Muhtemelen pek çoğumuzun ülkemiz sınırları içinde benzerine şahit olmadığı ve ölene kadar olmayacağı ölçekte bir felaket yaşadık. Hakkında düşünülecek ve konuşulacak çok şey oldu. Olanların büyükçe bölümü, memleketin sosyolojisi hakkında konuşmayı gerektiriyor ki, laf kaçınılmaz olarak politikleşecek. Bir bölümü zaten politik ve entelektüel elitlerin tutumları hakkında konuşmayı gerektiriyor.
Şimdilik bunları pas geçelim. Daha “nötr” bir “düşünülecek ve konuşulacak konu” üzerine yoğunlaşalım.
Depremin vuku bulduğu saatte ayaktaydım. Sosyal medyada aniden “Ankara’da deprem” başlığı altında “sallanan avizeler” veya yerlere dökülüp parçalanmış mutfak malzemesi görüntüleri belirmeye başladı. Hemen akabinde Adana’dan, Urfa’dan, Gaziantep’ten benzer görüntüler yayıldı. “Ne oluyor” dedim kendi kendime ve gayriihtiyari internet gazetelerinin sayfalarını açtım. Hiçbirinde bir hareket yoktu, akşamki görünümleriyle öyle duruyorlardı.
Neden “gayriihtiyari” diyorum? Çünkü yıllardır gazete formatında yayınlanan şeylerle veya TV kanallarıyla işim yok. Haber almak kastıyla hiçbirine, yıllardır müracaat etmiyorum. Haber ihtiyacımı, büyük ölçüde internet gazeteleri vasıtasıyla karşılıyorum. Dolayısıyla, dört bir yandan deprem görüntüleri gelmeye başlayınca da, gayriihtiyari olarak, yıllardır haber almak için müracaat ettiğim sitelere gitti elim.
Ve… Nafile.
Tuhaf bir durum olduğunu itiraf etmem lazım. Bundan önceki afetlerin hiçbirinde benzerini yaşamadığım biçimde, enkaz altında kalmış olan birinden kendisinin hangi adreste enkaz altında kaldığı “haberi”ni alabiliyordum ama deprem hakkında daha geniş açılı herhangi bir bilgiye ulaşmak mümkün değildi.
Kandilli’nin sitesine girdim. Depremin merkezinin Maraş ile Antep arasında bir yerlerde olduğu ve 7,3 büyüklükte olduğu “bilgisine” eriştim —başlangıç bilgileri sonradan revize edildi. Ve o anda acıyla fark ettim ki, Maraş kaynaklı “filanca adreste enkaz altında kaldım” türünden bir tek mesaj ulaşmamıştı bana. Maraş’ın bütünüyle yerle yeksan olmuş olabileceği gibi bir ihtimal düştü aklıma.
Bir süre sonra, depremin büyüklüğü ve yeri hakkında alternatif kaynakların —birbirinden az çok farklı— bilgileri düşmeye başladı. Dehşet verici görüntüler paylaşılmaya başladı. Ancak bu zamana kadarki tecrübelerimizden öğrenmiştik ki, bahse konu olan görüntüler başka bir tarihte, başka bir yerde yaşanmış olanların görüntüleri de olabilirdi.
Saat 06:00’ya doğru, son derece gönülsüzce televizyonu açtım. Daha o kadar erken saatlerde, gönülsüzlüğümü haklı çıkaracak laflar ediliyordu kanalların pek çoğunda ama kendime söz verdim, bugün o deyyusluklardan söz etmeyeceğim. Mesele sadece asap bozucu yorumlar, budalaların laf arasına sıkıştırdığı —insanı aptal yerine koyan— propaganda malzemesi de değildi. Yüz yerine kuşandıkları şeylerini görmeye ve seslerini işitmeye tahammül edemediğim zevat da ikide bir ekranda beliriyordu.
O kanaldan bu kanala gezinirken iki şey oldu. Birincisi, hemen her kanal, hemen her boşlukta, sosyal medyada paylaşılan ve ne kadar güvenilir olduğu hakkında bir fikrim olmayan görüntülerin birini veya diğerini döndürüp duruyordu. İkincisi, bazı kanalların veya ajansların yereldeki muhabirleri görünmeye veya işitilmeye başladılar. Nihayet durum hakkında “güvenilir haber” almak mümkün olmaya başladı. Bu arada internet gazetelerinin sayfalarında hâlâ bir değişiklik olmamıştı.
Üç ayrı haber ve bilgi kaynağından söz ettik buraya kadar. Televizyon kanalları, internet gazeteleri ve sosyal medya. Üçünün aralarındaki sınırlar zaman zaman flulaşsa da, böyle üç ayrı kategori olduğunu düşünebiliriz.
Genel olarak, yani olağandışı şeylerin olmadığı, önceden planlanmış faaliyetlerin planlandıkları şekilde yürüdüğü dönemlerde, eğer aceleniz de yoksa, internet gazeteleri pekâlâ kâfi gelebiliyor. Genel olarak lüzumsuz teferruattan arındırılmış metinlerle ihtiyacı karşılıyorlar. Yanında, isterseniz tüketebileceğiniz yorumlar ve görüntüler de oluyor. Ancak böyle bir felaket anında internet gazetelerinin —en azından bugün ülkemizdeki altyapı ve organizasyonlarıyla—fevkalade yetersiz kaldıkları açık. Bu tür durumlarda yetersiz kalmayacak internet gazetesinin muhtemel maliyeti ne kadardır, onu da tahmin etmem mümkün değil.
Televizyon kanallarının —olanca pespayeliklerine rağmen— olağandışı durumlarda daha zengin muhteva sunabiliyor olmalarında da anlaşılmaz bir şey yok. Onlarla ilgili esas meselemiz zaten başka, haber olanı kendi durdukları yere bükmeden sunmuyor olmaları. Bu hal hep böyleydi ve böyle olması bir ölçüde kaçınılmaz da olabilir. Ancak bugünkü ölçekte apaçık rezilliğin geniş kesimler tarafından kabul edilemez bulunduğu da izlenme oranlarından görünüyor.
Sosyal medya ise… Eskiden erişilebilir olması hayal bile edilemeyecek “şu adreste enkaz altında kaldım” “haber”ini bile erişilebilir kılıyor ama bu “piksel”lerden bir fotoğraf inşa etmek imkânsız. Öte yandan sosyal medyanın ürettiği “haber”in güvenilirliği de ziyadesiyle tartışmalı. Şu yaşadığımız süreçte de mesela, sosyopat olduklarına hükmedebileceğimiz birileri, güvenilir bölgelerdeki güvenilir evlerinden enkaz altında kaldıkları mesajı verdiler.
Sosyal medyanın güvenilmezliğini, dert edildiği kadar dert etmiyorum. Ancak hadisenin geneli hakkında fikir vermekteki yetersizliği ciddi bir mesele olarak orada duruyor.
Toparlayacak olursam, önümüzde sınırlı sayıda seçenek kalıyor. (1) Sıcak/taze ama güvenilirliği düşük haberlerle birlikte, dolandırılmamanın yolunu bir biçimde bularak yaşamayı öğreneceğiz, (2) sıcak habere erişmeden, bayat haberlerle yaşamayı —bir hükme varmadan önce beklemeyi— öğreneceğiz, (3) eğer bu “hızlı” dünyada beklemek becerilemeyecekse, ihtiyacı hisseden birileri boşluğu dolduracak organizasyonlar geliştirecek.
Yaşayanlar görecek.