Bazı deyimler başına eklenen kelimelerle, cümlelerle anlamını buluyor, hatta “adrese teslim” oluyor. Kargoyu alanın suretine bakınca kuryenin bile o deyim geçiyor aklından. Vardığı yerleri düşününce “Elini kolunu sallaya sallaya dolaşmak” da öyle bir deyim.
Elini kolunu nasıl, neden salladığı, o cüreti kimden, nereden aldığı ve o deyime uygun sıfatları, başına “Hiçbir şey olmamış gibi” gelince netleşiyor. Ağırlaşıyor mânâsı… Öyle ki bazı örneklerde hem pişkinliğin, pervasızlığın, hem de “cezasızlık”ın net, manzum ifadesi.
Bu bileşik deyim uzun süredir dolaşıyor “her şey”le boğuşan, sık sık asabileşen zihnimde. Güncellendi zira… Ana belleğim her an yüklenen verilerle çaresiz. Ekranlarda ne görsem, sosyali/anti-sosyaliyle medyayı fetheden bazı siluetleri ne zaman seyretsem, bu cümle kalıbı sallantıdaki sükûnetime omuz atmak için pusuda.
Ekranlardaki yaygın ifadesi bazen sırıtıyor yüzüme… Bazen berdevam “huzur”unda reâyâ görmüş hükümdar gibi öfkeli. Öyle ki, gereksiz pekiştirmeler bile ekleniyor o cümleye, başına “Sanki” geliyor mesela. Deyimlerle gözünün önüne gelen tipolojiler sınır tanımayınca metaforlar da kifayetsiz insana. Benzetmeye doymuyor.
Hiçbir şey olmamış gibi
Türkiye’yi vuran, resmi rakamlara göre 50 bin insanı yok eden, soyağaçlarını deviren, şehirlerini, evlerini, işlerini-güçlerini, hatta hayallerini başına yıkan depremin senesi dolmamış, bazı ekranlar “Sanki hiçbir şey olmamış gibi”. Manevralarını iktidar pervanesiyle yapan ekranlar baştan tornistan, millet bahçelerinde ortalık güllük gülistan.
Kıyılar, dereler, yeşil alanlar, ormanlar yağmalanmış, bir bölümü göz göre göre yanmış, ekonomi alev alev… Ne gam! Köprüsü-yolu-havaalanı, çakma Disneyland’ıyla Deli Dumrul’un kuru bir çayın üzerine yaptığı köprü hikâyesi bile çoktan demode: “Geçenden 30 akçe, geçmeyenden 40 akçe…” Fıkralar sözlükteki ikinci anlamıyla “kısa fikir yazısı”na dönüşüyor kendiliğinden.
Elde var “hiçbir şey…”
Her türüyle şiddet, yolsuzluklar, usulsüzlükler, adaletsizlikler, eşitsizlikler, aklamalar-karalamalar, skandallar, “Bu kadarı olmaz”lar nafile. Nihayetinde elde var hiçbir şey… Gündelik meseleler. Yeni filmlerin fragmanları bazen…
Aktörleri, figüranları elini kolunu, lafını, öfkesini, parmağını, suratını sallaya sallaya ortalıkta. Anketlerde hayatın her alanında yarışan büyük sorunların ekran iktidarındaki tercümesi de aynı. Özeti o cümle, mimiği, ifadesi o cümleden. Bazısına bakınca yeni kelimeler bile katılıyor hayatına. Bedhah: Başkasının kötülüğünü isteyen, başkası için iyilik dilemeyen. Bedahd: Verdiği sözde durmayan, ahdi, yemini kötü olan.
