Ali Nihat Tarlan’ın eserleri uzun süredir bulunamıyordu. Ketebe yayınları, iyi bir iş yaparak bütün kitaplarını yeniden basmaya başladı. Ketebe yayınları, yakın zamanlarda başka iyi işlere de imza attı ve kısa zamanda kendisine güçlü bir yer edindi, denebilir. Aliya İzzetbegoviç’in bütün eserlerinin özenli ve güzel çevirilerle yayınlaması buna en iyi örnektir herhalde. Belli ki iyi işler yapmaya devam edecek. Dileriz öyle olsun. Gerçi, arkasındaki bir ideolojiden güç aldığı ve bütün çabasını baştan belli bir amaca göre oluşturduğu hissi beni biraz uzaklaştırsa da ülkenin genel manzarası içerisinde sanırım bunu da garip karşılamamak gerekir.
Ne yazık ki bir çok yayınevi benzer şekilde, bir ideoloji için kurulduğunu fazlaca belli ediyor ve bastığı kitapları bu ideolojinin gelişmesi ve yayılması için ‘özenle’ seçiyor (Bu kadar özenli çalışmasalar keşke!) Oysa yayınevleri, ideolojilerin güçlenip yaygınlık kazanması değil belki tam aksine güçlenip yaygınlık kazanmaması, dar sınırların ötesine geçebilen bir düşünsel alan oluşması için çalışabilir, kitapları ideolojikleştirmekten vazgeçebilirler. Çünkü her gerçek fikirde olduğu gibi kitaplar da, belirli bir akımın ya da çizginin etkisinde yazılmış olsa bile gerçekte ideoloji-dışıdırlar. Olamıyorlarsa zaten baştan düşüncenin varacağı yeri tayin etmeleri bakımından kendi kendilerini bir tür parti-programına irca ediyorlar demektir.
Bu kapsamda, şark edebiyatı ve düşüncesi uzmanı denebilecek Tarlan’ın da yakın zamanda üç kitabı basıldı: Mevlana, Mehmet Akif ve Safahat, Divan Edebiyatında Tevhidler ve Muamma. Oldukça kaliteli ve güzel basılmış olan bu kitaplarda ilginç olan, çok bilindik ve artık yeni bir şey söylenemeyecek kadar açıklığa kavuşturulmuş hissi veren başlıklarda olsalar da ayrıntılarda oldukça ilginç ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi, tartışılması gereken görüşlerin ileri sürülüyor oluşu. Hatta, denebilir ki ortalığı bulandırmadan, kabalaşmadan ve kendini belli bir ideolojiye göre konumlandırmadan, ince bir işçilikle dini hayatımızı temelinden sorgulamamıza neden olacak kadar sarsıcı tezler ileri sürmektedir.
Mesela, Mevlana kitabı epeyce öyle. Kitap, Mevlana’nın büyüklüğünü, şark edebiyat ve düşünce dünyası bakımından taşıdığı aşılamaz anlamı, hayatını, Farsi kökenlerini ve Konya’daki dönemini ayrıntılı ve biraz bilindik bir biçimde anlatırken aralarda farklı ve çok önemli şeyler söylüyor. Onun neden Şems’e bağlandığını anlattığı bölüm, hiç bakılmayan bir açıdan konuya yaklaşıyor olabilir.
Buna göre, Mevlana Şems’le karşılaşıncaya kadar, ruhen dindardı, dinin gereklerini eksiksiz yerine getiriyor, halkı irşad ediyor, etrafını aydınlatıyordu. Bütün Konya’nın bağlılığını ve teveccühünü kazanmıştı fakat, gerçek anlamda hür değildi. Düşüncesi, inancına bağlılıktan gelen bir sınırlılık taşıyor, özgürce düşünüp kendi potansiyelini aşacak bir hamle yapmasını engelliyordu. Şems-i Tebriz’i işte bunu yaptı. Yani, bu ruhu ve zihni büyük insanın potansiyelinin ötesine geçmesi için gerekli olan özgürlüğe kavuşmasını, sınırlarından ve kayıtlarından kurtulmasını sağladı.
Ve de bunu ancak Şems yapabilirdi: “Şems-i Tebriz-i fikren ve ruhen çok hür bir dervişti. Ve bu öyle bir hürriyet idi ki, birçok kayıtlara tabi olan Müslümanlığı iç ve ruh bakımından sarsmıyordu. Esasen Mevlana, ruhen dindar bir şahsiyet idi ve onunla kaynaşmış, onu sevmiş idi. Bu kayıtlardan kurtulmaya teşne bir varlık, ihtirasına zebun bir hürriyet değildi. Bu hür düşünce çok tetkik edilecek bir mevzudur.” (s.24).
