımız var ve biraz düşününce ufak bir aydınlanma oluyor sanki. Sonra İnstagram’ı açıp biraz aşağıya doğru kaydırınca geçiyor gerçi ama olsun.
Yapay zekâ dünyamızı ele geçirecek mi sorusuna, Google yazılımcılarından Justin Rosenstein şöyle cevap veriyor;
‘Google gibi şirketlerde sadece bilgisayarlarla dolu devâsâ odalar var. Bazıları yeraltında bazıları sualtında. Gözün alabildiğince ve tonlarca bilgisayar. Birbirleriyle derinden bağlantılılar ve son derece karmaşık programlar çalıştırıp sürekli bilgi alışverişi yapıyorlar. Bazıları basit algoritmalar ama bazıları o kadar karmaşık algoritmalar ki onlara zekâ denebilir.’
Terminatör benzeri filmlerdeki gibi bir robot istilasını kastediyorsanız sanmıyorum diyor. Ama şu bilgisayarlarla dolu odalar tasviri de Matrix’deki insan tarlalarını hatırlatıyor insana.
Dilemma şu; yaşadığımız internet çağı ve yaygınlaşan sosyal medya kullanımımız dünyayı güzelleştirecek, iyiliği yayacak, demokrasiyi çoğaltacak, eşit ve adaletli toplumlara mı sebep olacak, yoksa sadece dünyanın en zenginleri listelerinde ilk sıralarda yer alan büyük yazılım şirketlerinin patronlarının servetlerini arttırmaya mı devam edecek ve hattâ kutuplaşmayı arttırarak demokrasiyi tehdit etmeye mi başlayacak? Ne alâkası var, çok sesliliği ve demokrasiyi teşvik eder diyorsanız ‘Sosyal İkilem’ belgeselinden sonra yine Netflix’deki ‘The Great Hack’i seyredin ve Facebook’un 2016 Amerikan seçimlerini nasıl etkilediğini görün.
Büyük bilim kurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın bir cümlesini ekrana getiriyor belgesel; ‘Yeterince gelişmiş her teknoloji sihirden farksızdır.’ Bu söz bana biz sıradan insanların aczini hatırlattı yine. Elimizde ekranlarla sağa sola koşuştururken neredeyse kullandığımız hiçbir makinenin nasıl çalıştığını bilmeden yaşayıp gidiyoruz. Bir de üstüne salgın çıkıyor, iyice perişan oluyoruz, derken aşıyı buluyoruz seviniyoruz. Bu sırada kendini din zanneden bir gazetenin bir yazarı büyük oyunu çözüyor ve aydınlatıyor hepimizi; diyor ki virüsü 5G ile yayıyorlar ve aşıyla bize çip takacaklar. Araya keneviri de sıkıştırıyordu ama onu nasıl bağladığını hatırlamıyorum. Gülüyoruz ama ciddi söylüyor.
Bu komplo teorilerinin nasıl yayıldığıyla ilgili konuşurken Youtube’da ‘önerilenler’ algoritmasını geliştiren ekibin başındaki mühendis Guillame Chaslot şöyle söylüyor;
‘İnsanlar algoritmaların ne istiyorlarsa onu vermek üzere tasarlandığını düşünürler. Ama öyle değil. Düz dünya teorisiyle ilgili bir video izlemeye başlarsınız ve sadece birkaç aptalın bu teoriye inanabileceğini düşünürsünüz. Ama bu videolar Youtube’da milyonlarca kez önerildi algoritma tarafından. Pizzagate skandalı da bu örneklerden biri. Sistem yanlış bilgiden yana. İsteyerek değil. Kötülük olsun diye değil. Daha çok para kazandırdığı için. Çünkü gerçek sıkıcı.’
Yani şirketler için önemli olan, ekranda ne kadar kaldığımız ve onlara ne kadar para kazandırdığımız. Daha doğrusu, şirketlerin kullandığı algoritmalar için önemli olan diyecektim. Bu algoritmaların ‘objektif’ olmadığını akılda tutmamız lazım. Kutuplaşma da yalan haber gibi iyi para kazandırıyor şirketlere. Tıpkı siyasetçilerin oy kazanmak için kullandığı yöntemlere benziyor, değil mi?
Bu algoritma ve makine öğrenmesi meselesi tövbekâr yazılımcıların anlattığına göre epeyce korkunç bir yere doğru gidiyor. Facebook ve Uber’de yöneticilik yapmış Sandy Parakilas şöyle anlatıyor: ‘Algoritma sistemlerinin nasıl çalıştığını ve işlediğini anlayan bir avuç insan var. Onlar bile belli bir içerikte artık tam olarak neler olacağını hiç mi hiç anlamıyorlar. İnsanlar olarak bu sistemlerdeki kontrolümüzü kaybettik gibi bir şey.’ Bir ‘Frankenstein’ filminin içindeyiz sanki.
Siyaset profesörü Edward Tufte’nin söyledikleri de manidar;
‘Müşterilerine ’kullanıcı’ diyen iki meslek grubu var. Uyuşturucu satıcıları ve yazılımcılar.’
Bu bağlamda başka bir ilginç film önereyim size. Polonya yapımı bir film ‘The Hater’. Karakterimiz daha filmin başında okuduğu hukuk fakültesinden atılıyor. Sebep, yazdığı makalede intihal yapmış olması. Evet, yanlış okumadınız, bir profesör ya da öğretim görevlisi değil bir hukuk fakültesi öğrencisi okuldan atılıyor intihal sebebiyle. Bu zulüm karşısında uçağa atlayıp hukuk eğitimini tamamlamak üzere Türkiye’ye geliyor. Şaka yaptım, Türkiye’ye neden gelsin ve Avrupa’nın ahlâkını değil teknolojisini almalıyız aynen. Neyse, filme dönersek, okuldan atılan genç adamımız kendine bir ajansta sosyal medya uzmanlığı işi buluyor. Ama ajans biraz karanlık işler yapan bir şirket ve sosyal medya uzmanlığı dedikleri de maaşlı trollükmüş meğer. İyi seyirler.