Hedefin 12’si de meçhul
Koltuklarında, sandalyelerinde, taburelerinde ömür(ler) tüketen bir gücün gölgesinde vardık bugünlere… Üstüne “Biz düzeltiriz” diyor ülkeyi bu hâle getirenler. İktidar hiçbir şey olmamış gibi “Cumhuriyetin 100. yılında ülkemizi, milletimizi ulaştırmak istediğimiz hedeflere büyük ölçüde kavuştuk” cümlesinde buluşuyor. Hedefin 12’sinde ne var meçhul. Sormaya korkarsın…
Ve yine hiçbir şey olmamış gibi yeni hicranî takvimler, “ikinci-üçüncü yeni” tarihler konuluyor ülkenin önüne: “Yeni vizyon Türkiye Yüzyılı’nın başlangıcı.” Eh, n’olacak, bekleriz 77 yıl daha… Bekleriz de, Orhan Veli’nin dizelerine acı acı gülümseriz yine: “İlk yemişini bu sene verdi, /Kızılcık, /Üç tane; /Bir daha seneye beş tane verir; /Ömür çok, bekleriz; /Ne çıkar? /İlâhi kızılcık!”
Üstte pişer, bana da düşer
Böyle hâllerin derli toplu kelimelerine, açılımlarına bakıyorsun sözlükten… “Hiçbir şey olmamış gibi”nin sıfat hâli zengin dilimizde. Safahatıyla tarihi eser… “Pişkin”in onu fazlasıyla kapsayan bir mânâsı var mesela. Siyasette pişkinlik zaten alaylısından mekteplisine, iktidardan muhalefetine sınır tanımayan bir “ilim”in, beden dilinin ifadesi, meydanlarda elini kolunu sallaya sallaya dolaşan terimi, düsturu çoğu kez.
Tarih, otoritenin kadim sahnesi onlarla dolu… Bizim siyaset tarihimizdeki pişkin simalar denince aklıma Süleyman Demirel, Kenan Evren filan gelirdi de eskiden… Şimdi listesini tutmak, teraziye vurmak da zor.
Kıyası kabil olmayan o yüzler -TV’den cep telefonuna- her an karşımızda artık. Pek siyasi yorumcular da dakikada pişmiş, saltanatını kurmuş ekranlarda. Eh üst katta pişer, bana da düşer meselesi, modası… Pişkinlikleri tamtakım elbise gibi; -omuzları dökülmese- “Çok da yakışıyor” diyeceğim bazısına.
“Pişkinlik” toplu paket
Sözlükte önce “olgun, olmuş, kıvama gelmiş” anlamıyla karşımıza çıksa da, toplumsal mânâsında kıvam farklı. Yaşadığımız toplumun, düzenin kıvamına geldiğinde anlamı tersyüz oluyor. Güncel Siyaset Sözlüğü de öyle bir şey zaten. Kelimeleri ters yüz etme, işleri güçleri hula-hoop gibi çevirme mahareti.
Pişkinliğin siyaseten bir davranış bozukluğu hâline gelmesi, nadide örnekleri nispeten “anlaşılır” da… Bir yönetim biçimine, düzene dönüşmesi, siyasete kurumsal bir maharet babından yerleşmesi ayrı inceleme konusu.
Benzetmek gibi olmasın “pişkin”in hâznesi derin, geniş. O hâlin başka dillere tercümesi de böyle okkalıdır mı bilemiyorum ama… “Vurdumduymaz, aldırmaz, pervasız, arsız, utanmaz”la özetlense de küstahlık, kibir, alaycılık (sarkazm), patavatsızlık, fütursuzluk, yüzsüzlük, riyakârlık, surata sinen bencillik, çıkarcılık, kabalık, nezaketsizlik, toplamında vicdansızlık yan ürünleri. Toplu paket; birini aldın mı üçü beşi bedava. Toplumsal, siyasal, parasal her türden otorite de alışverişi kolaylaştırıyor.