Şems, özgür ruhlu idi ve içinde yaşadığı toplumun baskılarını hiçe sayabilecek kadar kendi fikirlerinin gücüne güvenen bir alimdi. Bu yüzden, yaşantısında laubali ve eleştirilerinde pervasız olabiliyordu. Dışarıdan bakanlara “serserice” bile gelebiliyordu. Oysa Mevlana’nın Mevlana olabilmek için ihtiyacı olan şey tam da buydu: toplumun ötesine geçebilecek kadar düşüncelerinin peşinden gidebilmek, baskılara ve onca teveccühe rağmen zihnini özgürce işletebilmek. Bu nedenle, Şems’e delicesine bağlandı. Mevlana ilk kez kendisi olmanın lezzetini tadıyor, düşünceleri hiç olmadığı kadar anlam kazanıyordu. Onsuz, bir “hiç” olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Şems’le ilk karşılaştıkları andan itibaren Mevlana’nın içinde bir şeyler kırılmış ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını yürekten duymuştur: “Şems Konya’ya gelip Mevlana’yı bir estere binmiş, etrafında talebeleri olduğu halde derse giderken görünce…ona şu çok manalı suali sormuş: ‘Mücahede, riyazat ve ilimden gaye nedir?’. Mevlana; ‘Peygamber’in sünnetine ve şeriat adabına riayettir.’ cevabını vermiş. Şems: ‘Bunların hepsi işin dış tarafıdır.’ deyince Mevlana sormuş: ‘Peki bunun ötesinde ne vardır?’ Şems’in cevabı harikulade: ‘İlim, ona derler ki insanı malûma eriştirir.” (s.39).
Tarlan, Mevlana’daki bu kırılmanın peşinden yaşananları şöyle anlatır: “Artık vakur alim, laubali bir rind olmuş, bir mecnuna dönmüştü. Tamamen başka bir aleme girmişti. Şems’ten bir an ayrılmıyordu. Artık müritlerini, talebelerini terk etmişti. Kendisi Şems alemine çekilmişti…Konya halkı; bu büyük alimin nasıl olup da serseri bir dervişe böyle bağlandığını, kendilerini ihmal ettiğini bir türlü anlayamıyor, fena halde kızıyordu.” (s.25).
Oysa Mevlana, şimdi bütün bildiklerini anlamlandırabilir olmuş, şekli Müslümanlığın ve şeriat hükümlerinin, ruhu olan bir iç varlığa sahip olduğunun tadına varmıştı. Ve en önemlisi, onun için eskiden olduğu gibi nakillerle, naslarla, üstad sözleriyle düşünmek bitmiş, bütün bildikleri kendi fikrine dönüşmüştü. “Bir gün bir şeyhi posta iclas ediyorlar. Birçok şeyhler, alimler, hakimler orada. Muhtelif ilmi bahisler münakaşa ediliyor. Herkes fikrini teyit için hadis naklediyor, büyük alim veya şeyhlerin sözleri ortaya atılıyor. Bir köşede murakabe halinde bulunan Şems, yerinden fırlayıp bağırıyor: ‘Ne zamana kadar başkalarının sözlerini naklederek öğüneceksiniz? İçinizden bir kişi çıkmıyor ki, Rabbimden kalbime şöyle ilham geldi diye söze başlasın. Bu hadis, tefsir ve hikmete dair söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleri. Onlar kendilerine ait hâl ve makamdan bahsetmişler. Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyecek sözünüz yok mudur? Kendi sözlerinizi söyleyiniz.” (s.23-24).
Mevlana işte o andan itibaren kendi sözlerini söylemeye ve giderek, yalnızca kendi sözlerini söylemeye başlamıştır. Maddeye mâna verebilir olmuştur. Sınırlara hapsolmuş, kısır bir düşünen olmaktan çıkmıştır: “Tefekkür, hendesî buudları içinde kaldıkça daima kısırdır. Onu duygu, hads, gönül, iç alemi adlarını verdiğimiz asıl idrak unsurları içine bıraktığımız zaman ruha kavuşan bir ten gibi canlı hale gelir.” (s.60). Tefekkür, bağsız ve bağımsız oluş sürecidir. Her yeni düşünce, insanı yeniden düşünmeyi beraberinde getirir.
Mevlana artık, insanları aydınlatmak için değil insanlar için yaşamaya başlamıştır. Kendi büyük insan felsefesini böylelikle yapacaktır. İnsanları bir yerlere getirmek için değil hep birlikte tutulan yolu aydınlatıp, engelleri kaldırmak ve önden giderek tehlikeleri görüp ortadan kaldırmak, bir yerlere götürmek için çalışmıştır; kendisinin de tam olarak bilemediği ama fazlasıyla hissedip iç aleminde tecrübe ettiği bir yerlere götürmek için…
İlminin gayesini bilir olmuştur. Diğer bir deyişle, Mevlana için ilim, gelinen değil varılan bir yere götürür. Hiç kimsenin bilmediği ancak hissedebildiği ve sadece kendi çabasıyla ulaşabileceği, yeterince uğraşılırsa bulunabilecek bir malum yerin adıdır, ilim: “Seni senden almayan ilimden cehil çok daha iyidir.” (s.40). İlim sahibi insan asla aynı kişi değildir. Özgürlüğün en önemli niteliği, insanın sadece dış baskılardan değil içsel anlamda kendisi gibi düşünmesini engelleyen etkilerden de kurtulması ve bu sayede hayatı sürekli bir dönüşüm olarak yaşamasında gizlidir. Aynı nehirde iki kere yıkanılamaması ancak ve sadece hür düşüncenin olduğu yerlerde geçerlidir.
Kısacası şunu anlıyoruz ki ideolojilerin ve aklın dar sınırlarını aşan özgürleştirici düşünceye ulaşmak, şeklin gösterişli dünyasının baskısından kurtularak kendimizi gerçek manada bulabilmek için, Mevlana olmak için Şems -ve Şemsler- olması lazımdır ve tıpkı onun belirttiği gibi her devirde onu yeniden bulmak gereklidir. O nedenle, üstat nakillerini ve dogmatikleşmiş fikirleri yaymayı pek sevenlere demek gerekir ki: “Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyecek sözünüz yok mudur? Kendi sözlerinizi söyleyiniz.”