Adaletin çok ayaklı darağacı
Kelimenin geniş alanına bir tür “alışkanlık” vurgusu da ilişiyor. Îtiyat, âdet… “Duruş, tavır” da beraberinde. Bir üste çıkma, ne olursa olsun “lafın altında kalmama” hâli de var. Hatta kendine has bir duruşu, kaykılışı, özellikle sırıtışı da… Nerede görsen tanıyorsun; pişkin pişkin… Öyle bir sıfat ki o “yüz”ün yanında “yüzsüzlük” de öne çıkıyor, yüzüyle yüzsüzlüğü ipi birlikte göğüslüyor.
Pişkinliğin, küstahlığın, pervasızlığın el kantarına vurduğunda iyilik-kötülük, hak-haksızlık, ahlak-ahlaksızlık hepsi sallanıyor. Doğrunun, gerçeğin, adaletin de çok ayaklı darağacı… İrili ufaklı suç olduğu sabit, en azından “makul şüphe” uyandıran durumlar da pişkinliğin, pervasızlığın sığınağında.
Yasalar, normlar, enayiler
Yaşadığımız yüzyıl “Cezasızlık Çağı” olarak da geçiyor bazı kaynaklarda. Birleşik Krallık’ın eski Dışişleri Bakanı David Miliband’ın New York Times’da 17 Şubat’ta yayınlanan “Cezasızlık Çağımız” makalesi mesela. Miliband konuya Rusya’nın Ukrayna’ya karşı tutumuyla da girse, “cezasızlık kültürü”nü hayatın her alanına, her coğrafyaya genişletiyor:
“Sadece savaş bölgeleri değil. Cezasızlık, iklim değişikliğinden demokrasinin zayıflamasına kadar küresel anlamda birçok krizi anlamak için yararlı bir mercek. Milyarderler vergi kaçırdığında, petrol şirketleri iklim krizinin ciddiyetini saptırdığında, seçilmiş politikacılar yargıyı alt üst ettiğinde, insan hakları geri alındığında cezasızlığın eyleme geçtiğini görüyorsunuz. Cezasızlık, yasaların ve normların enayiler için olduğunu düşünen zihniyettir.”
Hesabı sorulamayan güç
Cezasızlık Çağı özetle “gücün hesap verilebilirlik olmadan kullanılması”. Aynı makale “Cezasızlık Atlası (Atlas of Impunity)”na da gönderme yapıyor. Ki Miliband “Cezasızlık Atlası Danışma Konseyi”nin eş başkanı aynı zamanda.
Konsey bu endeksinde “beş temel toplumsal boyutta gücün kontrolü”nü hesaplıyor: “Hesap verilebilirliği olmayan yönetim, insan haklarının kötüye kullanılması, çatışma, ekonomik sömürü ve çevresel bozulma.” Dünyadaki 163 ülkenin “cezasızlık puanları”nı toplayıp hem sıralıyor, hem o beş boyutta sergiliyor.
“Cezasızlık Atlası”nda Türkiye
Türkiye “cezasızlık endeksi”nde 163 ülke arasında 37. sırada. Türkiye’nin beş kriterden hareketle ortalama puanı 3.01. Bunun ne ifade ettiğini anlamak için aralarına iliştiğimiz gruba bakmak lazım. Tablolar olumsuzdan olumluya sıralanıyor. Bizim üstümüzde “birazcık daha kötü” ülkeler (Lübnan 3.03, Suudi Arabistan 3.13, sonra Uganda, İran vs.) var.
Azıcık altımızda ise Nikaragua, Azerbaycan, Meksika, Zambiya filan… Cezasızlık (cezasız suçlar) kürsüsünde 4 puana ulaşan sadece Afganistan, Suriye. Cezasızlıktan en az etkilenen ilk dört ise şaşırtıcı değil; Finlandiya, Danimarka, Norveç, İsveç. Puanları 0.3’ü anca geçiyor.
“Cezasızlık kültürü”nde, puanlamasında bizden “daha hallice” ülkeler bile beş kriter açısından olumlu çağrışımlar yaratmıyor. “Çağdaş demokrasi” denilebilecek mefhuma filan rastlamak için tablo dosyasının -çevir çevir- son sayfasına gitmek zorundasın.
Kuş bakışı “grubumuz” bildik kavram tartışmasını ısıtacak, detaylandıracak manzarada. Az biraz gelişmiş, -inşallah- gelişmekte olan, “gelişmeye gelinceye kadar daha neler var” ülkeler topluluğunda kendi yerel ligimizde maç ediyoruz. Skor önemli değil elini kolunu sallaya sallaya sahaya çıkıyorsun.
Cezasızlık tartışması hep güncel
Dönem dönem ve bugün de uluorta yaşadığımız manzaraları “Ceza ve Cezasızlık Devri” diye de açabiliriz belki. Terazi öyle çünkü; iki kefesi duruma, keyfe, pişkinlik endeksine göre baskın. Otorite parmağını hangi kefeye basarsa… Kimine ceza, kimine cezasızlık.
“Cezasız kastlar”ın varlığından söz etmek bile mümkün. Türkiye’de “cezasızlık tartışması” zaten her mevzuda, hep güncel. Hakaretten küfre, şiddete, trafik suçlarından nefret suçlarına, ayrımcılıktan ırkçılığa, haksızlıktan yolsuzluğa sadece başlıklarını yazsan ayrı yazı, somut örneklerini sıralasan bitmeyen yazı dizisi çıkar. Da, metnin ağırlığı terazinin hangi kefesine basar, meçhul.
Pişkinlik Ansiklopedisi’nin fasikülleri
Tarih desen hepten sabıkalı. Toplum bilimciler, hukukçular soykırım, sistematik-yaygın işkence gibi insanlığa karşı en korkunç suçların bile “cezasızlık”, hatta “cezasızlık kültürü” nedeniyle pervasızca işlendiğini hatırlatıyor. Dünya Haritası var bu meselenin.
Devletin, hükümetlerin bazı suç(lu)ları soruşturma-kovuşturma-yargılama ve cezadan muaf tutmasının manzaraları ise tarih olamayacak kadar taze. Öyle uzağa gitmeye de gerek yok. Dünden bugüne örneklerini toplasan “Pişkinlik Ansiklopedisi”. Kuşe dosyada; ciltlenmemiş ki haftalık, aylık fasiküllerini ekleyebilesin.
Suç ve Ceza’nın bu kadar laubali, keyfe keder olduğu bir ülkede her şey filmkurgu romana, şahsına mahsus kara mizaha da dönüşüyor bazen. Bol acılı mizaha… İşin fenası kaliteli mizahı, öyle bir mizah duygusunu da yitiriyor insan bu süreçte. Tebessüm aslanın ağzında, sırıtma sırtlanın…
Özel bir gün
Yazımın ana fotoğrafı Hitler ve Mussolini’nin Mayıs 1938’de Roma’daki buluşmasından. İki diktatörün şapkalarındaki amblemler, kartallar aynı soydan. “Nazi Kartalı” pençelerinde Gamalı Haç’ı da taşısa, “Faşist kartallar” diye de anılıyor tarihte. Cezasızlığın etkisini suretlerinde bile görüyorsun.
İkinci fotoğrafta Mussolini “Kara Gömlekli”lerin arasında. Hitler müttefikinin yuvasında kabarmasına kerhen izin vermiş. Kaynaklarda o tarihî buluşmanın perde arkasında kibir, güç, halkına baskın görünme yarışının protokole, programlara yansıması da var. O günün Roma’sı yönetmen Ettore Scola’nın 1977 yapımı “Özel Bir Gün (Una Giornata Particolare)” filmine de “set” oluyor. Hitler’in ziyaretine koşturarak giden yahut gitmek zorunda bırakılan halktan geriye kalan bomboş sokakların, mahallelerin manzaralarıyla… Cezasızlıkta toplumun payı da Scola’nın kamerasında.